DA VINCI ŞİFRESİ DAN BROWN

Robert Lang­don ya­vaş­ça uyan­dı.
Ka­ran­lık­ta bir te­le­fon ça­lı­yor­du, tiz ve ta­nı­dık gel­me­yen bir zil se­siy­di. Ba­şu­cun­da­ki lam­ba­ya doğ­ru uza­nıp aç­tı. Göz­le­ri­ni kı­sa­rak et­ra­fa bak­tı­ğın­da, XVI. Lo­uis tar­zı mo­bil­ya­lar­la dö­şen­miş, du­var­la­rın­da el bo­ya­ma­sı fresk­ler ve ma­un­dan ya­pıl­mış de­va­sa bir ya­tak bu­lu­nan, lüks bir Rö­ne­sans ya­tak oda­sı gör­dü.
Han­gi ce­hen­nem­de­yim?
Şi­fo­ni­ye­rin üs­tün­de du­ran ko­yu kır­mı­zı bor­no­zun üs­tün­de, HO­TEL RITZ PA­RİS eti­ke­ti var­dı.
Sis per­de­si ya­vaş­ça kalk­ma­ya baş­la­mış­tı.
Lang­don ahi­ze­yi kal­dır­dı. “Alo?”
Bir er­kek se­si, “Bay Lang­don?” de­di. “Uma­rım si­zi uyan­dır­ma­mı­şım­dır.”
Lang­don ser­sem­le­miş bir hal­de ba­şu­cun­da­ki sa­ate bak­tı. 00.32’yi gös­te­ri­yor­du. Yal­nız­ca bir sa­at­tir uyu­yor­du ama ken­di­ni ölü gi­bi his­se­di­yor­du.
“Re­sep­si­yon­dan arı­yo­rum efen­dim. Ra­hat­sız et­ti­ğim için özür di­le­rim, fa­kat bir zi­ya­ret­çi­niz var. Acil ol­du­ğu ko­nu­sun­da ıs­rar edi­yor.”
Lang­don hâ­lâ ken­di­ne ge­le­me­miş­ti. Bir zi­ya­ret­çi mi? Ba­kış­la­rı, ko­mo­di­nin üs­tün­de­ki bu­ru­şuk el ila­nı­na sa­bit­len­di.
PA­RİS AME­Rİ­KAN ÜNİ­VER­Sİ­TE­Sİ
İf­ti­har­la su­nar
HAR­VARD ÜNİ­VER­Sİ­TE­Sİ, Dİ­Nİ SİM­GE­Bİ­LİM PRO­FE­SÖ­RÜ
RO­BERT LANG­DON ile BİR AK­ŞAM
Lang­don in­le­di. Bu ak­şam­ki se­mi­ner -Chart­res Ka­ted­ra­li taş­la­rı ara­sı­na sak­lan­mış ba­zı pa­gan sem­bol­le­ri ile il­gi­li bir dia gös­te­ri­si- se­yir­ci­ler ara­sın­da­ki ba­zı mu­ha­fa­za­kâr tip­le­ri kız­dır­mış ol­ma­lıy­dı. Her­hal­de ko­yu din­dar bir alim, bi­raz kav­ga et­mek için onu kal­dı­ğı ye­re ka­dar ta­kip et­miş­ti.
Lang­don, “Üz­gü­nüm,” de­di. “Ama çok yor­gu­num ve…”
Ses to­nu­nu al­çal­tıp, fı­sıl­da­ya­rak ko­nu­şan re­sep­si­yon gö­rev­li­si, “Fa­kat efen­dim,” di­ye ıs­rar et­ti. “Zi­ya­ret­çi­niz önem­li bir adam.”
Lang­don bi­raz du­rak­sa­dı. Di­ni tab­lo­lar ve sim­ge­bi­lim kül­tü hak­kın­da yaz­dı­ğı ki­tap­lar onu sa­nat dün­ya­sın­da is­te­me­se de ün­lü bi­ri ha­li­ne ge­tir­miş­ti. Üs­te­lik ge­çen yıl Va­ti­kan’da ka­rış­tı­ğı ve ge­niş­çe ha­ber ya­pı­lan ha­di­se, ünü­nü yüz­ler­ce kez ar­tır­mış­tı. O gün­den be­ri ka­pı­sı­na da­ya­nan ken­di­ni be­ğen­miş ta­rih­çi­ler­le, sa­nat me­rak­lı­la­rı­nın ar­ka­sı ke­sil­mi­yor­du.
