İlk karşılaşma anı mor salkımlı köşkün merdivenlerinde oluyor…
Mustafa Kemal yukarı basamakta, aşağıda ise Latife…
İlk o an…
İşte ilk bakışlar…
Yangının ilk tutuşma vaktidir bu…
Latife’nin, yüreğindeki şaşkınlık, heyecan, şükranla karışık bu duygu selini bastırması mümkün değil.
Kendisine uzanmış eli görünce, ‘öpeyim’ diye sarılıyor Latife…
Ama izin yok…
‘Küçük Hanım ben el öptürmem, hanımların eli öpülür’ diyor Mustafa Kemal…
Sessizlik sarıyor ruhları ve koyu bir derinlik esir alıyor ikisini de…
Birkaç saniye sonra çözülüyor dilleri….
Latife durmadan teşekkür ediyor….
Sonra o aşkın izlerini görüyor Mustafa Kemal ve madalyona takılıyor gözleri…
Boynundaki madalyonda kendi resmini taşıdığını görüyor şaşkınlıkla…
***
LATİFE HANIM IN YEĞENİ MEHMET SADIK ÖKE’NİN
Önsözü
2005 yılı Uşşakizade Ailesi vârisleri açısından karışık ve sıkıntılı bir yıldı. Zira; 1975 yılında vefat eden teyzemiz-halamız Latife Uşşakinin Türk Tarih Kurumuna ailemiz tarafından verilen anıları üzerine, mahkeme tarafından 1980 yılında konulan 25 yıllık yayın yasağı sona ermek üzereydi. Bu sırada kamuoyunda çeşitli kesimlerce yerli yersiz konuşmalar yapılıyor, gazetelerde köşe yazarlarınca akıllı akılsız yazılar yazılıyor ve saçma sapan fikirler ileri sürülüyordu.
Bu mesnetsiz fikirler 25 yıllık yayın yasağına istinaden gündeme getiriliyor ancak gerçekleri aileye sormak, ailenin neden bu kâğıtları Türk Tarih Kurumuna verdiğini araştırmak, mahkemenin hangi nedenle yayın yasağı koyduğunu sorgulamak bir yana, ne mahkemesi olduğunu araştırmak bile kimsenin aklına gelmiyordu. Kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle içinde Atatürk aleyhine yazılar olabileceği ve hükümetin bu kâğıtlara el koyduğu söylentileri pompalanarak, ulu önder Atatürk’ü ve eşinin ailesini siyasi bir kamplaşmanın içine çekmeye çalışıyorlardı. Türk Tarih Kurumu adına belgeleri inceleyen Ord. Prof. Reşat Kaynarın, ‘Latife Hanım’ın belgeleri olmadan Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluş tarihi yazılamaz’ ve ‘bu anılar kimi yerde Latife Hanım m bazı hissî feveranlarını içermekle birlikte birincil elden belgedirler ifadesine rağmen, kafa karıştırıcı anlatımlar gazetelere ve belgesellere konu olmaya devam ediyordu.
Hiç kimse, 25 sene önce Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk için tehlikeli! olabilecek bir şeyin nasıl olup da 25 sene sonra tehlikesiz olup açıklanabileceği gerçeğini sorgulamıyordu bile. Elbette yazılanlarda böyle bir tehlike yoktu. Ama kimin umurunda!.. O günlüklerde ve mektuplarda bir dönem ve büyük bir aşk vardı. Hüzünlü, yarım yüzyılı devirmiş bir aşk. Modem bir genç kadının aşkı ve birey olma savaşının getirdiği zorluklara bir de bir ülkenin kurtuluşu aşamasındaki zorluklar ve reisicumhur eşi olmanın getirdiği ek yükleri düşünün. Tüm bunlara kocasının dayanılmaz karizması ve genç kadının sevdiği adamı elbette kıskanmasının ve yeni bir devlet kurmak için delicesine çalışan kocasının sağlığını koruma çabasının getirdiği zorluklar da cabası. Kimin dost görünüp aslında düşman olduğu, kimin kocasının, paşasının sağlığını bozduğu… İşte tüm bunlar. Acı bir hayat, acı bir aşk…
