Osmanlı tarihinin en kudretli padişahıdır Kanuni Sultan Süleyman. Düşmanları bile ‘Muhteşem unvanını uygun görmüşlerdir kendisi için.
‘Muhibbi mahlasıyla yazmış olduğu şiirleri ise onu söz ve mana ülkesindeki kudretiyle anlatır. Kanuni bir cihan devletini yöneten ‘muhteşem bir sultan olmasının ötesinde ‘gönül ülkesinde ‘aşk sultanını konuşturan usta ve bilge bir şairdir de. “aşık oldur kim kala ancak temaşada” gibi derin sözlerin sahibidir.
Elinizdeki kitap divan edebiyatına dair en usta isimlerden birinin Prof. Dr. Mahmut Kaplanın yorumu ve açıklayıcı notlarıyla bizi Kanuninin şiir ikliminde bir yolculuğa çıkarıyor. ‘Aşka dair söze giren şair sultan bilgelik yüklü mısraların ardından tevhid Allah sevgisi ve Peygamber sevgisi yüklü şiirleriyle de misafir oluyor iç dünyamıza.
Ve şu gerçek çıkıyor karşımıza Aşkın Sultanını da okumadan Kanuniyi hakkıyla tanımış sayılmazsınız…
“Düşmanlarının ‘Muhteşem sıfatına layık gördükleri bu büyük hükümdar hakkında söz söylerken Divanı gözardı edilemez. Divanı ortada dururken başka delil başka tanık aramak bizi hakikate Kanuni Sultan Süleymanın gerçek kişiliğine ulaştırmaz. Onun iç aleminin anahtarı gazellerinin kanatları arasında gizlidir. Muhibbi ile şiir bahçelerinde sohbet etmek bize onu gerçek anlamda tanıma fırsatı verecek bu cihangir hükümdarın söz ülkesinde de bir şehsüvar olduğunu gösterecektir.”
Önsöz
OSMANLI’DA EDEBİYAT DENİNCE akla ilk gelen sanat faaliyeti şiirdir. Nesir, baş döndürücü bir ihtişam ve incelik kazanan şiirin yanında sönük kalmıştır. Asırların süzgecinden geçerek olgunlaşan, zerafet ve derinliği yanında ifade ve hayal gücü genişleyen klasik şiir, padişahlarca rağbet görmüş, şairler ihsan ve bağışlarla teşvik edilmiş; şairlik yeteneği yüksek makamlara atamada önemli kriterlerden biri olmuştur. Şiirin böyle bir değer bulması yöneticileri cezbetmiş, padişahlar siyaset âlemindeki hükümdarlıklarını söz ülkesinde pekiştirmek ve buyruklarını yürütmek için kılıcı kınına soktukları demlerde kalemlerini çekerek şairlerle sanat vadisinde boy ölçüşmeye koşmuşlardır.
Osmanlı padişah ve şehzadelerinin önemli bölümünün şiirle uğraştığını, özellikle padişahların çoğunun divan sahibi olduklarını biliyoruz. Şair padişahlar arasında miras bıraktığı hacimli divanı ile müstesna bir yer tutan Kanuni Sultan Süleyman ya da şiirdeki mahlasıyla Muhibbî, devrinde Bâkî gibi bir şairin yetişmesi ile iftihar etmekle kalmamış, yazdığı şiirlerle adeta onunla ve çevresindeki diğer şairlerle yarışmıştır.
Bir şairi tanımanın onun şiirlerini okuyup anlamaktan geçtiğini söylemek mübalağa olmasa gerek. Şiir, dilin imkânlarını son kertesine kadar kullanarak incelen bir hayal dünyası içinde duyguların ifade edilmesidir. Şairin kalbinin derinliklerinden, bilinçaltından kopup gelen mısralar onun ruh aynası olmak gibi bir işleve sahiptir. Bu sebeple, tarihçilerin ya da tezkirecilerin söylediklerinden çok Muhibbi mahlasını tercih eden muhteşem hükümdarın divanını, bazı başlıklar altında incelemeye çalıştık. Amacımız Muhibbi’nin nasıl bir halet-i ruhiyeye sahip olduğunu, nasd bir sevda peşinde koştuğunu, şiirini söylerken hangi saik ve müşevviklerle hareket ettiğini bulmak; daha kısa bir ifade ile onun şiir aynasında tezahür eden kimliğini anlamaya çalışmaktır.