Ne­za­ke­ti el­den bı­rak­ma­ma­ya özen gös­te­ren Lang­don, “Ri­ca et­sem,” de­di. “Bu ki­şi­nin is­mi­ni ve te­le­fon nu­ma­ra­sı­nı alıp sa­lı gü­nü Pa­ris’ten ay­rıl­ma­dan ön­ce ken­di­si­ni ara­ya­ca­ğı­mı söy­le­ye­bi­lir mi­si­niz? Te­şek­kür ede­rim.” Re­sep­si­yon gö­rev­li­si iti­raz ede­me­den te­le­fo­nu ka­pat­tı.
Ar­tık ya­tak­ta otu­ran Lang­don, ka­pa­ğın­da IŞIK­LAR ŞEH­RİN­DE BE­BEK­LER Gİ­Bİ UYU­YUN. PA­RİS RITZ’DE UY­KU, di­ye­rek övü­nen Mi­sa­fir İliş­ki­le­ri Bro­şü­rü’ne kaş­la­rı­nı ça­ta­rak bak­tı. Ar­ka­sı­nı dö­nüp, oda­nın di­ğer ucun­da­ki boy ay­na­sı­na yor­gun göz­ler­le bak­tı. Kar­şı­sın­da ona ba­kan adam -saç­la­rı da­ğıl­mış ve bit­kin- bir ya­ban­cıy­dı.
Ta­ti­le ih­ti­ya­cın var Ro­bert.
Ge­çen yıl on­dan çok şey gö­tür­müş­tü ama ay­na­la­rın bu­nu is­pat et­me­si ho­şu­na git­mi­yor­du. Ge­nel­de sert ba­kan göz­le­ri bu ge­ce bu­la­nık ve içi­ne çök­müş gö­rü­nü­yor­du. Kir­li sa­ka­lı çe­ne­si­ni ve gam­ze­li ya­nak­la­rı­nı ört­müş­tü. Şa­kak­la­rın­da­ki gri­ler art­ma­ya, sim­si­yah saç­la­rı­nın iç­le­ri­ne so­kul­ma­ya baş­la­mış­tı. Ba­yan mes­lek­taş­la­rı, gri saç­la­rın bi­lim ada­mı gö­rün­tü­sü­nü vur­gu­la­dı­ğı hu­su­sun­da ıs­rar et­se­ler de, Lang­don du­ru­mu çok da­ha iyi an­lı­yor­du.
Bos­ton Ma­ga­zi­ne be­ni böy­le bir gör­sey­di.
Ge­çen ay Bos­ton Ma­ga­zi­ne, Lang­don’ı mah­cup ede­rek onun is­mi­ni, en faz­la me­rak uyan­dı­ran on ki­şi ara­sın­da yaz­mış­tı… ne işe ya­ra­dı­ğı an­la­şıl­maz bu onur onu, Har­vard’lı mes­lek­taş­la­rı­nın at­tı­ğı taş­la­rın he­de­fi ha­li­ne ge­tir­miş­ti. Bu ge­ce, ev­den dört bin beş yüz ki­lo­met­re uzak­ta, bu pa­ye onu ken­di ver­di­ği se­mi­ner­de av­la­mak üze­re ye­ni­den yü­ze­ye çık­mış­tı.
Pa­ris Ame­ri­kan Üni­ver­si­te­si’nin, Da­up­hi­ne Sa­lo­nu’nda­ki ev sa­hi­be­si, “Ba­yan­lar bay­lar…” di­ye du­yur­muş­tu. “Bu ak­şam­ki ko­nu­ğu­mu­zun ta­nı­tıl­ma­ya ih­ti­ya­cı yok. Ken­di­si sa­yı­sız ki­ta­bın ya­za­rı­dır: Giz­li Mez­hep­le­rin Sem­bo­lo­ji­le­ri, Il­lu­mi­na­ti Sa­na­tı, İde­og­ram­la­rın Kay­bo­lan Di­li ve Di­ni İko­no­lo­ji ki­tap­la­rı­nın ya­za­rı ol­du­ğu­nu söy­le­di­ğim­de abart­mış sa­yıl­mam. Pek ço­ğu­nuz sı­nıf­lar­da onun yaz­dı­ğı ki­tap­la­rı oku­yor­su­nuz.”