Gerçekler ve günün şartları, sansasyonel haber açlığıyla savaşa hazır medyamızı pek de fazla ilgilendirmiyordu. Latife Hanım intihar ettiği söylenen Fikriye Hanım gibi romantizm açlığımızı giderebilecek bir kadın değildi onlara göre. Mustafa Kemal’in ileride Türk kadınında görmek istediği hasletleri boşanma pahasına bulduğu karısını neden seçtiğini, onda ne bulduğunu neden başkası ile değil de özellikle onunla evlenmek istediğini anlamaya çalışmaktan bile kaçan bir anlayış! Hatta Fikriye Hamını ve Zübeyde Hanım’ı gerçek manada “tanımayı reddediş. İşte bu ortam içinde yıllarca Avrupa’yı dolaşmış, hukuk okumuş Latife Hanım’ı, Ataya hayatı zehir eden şirret ve şımarık, aklı havada bir genç kız olarak göstermeye çalışarak küçük düşürüp ulu önderi yücelteceğini zannederken, aslında eşi nezdinde modern Türk kadınını ve ne yazık ki farkında olmadan Atatürk’ü de küçülten, 1935 li yılların tek parti tek adam zihniyetinde, erkek egemen, şoven ve faşizan yaklaşımlarla örülmüş bir aymazlık…
işte bu noktada 2007 yılında, bir kitapçıda Fatih Bayhan imzasıyla “Latife Hanımın Kâğıtları” adlı eseri gördüm. İlk hissettiğim, her zaman olduğu gibi eyvah acaba bu sefer ne felaket yazmışlar korkusu ve üzüntüsü oldu. Ancak kitabı elime aldığımda, sonradan tanıştığım zarif eşi Selma Hanıma ithaf edilmiş olduğunu fark ettim. Yazar bir kadın olmasa da kadın duyarlığını yabana atmayan biriydi. Kitabı aldım ve okudum. Eserin derin bir araştırma içeren dengeli, zarif ve samimi bir çalışma olduğunu söylemek bile hafif kalabilir. Gerçekler aile dışından objektif bir gözle anlatılarak kaleme alınmış ama bu sırada birbirlerine olan duyguları ve dönem gerçekleri tahrif ve tahrip edilmeden yerli yerine yerleştirilmişti. Kitabı annem Gülümser Öke ye verdim ve annem her satırı dikkatle inceledi. Sonuçta kitabın yazarı ile tanışmak istediğini söyledi, çünkü tebrik ve teşekkür etmek istemişti. O sırada kanser sebebi ile ağır bir tedavi görmesine rağmen tanışmaya muvaffak oldular, özellikle kitabı eşine ithaf ettiği için sevgili Fatih’i annem çok takdir etmişti.
O günden bu güne dört hatta beş sene geçti. Şimdi ailelerine sevgili küçük Aras da katıldı. Mutlulukları hep artarak daim olsun inşallah. O zaman başlayan dostluğumuz hep kuvvetlenerek devam edip annemin de vasiyeti ile “Teyzem Latife” adlı röportaj, kitaba dönüştü. Ama arada Mustafa Kemal’i ve dönemi daha iyi anlamak adına inanılmaz bir özveri ile ince ince araştırılarak hazırlanmış “Fikriye Hanım” ve “Zübeyde Hanım” isimli iki kitap daha ortaya çıkardı Fatih. Bugünün en önemli sorununun, Mustafa Kemal’i doğru anlayabilmek olduğunu gördüğü için, onun coşkun ruhunun kilitlerini açabilecek kadınları kaleme aldı. Bugün mesele Mustafa Kemal’i saymak ya da körü körüne sevmek değil, onu anlayabilmektir. Onu bugünün şartlarında yargılayarak değil de, o günlerin penceresinden değerlendirebilmek için zamana bir noktalı virgül koymaya ihtiyaç var. Bu da ancak, Mustafa Kemal’in düşünce dünyasının temellerini atarak ona yön veren duygu dünyasını kavramakla başarılabilir. Bu zorlu iş ancak çocukluk aşkı annesini, gençlik aşkı Fikriye’yi ve ölümüne kadar âşık olduğu yegâne kadın olan Latife’yi anlamaya ve anlatmaya çalışmaktan daha iyi yapılabilir mi?.. 1930 yılında, Serbest Fırkanın kuruluşu esnasında yeniden barışma durumu söz konusu olunca, Latife Hanım bu teklifi kendince belki de haklı sebeplerle reddettiğinde, ‘Gel gitme kadın şarkısını gramofondan dinleyerek bir hafta ağlayan bir erkeğin aşkının derinliğini sorgulamak herhalde kimsenin haddine değildir. Bununla birlikte bunu araştırmak ve yerine yerleştirmek de boynumuzun borcudur.