Çalışmamızı hazırlarken Coşkun Ak tarafından hazırlanan divanı esas aldık. Beyit çevirilerinde bazen aynen, bazen kolay anlaşılmasını sağlamak için yakın anlamları tercih ettik. Elden geldiğince Muhibbi’nin sözlerini zorlamamaya, eğip bükmemeye, dolayısıyla onun duygu ve düşünce dünyasını anlayıp yansıtmaya çalıştık.
Çalışmamızla, şairin divanına, bu vesile ile gönül dünyasına karınca kararınca tutulan bir ayna olmaya gayret ettik. Şairi kendi adımıza konuşturmadık. Onun sözlerini kimi zaman nesre çevirerek, kimi zaman da manasını alarak aktarmaya çalıştık. Böylece mümkün olduğu kadar objektif davranarak şairin tanınmasına hizmet edileceğini düşündük. Magazin konularına malzeme teşkil edecek hususlar üzerinde durmayı da çalışmanın dışında tuttuk.
Bu çalışma, klasik şiirimizin en hacimli eserlerinden biri olan Muhibbi Divanını, tabii ki bir bütün halinde kapsama iddiasında değildir. Bazı temel temaları esas aldık: Aşk, aşık ve cânân gibi. Bu konulara eğilince rakîb ve zâhid kendiliğinden kapsama alanı içine girdi. Ayrıca şairin ruh dünyasını besleyen temel değerler olarak Allah ve Hz. Muhammed (a.s.m.) sevgisini incelemeyi de göz ardı edemezdik.
Söz konusu şairlik olunca Muhibbî’nin kendi şiirleri hakkında söyledikleri ile çevresindeki şairlerin onun hakkında söylediklerine bigâne kalamazdık. Bu konular üzerinde biraz ayrıntılı durduysak sebebi şairin elde mevcut divanıdır. Hayatı cephede geçen bir hükümdarın sanat vadisinde nasıl bir hükümdar olduğunu görmek ve göstermek en azından bir esere saygı ifadesidir. Eksiklerimiz, kusurlarımız olabilir, vardır. Bu konudaki uyarıları beklediğimizi ifade etmek isteriz.
PROF. DR. MAHMUT KAPLAN
Haziran 2012
Giriş
MUHİBBİ, ŞİİR SÖYLEMEYE başladığında Osmanlı ülkesinde şiir, İran etkisinden kurtularak özgün bir sanat olma mertebesine varmış; divan şairleri rüştlerini ispatlayarak Acem şairleriyle boy ölçüşecek hale gelmişlerdi. Tezkirecilik Anadolu’da yerleşmiş; Sehi Bey, Âşık Çelebi, Latifi ve Kınalızâde Haşan Çelebi önemli tezkireler kaleme almışlardı. Tezkireciler, yakın çevrelerinden başlamak üzere, eserlerini okudukları şairleri tenkit süzgecinden geçirerek ayırt etmeye başlamış; şairleri, kimi zaman adeta kategorilere ayırarak değerlendirme olgunluğuna erişmişlerdi. Bu tezkire müellifleri, eserlerinde diğer şairler gibi padişah-şairlerin eserlerini de inceleyerek düşüncelerini belirtmişlerdi.
Padişah-şairler arasında önemli bir yere, şairler nezdinde de en hacimli divana sahip olan Kanunî Sultan Süleyman, 1495 yılında Trabzon’da dünyaya geldi. Daha 15 yaşındayken Kefe Sancakbeyliğine getirildi. 18 yaşında Manisa Sancakbeyliğine atandı. Henüz 25 yaşındayken babası Yavuz Sultan Selim’in vefatı üzerine Osmanlı tahtına onuncu hükümdar olarak oturdu. 46 yıl zafer ve ihtişamla dolu bir hükümdarlık yaptı. Osmanlı Devleti sınırları onun zamanında kemal derecesini buldu. Onun, zaferleriyle hiçbir zaman gurura kapılmadığını, amacının ilâ-yı kelimetullah olduğunu,
Gayret-i İslâm içindir kıldığım azm-i sefer
Hak bilir kim etmedim ben anı milk-ü ad için
beytinden anlıyoruz.