Ka­la­ba­lık­ta­ki öğ­ren­ci­ler ha­ra­ret­le baş­la­rı­nı sal­la­dı­lar.
“Bu ge­ce ken­di­si­ni et­ki­le­yi­ci öz­geç­mi­şi­ni an­la­ta­rak ta­nıt­ma­yı plan­la­mış­tım. Ama…” Mu­zip ba­kış­la­rı­nı sah­ne­de otu­ran Lang­don’a çe­vir­miş­ti. “Din­le­yi­ci­ler­den bi­ri az ön­ce ba­na çok da­ha faz­la­sı­nı ver­di… il­ginç bir ta­nı­tı­ma ne der­si­niz?”
Bos­ton Ma­ga­zi­ne’in bir kop­ya­sı­nı elin­de tu­tu­yor­du.
Lang­don kor­kuy­la ir­kil­miş­ti. Bu­nu han­gi ce­hen­nem­den bul­du?
Ev sa­hi­be­si bu­da­la ma­ka­le­den seç­ti­ği pa­saj­la­rı oku­duk­ça, Lang­don san­dal­ye­sin­de bi­raz da­ha bü­zü­lü­yor­du. Otuz sa­ni­ye son­ra ka­la­ba­lık sı­rıt­ma­ya baş­la­mış­tı ve ka­dı­nın sus­ma­ya ni­ye­ti yok­tu. “Ay­rı­ca Bay Lang­don’ın, ge­çen yıl Va­ti­kan’da­ki kar­di­nal­ler mec­li­sin­de al­dı­ğı alı­şıl­ma­dık rol ko­nu­sun­da ko­nuş­ma­yı red­det­me­si ona me­rak sa­ya­cın­da da­ha bü­yük pu­an­lar ka­zan­dı­rı­yor.” Ev sa­hi­be­si ka­la­ba­lı­ğı kış­kır­tı­yor­du. “Da­ha faz­la­sı­nı duy­mak is­ter mi­si­niz?”
Ka­la­ba­lık al­kış­la­dı.
Ka­dın ye­ni­den ma­ka­le­ye dal­dı­ğın­da, Lang­don ade­ta yal­va­rı­yor­du. Bi­ri onu dur­dur­sun. “Ba­zı genç onur ko­nuk­la­rı­mız gi­bi ya­kı­şık­lı ve sek­si ol­ma­sa da, kırk­lı yaş­la­rın­da­ki bu aka­de­mis­yen­de bi­lim­sel çe­ki­ci­lik­ten da­ha faz­la­sı var. Onun bü­yü­le­yi­ci­li­ği, ba­yan mes­lek­taş­la­rı­nın ‘ku­lak­la­ra çi­ko­la­ta’ di­ye ni­te­len­dir­di­ği, al­çak ve ba­ri­ton se­sin­de ya­tı­yor.”
Sa­lon kah­ka­ha­ya bo­ğul­muş­tu.
Lang­don gü­lüm­se­mek için ken­di­ni zor­la­dı. Bun­dan son­ra ne ola­ca­ğı­nı bi­li­yor­du -“Har­ris tü­vi­ti gi­yen Har­ri­son Ford” ile il­gi­li saç­ma sa­pan bir di­ze- ve o ak­şam Har­ris tü­vi­tiy­le, ba­lık­çı ­ya­ka Bur­berry’si­ni giy­me­nin sa­kın­ca­sı ol­ma­ya­ca­ğı so­nu­cu­na var­mış ol­du­ğun­dan, mü­da­ha­le et­me­ye ka­rar ver­miş­ti.