İşte şimdi elinizde buluna güzel eser, bu duygularla kaleme alınmış bir bütünleme olarak karşınızda. Mustafa Kemal-Latife aşkının derinliklerine dalarken trajik bir dönemi; bir imparatorluğun sonunu, ümitsizlikten doğan umudu ve yepyeni bir devletin kuruluşunun sancılarını, tarihin bu müstesna şahsiyetinin etrafındaki insanların, ailesinin gerçeklerini okuyacaksınız. Zamanının ötesine taşan insanlara ve onların aşkına tanık olacaksınız. Teşekkürler sevgili arkadaşım. İyi ki varsın. Teşekkürlerimle…
Mehmet Sadık ÖKE
Latife Uşşak’nin yeğeni
21.12.2011
Bomonti /İstanbul
***
KARARIM KATIDIR, BOŞANIYORUZ
Gecenin derin sessizliğini bozan o gürültülü kavga, hiç bitmeyecek bir karanlığın başlangıcıydı. Ankara’nın geceye yaslanan soğuğu, Çankaya tepelerinde uğultuyla dolanıyor, açık gördüğü kapıları bir bir vurup geçiyordu. Köşkün bahçesine kurulu çilingir sofrasında kimse kalmamıştı. Masa örtüsü esen rüzgârla bir o yana bir bu yana savruluyor, yarım bırakılmış sigaralar yere düşüyordu. Zeytinyağlı mezeler, beyaz leblebi ve peynir tabaklarıyla bir hayalet sofrasına dönüşen masada, bir süre önce şen şakrak bir sohbet yaşanıyor, kahkahalar az aşağıdaki sokaktan duyuluyor, zaman zaman ud ve piyano eşliğinde şarkılar söyleniyordu.
“Bunu da mı görecektim…” diye hıçkırıklara boğulan Latife, Çankaya’nın sessizliğini bozmak istercesine bağırıyor, ayaklarını haşince ahşap köşkün yer karolarına vuruyordu. Bir ara bu bağrışmaya bir cam kırığı sesi karıştı.
Latife, parmaklarını sürekli birbirine kenetliyor, terleyen avuç içlerini yüzüne siliyor ve durmaksızın ağlıyordu. Bu sinir harbinde tuvalet aynasının önündeki güzellik aynasını bir hışımla fırlatmış ve ayna kırılmıştı…
“Bunlar da mı başıma gelecekti… Bunu da mı görecektim.
Odasına kapanmıştı. Odanın içinde dört dönüyor, bir türlü ne yapacağına karar veremiyordu. Onun bu halini frenleyemeyen kardeşi İsmail’in eşi Melahat da köşkteydi. O olmasaydı kime sarılıp gözyaşı dökebilirdi…
Kapıyı hızla açtı ve üzgün olduğu her halinden belli olan Melahat a sarılarak hıçkırıklarla ağladı.
“Neden hep benim başıma geliyor bu sorunlar? Neden beni buluyor tüm dertler? Ben mutluluğu neden yakalayamıyorum?” diye gözyaşı ile ıslanan dudaklarından bu sözler dökülüyordu.
Haksız da değildi Latife, henüz yirmisinde bir genç kızdı o. Ne kadar okumuş, kültürlü, eğitimli olursa olsun, sonuçta yaşının getirdiği sorumlulukların çok üstünde bir hayatın içindeydi. Bu hayat şartları onu erken olgunlaşmak zorunda bırakmışsa da, nihayetinde bir genç kızdı. Savaş ortamının tüm çocukları gibi erken büyümüştü. Onun yaşıtı erkek çocukları daha bıyıkları yeni terlemeye başlamışken orduya katılmış, birçok cephede çarpışmak zorunda kalan milletin Kurtuluş Savaşında hayatı ve yaşamayı öğrenmeden, ölümü ve gözyaşını tanımıştı.