Bir hükümdar olarak şair, âlim ve sanatkârları korumuş, onlara elden geldiği kadar destek olmuş, devlet katında itibar göstermiştir. Onun himaye halkasında döneminin birçok şairi yer almıştır. Şairleri özellikle korumuş, maaş bağlayarak rahat bir ortamda eser vermelerine zemin hazırlamıştır. Hayâlı Bey ona yirmi kaside sunmuş, Bâkî en güzel şiirlerini yine ona sunmuştur. Fuzulî, Bağdad’ı fetheden hükümdarı “Gül Kasidesi” ile karşılamıştır. Hadîdî, Tatavlalı Mahremi, Niğdeli Hâki, Eyyûbî, Gubârî, Nev’i, Hâleti ve Senâyi gibi şairler onun zaferlerini anlatan Süleyman-nâmeler kaleme almışlardır.
Muhibbi’yi yazarken ondan bahseden tezkirelere başvurmak zarureti olduğu açıktır. Genel olarak baktığımızda tezkirecilerin, hükümdarın hakkını teslim etmenin ötesinde şiirlerini samimiyetle değerlendirdiklerini ve önemli tespitlerde bulundukları söyleyebiliriz.
Sehi Bey, “anlara şi’r isnâd itmek terk-i edeb ve küstahlığa sebebdür. Gâyet-i fazilet ve belâgatlerinden ruzmerre söylenen her bir sözleri vezn olsa bir harfi artuk eksük bulınmaz. Külli kelimâtı mevzûndur. Anlarun azamet ve haşmetin ve fazîlet-i fesâhatin hâme-i sühan-güzâr ü tîz-reftâr niçe bin yıl sahrâ-i kâfûrda ve kalem-i dü zebân-ı seri’ül-beyân u serî ü’l-lisân mânend-i lûlû-yi mensûr tahrîr ve takrir eyle- se ayân ve beyân eylemeğe mecâl kalmak ve i’lân-ı kîl ü kâlitmek emr-i muhâldür”’ sözleri ile şaîr-hükümdarı yüceltir. Sehi Bey, padişahın her sözünün aslında mevzun olduğunu söylemekle bir bakıma Muhibbî’nin çok şiir söylediğini ima etmiş oluyordu.
Âşık Çelebi, “Hakka ki fırâz-ı küngür-i eyvân-ı saltanatda iken şi’rlerinde dervişlik rûyı ve meskenet buyı, şevk manîsi ve ‘ışk çâşnîsi, derd şivesi ve fenâ ‘işvesi vardur. Bazı şi’rleri ter- cemân-ı lisânü’1-gaybdur ve ba’zı erbâb-u düveli mülhemûn mûcibince mahz-ı ilhâm-ı İlâhî idügı bî-reybdür.”
Âşık Çelebi, Muhibbî’nin dervişlik eğilimini isabetle tespit etmiş bulunmaktadır. Divan incelenince şairin güçlü bir tasavvuf eğilimi olduğunu görürüz.
Latifi, “Nâzük edâ ve rengîn el Fârisi ve Türkî hub eş’ârı ve nâzük güftârı vardur” sözleriyle Muhibbî’nin şiirlerini “nazik,” “edalı” ve “rengîn” sıfatları ile nitelemektedir. Bu sıfatlar, tezkire yazarlarının şiir vasfındaki kanaatlerini, değer yargılarını ifade eder. Latifi, Muhibbî’nin ince, renkli hayalleri olduğunu belirtir. Şiirlerinin ses bakımından başarılı ve ahenkli olduğu hususundaki sözlerinin büyük ölçüde isabetli olduğu da şiirler okununca apaçık görülür.
Ahdi’nin Muhibbi hakkındaki değerlendirmeleri şöyle- dir: “El-hak ol kân-ı ma’rifetün ve menba’-ı ‘adâletün tab’-ı şerifleri şi’re mâ’il ve zihn-i latifleri gâyetde nazm ile kâmil ve muhibb-i fukarâ olduklarına binâen mahlas-ı hümâyûnları Muhibbî’dür.Türkî dilinde eş’âr-ı bî-nihâyesi hûb ve zebân-ı Fârisîde güftâr-ı bî-gâyesi mergûbdur.”