Lang­don za­man­sız bir an­da aya­ğa kal­kıp, onu pod­yu­mun ke­na­rı­na iter­ken, “Te­şek­kür­ler Mo­ni­que,” de­di. “Ger­çek­ten de Bos­ton Ma­ga­zi­ne’in uy­dur­ma hi­kâ­ye­ler yaz­mak­ta üs­tü­ne yok.” Utan­gaç bir ta­vır­la içi­ni çe­ke­rek din­le­yi­ci­le­re dön­dü. “O ma­ka­le­yi ki­min ge­tir­di­ği­ni öğ­re­ne­bi­lir­sem, kon­so­los­luk­tan sı­nır­dı­şı et­me­si­ni is­te­ye­ce­ğim.”
Ka­la­ba­lık gül­müş­tü.
“Pe­kâ­lâ, ar­ka­daş­lar he­pi­ni­zin bil­di­ği gi­bi, bu ak­şam sem­bol­le­rin gü­cü hak­kın­da ko­nuş­mak için bu­ra­da­yım…”
Lang­don’ın otel oda­sın­da ça­lan te­le­fo­nu­nun se­si, bir kez da­ha ses­siz­li­ği böl­müş­tü.
Ku­lak­la­rı­na ina­na­ma­ya­rak ho­mur­dan­dı ve te­le­fo­nu aç­tı. “Evet?”
Tah­min et­ti­ği gi­bi, ara­yan re­sep­si­yon gö­rev­li­siy­di. “Bay Lang­don, tek­rar özür di­le­rim. Mi­sa­fi­ri­ni­zin şu an oda­nı­za doğ­ru gel­mek­te ol­du­ğu­nu bil­dir­mekiçin ara­dım. Si­zi uyar­mam ge­rek­ti­ği­ni dü­şün­düm.”
Lang­don ar­tık iyi­ce ayıl­mış­tı. “Oda­ma bi­ri­ni mi gön­der­din?”
“Özür di­le­rim efen­dim, ama böy­le bir adam… onu dur­du­ra­cak yet­kim yok.”
“Bu adam tam ola­rak kim?”
Ama re­sep­si­yon gö­rev­li­si te­le­fo­nu ka­pat­mış­tı.
He­men ar­dın­dan Lang­don’ın ka­pı­sın­da güç­lü bir yum­ruk se­si du­yul­du.
Ayak par­mak­la­rı­nın sa­bun kö­pü­ğü gi­bi yu­mu­şak ha­lı­ya gö­mül­dü­ğü­nü his­se­den Lang­don ya­tak­tan güç­lük­le kalk­tı. Otel bor­no­zu­na sa­rı­nıp, ka­pı­ya git­ti. “Kim o?”
“Bay Lang­don? Si­zin­le ko­nuş­mam ge­re­ki­yor.” Ada­mın ak­san­lı bir İn­gi­liz­ce­si var­dı. Se­si tiz ve oto­ri­ter­di. “İs­mim Teğ­men Jé­rô­me Col­let. Ad­li Po­lis Mer­ke­zi’nden.”
Lang­don du­rak­sa­dı. Ad­li po­lis mi? DCPJ, ABD’de­ki FBI’ın den­giy­di.
Lang­don zin­ci­ri­ni çı­kar­ma­dan ka­pı­yı bir­kaç san­tim ara­la­dı. Kar­şı­sın­da dur­muş ona ba­kan yüz, in­ce ve te­miz­di. Son de­re­ce za­yıf olan bu adam, res­mi gö­rü­nüş­lü ma­vi bir üni­for­ma gi­yi­yor­du.
Ajan, “İçe­ri gi­re­bi­lir mi­yim?” di­ye sor­du.
Ya­ban­cı­nın fe­ri sön­müş göz­le­ri ken­di­si­ne ba­kar­ken Lang­don ne ya­pa­ca­ğı­na ka­rar ve­re­me­di. “Ne hak­kın­day­dı?”
“Yüz­ba­şım, özel bir me­se­le­de si­zin uz­man­lı­ğı­nı­za baş­vur­mak is­ti­yor.”
“Şim­di mi?” Lang­don ağ­zın­dan çı­ka­cak­la­ra hâ­kim ol­du. “Sa­at ge­ce ya­rı­sı­nı geç­ti.”