Genç kız, ailesiyle birlikte doğup büyüdüğü İzmir’i ve ülkesini, yaşanan Yunan ve İngiliz işgali yüzünden terk etmek zorunda kalmış, ne olacağı belirsiz bir geleceğe doğru akıp gitmişti* Yurda yeniden döndüğünde ise İzmir’in muzaffer komutanıyla tanışmış ve evlenmişti. Babasının her türlü itirazına rağmen tutkuyla bağlandığı Mustafa Kemale’ hayır diyememiş ve hayatını birleştirmişti. Bir genç kızın savaş ortamında yaşadığı evlilikte neler olabilirdi? Birlikte el ele tutuşup kırlara açılabilir, fayton gezintisine çıkıp fotoğraf çektirebilir, balayı gezisinde saadetli günler mi yaşayabilirdi? Latife, evliliğine dair bir kare fotoğrafın dahi çekilemediği bir nikâh yapmıştı. Nikâh gecesini mutfakta geçirmiş, ertesi gün resmî seyahate çıkmak zorunda kalmıştı. Ama babası onu daha işin başındayken uyarmıştı; “sıradan bir insanla evlilik yapmıyorsun, normal bir yaşantın olmayacak, yarın ayrılmak zorunda kalırsan bana dert yanma.” İlk aylar güzel ve hızlı geçti, ancak yirmi yaşındaki bir genç kız için ortam oldukça ağırdı. Yeni bir devlet kuruluyor, yeni anayasa şekilleniyor, dünyayla her şey yeniden kuruluyordu. Bu ortam, özel aile ilişkilerine pek de fırsat vermedi. Hızlı geçen 2,5 yılda güzel günler yaşanmıştı ama kim bilir kaç defa ayrılığın eşiğinden dönülmüştü. Kaç gece kavgalar yaşanmış, seyahatler zehir olmuştu. İşte bu gece, zihninde sürekli yeni devletin şekillenmesiyle meşgul asker yöneticinin, bir türlü kuramadığını itiraf ettiği ailesinin büyük depremi yaşadığı gün oldu.
Latife, Melahat ile uzun süre ağlaştı. Ancak bir yandan da sonrasını düşünüyordu. Şimdi ne olacaktı? Çünkü Mustafa Kemal, o tartışmanın sonrasında köşkten ayrılmıştı. Çocuksu yanıyla sordu, “Dönecek tabii değil mi Melahat? Burası onun evi, ben de onun karışıyım. Dönecek değil mi?” diyordu.
Melahat, olan bitenin şaşkınlığı içinde ne yapacağını şaşırmış bir haldeydi. Bir yandan da sürekli gözyaşı döken Latife yi teskin etmeye çalışıyordu.
“Dönecektir elbet Latife. Sen müsterih ol, aile içinde olur böyle tartışmalar. Ama sabah olduğunda her şey düzene girer, Paşa makul adamdır, sen müsterih ol, hadi artık ağlama!” dedi.
Latife, teskin edici sözler üzerine biraz olsun rahatlamış buldu kendisini. Ama içten içe, “geri dönüşü olmayan bir yola girdiği” hissini yaşıyordu. O son bakışı aklına geldi Paşanın ve tekrar ağlamaya başladı…
“Melahat ne olacak böyle? Ne olacak bir şeyler söyle haydi!.. Sabah olduğunda her şey eskisi gibi olacak mı? Emin misin” diye tekrar ağlamaya başladı…
Melahat, omzuna eğilmiş gözyaşlarına boğulan Latife’nin saçlarını büyük bir şefkatle okşuyor, “Benim güzel kardeşim, ne olurdu biraz sakinleşseydiniz, ne olurdu, hem o kadar insan vardı masada, sana kaç kez söyledim Latife, biraz sakin ol. O bir erkek, unutma sakın bunu. Bir de onun devlet başkanı olduğunu düşün, tamam sen onun eşisin ama onu da bu kadar sıkma. Paşa da bir an olsun kızdı işte. Bir de alkol var, zaten her şeyin asıl müsebbibi o değil mi? Adam içmek istiyor, neden bu kadar engellemeye çalışıyorsun. A kızım, aklı başında bir adam, koca devleti yönetiyor, askeri yönetiyor, sen de durmadan adamın kurulu masasına müdahale ediyorsun. Bir daha yapma olur mu? Hadi ağlama artık… Gel şöyle otur bakalım. .. Otur haydi, otur bak sana şöyle bir bardak su getireyim, hele bir iç, kendine gel biraz, öyle konuşalım olur mu?’ Melahat, Latife’yi salondaki kanepeye yatırdı ve mutfaktan ılık bir bardak su getirerek içirmeye çalıştı. Belki bu su ile bir nebze olsun kendine gelir, toparlanır. Yoksa kız harap olacak, diye düşünüyordu.