“Bu ge­ce Lo­uv­re Mü­ze­si mü­dü­rüy­le ran­de­vu­nuz ol­du­ğu doğ­ru mu?”
Lang­don bir­den kay­gı­lan­dı. O ve say­gın Mü­ze Mü­dü­rü Jac­qu­es Sa­uni­ère, Lang­don’ın o ak­şam­ki se­mi­ne­rin­den son­ra bu­luş­ma­yı plan­la­mış­lar, ama Sa­uni­ère ran­de­vu­ya gel­me­miş­ti. “Evet. Bu­nu na­sıl bil­di­niz?”
“Ran­de­vu def­te­rin­de is­mi­ni­ze rast­la­dık.”
“Uma­rım her şey yo­lun­da­dır.”
Ajan de­rin bir iç çek­ti ve ka­pı­nın dar ara­lı­ğın­dan Po­la­ro­id fo­toğ­ra­fı uzat­tı.
Lang­don fo­toğ­ra­fı gö­rün­ce, tüm vü­cu­du kas­ka­tı ke­sil­di.
Lang­don tu­haf res­me ba­kar­ken, ilk baş­ta duy­du­ğu tik­sin­me ve şok, ye­ri­ni git­tik­çe bü­yü­yen bir öf­ke­ye bı­ra­kı­yor­du. “Kim böy­le bir şey yap­mış ola­bi­lir?”
“Sim­ge­bi­lim ko­nu­sun­da­ki bil­gi­niz ve onun­la bu­luş­ma pla­nı­nı­zı göz önün­de bu­lun­du­ra­rak, bu so­ru­yu ya­nıt­la­ma­mı­za si­zin yar­dım­cı ola­ca­ğı­nı­zı ümit edi­yor­duk.”
Lang­don re­sim­den göz­le­ri­ni ayır­mı­yor­du. Duy­du­ğu deh­şe­te şim­di bir de kor­ku ek­len­miş­ti. Deh­şet ve­ri­ci ve son de­re­ce ga­rip fo­toğ­raf, hu­zu­ru­nu bo­zan bir dé­já vu his­si ve­ri­yor­du. Bir yıl ka­dar ön­ce Lang­don’ın eli­ne bir ce­se­din fo­toğ­ra­fı geç­miş ve ken­di­sin­den ben­ze­ri bir yar­dım is­ten­miş­ti. Yir­mi dört sa­at son­ra, Va­ti­kan şeh­rin­de ne­re­dey­se ha­ya­tı­nı kay­be­di­yor­du. Bu fo­toğ­raf ta­ma­mıy­la fark­lıy­dı ama yi­ne de se­nar­yo­da­ki bir şey ra­hat­sız­lık ve­re­cek de­re­ce­de ta­nı­dık ge­li­yor­du.
Ajan sa­ati­ne bak­tı. “Yüz­ba­şım bek­li­yor efen­dim.”
Lang­don, onu güç­lük­le duy­muş­tu. Göz­le­ri hâ­lâ res­me di­kil­miş du­ru­yor­du. “Bu­ra­da­ki sem­bol ve vü­cu­du­nun o ka­dar tu­haf…”
Ajan, “Du­ru­şu mu?” di­ye sor­du.
Lang­don ba­şı­nı sal­la­dı. Ka­fa­sı­nı kal­dı­rır­ken ür­per­di­ği­ni his­set­ti. “Bu­nu ya­pa­cak ki­şi­yi ha­yal ede­mi­yo­rum.”
Ajan se­rin­kan­lı gö­rü­nü­yor­du. “An­la­mı­yor­su­nuz Bay Lang­don. Bu fo­toğ­raf­ta gör­dük­le­ri­ni­zi…” Du­rak­sa­dı. “Bay Sa­uni­ère ken­di yap­tı.”Bir ki­lo­met­re öte­de, Si­las isim­li han­tal Al­bi­no, Rue La Bru­yé­re’de­ki lüks taş ko­nu­tun ön ka­pı­sın­dan to­pal­la­ya­rak geç­ti. Uy­luk­la­rı­nın he­men üs­tü­ne tak­tı­ğı kan­ca­lı ke­çe ke­mer, eti­ne iyi­ce gö­mül­müş­tü ve ru­hu, efen­di­si­ne hiz­met­te bu­lun­muş ol­ma­nın ver­di­ği tat­min­le mut­lu­luk­tan uçu­yor­du.