Latife, haydi kaldır canım başını, şu suyu içer misin? Haydi, lütfen ama…”
Latifenin başını iki eliyle kaldıran Melahat, masaya bıraktığı bardağı aldı ve suyu bir çocuk gibi Latife’ye içirmeye başladı. “Dur yavaş, tamam içiyorum, dur…”
Ilık su iyi gelmişti Latife ye… Ama şimdi de müthiş bir başağrısı başlamıştı. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Göz çeperleri kırmızıya çalmış, akan rimelleri yüzünde siyah bir çizgi bırakmıştı. Kucağına uzanan Latife yi bir çocuk gibi teskin etmeye devam eden Melahat, köşkteki sessizlikten rahatsız olmuştu. Uzun zamandır bu sessizlik vardı köşkte ama nasılsa onu hiç bu kadar rahatsız etmemişti. Gece olmuş ve vakit hayli ilerlemişti. Göz ucuyla pencereden dışarıya baktı. Hava simsiyahtı ve her şeyi biraz daha tekinsizleştiren kesif bir sis vardı. Yaverler, kapıdaki nöbetçiler yerinde duruyordur herhalde diye düşündü. Sonra tekrar Latife ye sarıldı, “Benim canım kardeşim…” dedi.
Latife nin gözyaşları dinmiş, kanepede Melahat’ın kucağında uyuyakalmıştı. Melahat da, Latife’nin bu halini bozmak istememiş, yarı uyur, yarı uyanık vaziyette salonda kalmıştı.
Olaya tanık olanlar neler düşünmüştü kim bilir? Melahat’ın eşi İsmail, masada Kâzım Paşa, İsmet Paşa, Alman Maslahatgüzarı, Amerika Maslahatgüzarı… Aman Allah’ım biz ne yaşadık bu gece böyle, diyerek içten içe olan biteni anlamaya çalışıyordu Melahat. İsmail salona girdi, herkesin köşkten ayrıldığını söyledi Melahata. Misafirleri de o uğurlamıştı. “Latife nasıl?” diye sordu.
“Latife şimdi iyi, ama çok üzgün İsmail. Neler oldu böyle. Misafirler bir şey söyledi mi?”
İsmail de endişeliydi.
“Melahat, sen de kendini harap etme, olan oldu. Artık sabah bakalım. Latife zaten çok harap olmuş durumda. Baksana, gözakları şişmiş ağlamaktan. Allah’ım! Babam bu halimizi görse bize ne derdi acaba? Ah benim canım Latifem, ah güzel ablacığım…” diye söylenip durdu.
DİREKSİYON BİNASI
Mustafa Kemal, bir hışımla çıktığı köşkten yaverlerle birlikte ayrılmıştı. Yaver,
“Güzergâhımız nereye Paşam?” diye sorduğunda cevap veremedi Paşa…
“Sür çocuk sür, bakalım nereye gideceğiz,” diyebildi.
O da olan bitenden çok rahatsızdı. “Evlendik ama bunu yürütmek bana göre değil” sözleri kulaklarında çınlıyordu. Bir akşam silah arkadaşlarıyla oturduğu masada söz evlilikten açıldığında söylemişti bunu. O söz şimdi kaderine dönüşecekti belki, ama karar vermekte zorlanıyordu. ‘Şimdi bu halde değil. Böyle olmaz’ Bir sigara yaktı…
Araba, Çankaya’nın sırtlarından şehir merkezine doğru ağır aksak ilerliyordu. Gecenin sessiz çığlığını bozan hiçbir şey yoktu sanki. Yaver ve şoförün de ağzını bıçak açmıyordu. Çünkü onlar Paşanın huyunu suyunu kapmışlardı. Kızgın olduğunda susarak ve sadece ne emrederse onu yaparak bir sinir kazasına kurban gitmek istemiyorlardı. Hem Paşa alkol almıştı, bu halde kızar da sever de, ama sabah olduğunda birkaç…