Acı iyi­dir.
Ko­nu­ta gi­rin­ce, kır­mı­zı göz­le­ri lo­bi­yi ta­ra­dı. Boş­tu. Ar­ka­daş­la­rı­nı uyan­dır­ma­mak için, mer­di­ven­le­ri ses­siz­ce çık­tı. Ya­tak oda­sı­nın ka­pı­sı açık­tı; bu­ra­da ki­lit­le­mek ya­sak­tı. İçe­ri gi­re­rek, ka­pı­yı ar­ka­sın­dan ka­pat­tı.
Oda sa­de dö­şen­miş­ti. Ka­ba tah­ta ze­min­de ya­tak ola­rak kul­la­nı­lan ha­sır ve çam ağa­cın­dan bir şi­fo­ni­yer var­dı. Bu haf­ta bu­ra­da mi­sa­fir­di, New York’ta ise yıl­lar­ca ben­ze­ri bir ma­bet­te kut­san­mış­tı.
Tan­rı ba­na ba­rı­nak ve ha­ya­tım için bir amaç ver­di.
Si­las bu ge­ce bor­cu­nu ge­ri öde­me­ye baş­la­dı­ğı­nı his­se­di­yor­du. He­men şi­fo­ni­ye­rin ya­nı­na gi­de­rek, en alt çek­me­ce­de­ki cep te­le­fo­nu­nu ala­rak, bir nu­ma­ra çe­vir­di.
Bir er­kek se­si, “Evet?” di­ye ce­vap ver­di.
“Öğ­ret­men’im, dön­düm.”
On­dan ha­ber al­maktan hoş­nut ol­du­ğu an­la­şı­lan ses, “Ko­nuş,” di­ye bu­yur­du.
“Dör­dü de öl­dü. Üç sé­néc­ha­ux… ve Bü­yük Üs­tat’ın ken­di­si.”
San­ki dua et­mek için ay­rıl­mış, kı­sa bir ses­siz­lik ya­şan­dı. “O hal­de, her­hal­de bil­gi­yi al­mış­sın­dır, de­ğil mi?”
“Dör­dü­nün söy­le­di­ği bir­bi­ri­ni tu­tu­yor. Ay­rı ay­rı ko­nuş­tu­lar.”
“Ve sen de on­la­ra inan­dın mı?”
“Söy­le­dik­le­ri rast­lan­tı ola­ma­ya­cak ka­dar bir­bi­ri­ni tu­tu­yor.”
He­ye­can­lı bir ne­fes se­si. “Mü­kem­mel. Kar­deş­li­ğin giz­li­lik ko­nu­sun­da­ki na­mı­nın de­vam et­me­sin­den kork­muş­tum.”
“Ölüm kor­ku­su güç­lü bir mo­ti­vas­yon ara­cı­dır.”
“Pe­kâ­lâ öğ­ren­cim, ba­na bil­mem ge­re­ke­ni söy­le.”
Si­las kur­ban­la­rın­dan top­la­dı­ğı bil­gi­nin şok et­ki­si ya­ra­ta­ca­ğı­nı bi­li­yor­du. “Öğ­ret­men’im, dör­dü de clef de voû­te’nin var ol­du­ğu­nu doğ­ru­la­dı­lar… ef­sa­ne­vi ki­lit ta­şı­nın.”
Te­le­fo­nun di­ğer ucun­da­ki hız­lı ne­fes alı­şı duy­du, Öğ­ret­men’in he­ye­ca­nı­nı his­se­de­bi­li­yor­du. “Ki­lit ta­şı. Ay­nen tah­min et­ti­ği­miz gi­bi.”
İl­me gö­re, kar­deş­lik ta­şın -bir clef de voû­te’nin… ya da ki­lit ta­şı­nın- kar­deş­li­ğin en bü­yük sır­rı­nın ni­hai mev­ki­ini gös­te­ren gra­vür­lü bir tab­le­tin ha­ri­ta­sı­nı yap­mış­tı… bu bil­gi o ka­dar güç­lüy­dü ki, onun ko­run­ma­sı kar­deş­li­ğin va­ro­lu­şu­nun se­be­bi ha­li­ne gel­miş­ti.
Öğ­ret­men, “Ki­lit ta­şı­na sa­hip ol­du­ğu­muz­da,” de­di. “Yal­nız­ca bir adım kal­mış ola­cak.”
“Dü­şün­dü­ğü­nüz­den da­ha ya­kı­nız. Ki­lit ta­şı bu­ra­da, Pa­ris’te.”
“Pa­ris’te mi? İna­nıl­maz. Faz­la­sıy­la ko­lay.”
Si­las o ak­şam da­ha ön­ce mey­da­na ge­len­le­ri an­lat­tı… kur­ban­la­rı­nın dör­dü­nün bir­den, öl­me­den sa­ni­ye­ler ön­ce, sır­la­rı­nı açık­la­ya­rak Tan­rı’sız ya­şam­la­rı­nı na­sıl ça­re­siz­ce ge­ri al­ma­ya ça­lış­tık­la­rı­nı. Her bi­ri Si­las’a tı­pa­tıp ay­nı şey­le­ri söy­le­miş­ti -ki­lit ta­şı, Pa­ris’te­ki es­ki ki­li­se­ler­den bi­ri­nin içi­ne us­ta­lık­la sak­lan­mış­tı- Sa­int-Sul­pi­ce Ki­li­se­si’ndey­di.
Öğ­ret­men, “Tan­rı’nın evi­nin içi­ne,” di­ye çığ­lık at­tı. “Bi­zim­le na­sıl da dal­ga geç­miş­ler!”
“Yüz­yıl­lar bo­yun­ca yap­tık­la­rı gi­bi.”
Öğ­ret­men bu za­fer anı­nı iyi­ce haz­me­de­bil­mek için bir sü­re ses­siz kal­dı. So­nun­da ko­nuş­tu. “Tan­rı’ya bü­yük bir hiz­met­te bu­lun­dun. Bu­nun için yüz­yıl­lar­dır bek­li­yo­ruz. Ta­şı be­nim için ele ge­çir­me­li­sin. He­men. Bu ge­ce. Teh­li­ke­le­ri bi­li­yor­sun.”
Si­las sa­yı­sız teh­li­ke ol­du­ğu­nu bi­li­yor­du ama Öğ­ret­men’in buy­ru­ğu­nu ye­ri­ne ge­tir­mek ola­nak­sız gi­biy­di. “Ki­li­se ka­le gi­bi­dir. Özel­lik­le de ge­ce­le­ri. İçe­ri na­sıl gi­re­ce­ğim?”
Öğ­ret­men mu­az­zam nü­fu­zu olan bi­ri­nin ken­din­den emin se­siy­le ya­pıl­ma­sı ge­re­ken­le­ri açık­la­dı.
Si­las te­le­fo­nu ka­pat­tı­ğın­da, te­ni bek­len­ti­nin he­ye­ca­nıy­la ür­pe­ri­yor­du.
Bir sa­at, de­di min­net­le ken­di­ne, ney­se ki Öğ­ret­men ona, Tan­rı’nın evi­ne gir­me­den ön­ce gü­nah çı­kar­ta­cak vak­ti ta­nı­mış­tı. Ru­hu­mu bu­gün iş­le­di­ği gü­nah­lar­dan arın­dır­ma­lı­yım. Bu­gün iş­le­di­ği gü­nah­la­rın kut­sal bir ama­cı var­dı. Yüz­yıl­lar­dır Tan­rı’nın düş­man­la­rı­na kar­şı sa­vaş açı­lı­yor­du. Ba­ğış­la­na­ca­ğı va­at edil­miş­ti.
Öy­le bi­le ol­sa, Si­las gü­nah­la­rı­nın ba­ğış­lan­ma­sı için fe­da­kâr­lık­ta bu­lun­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni bi­li­yor­du.
Per­de­le­ri ka­pa­ta­rak, so­yun­du ve oda­nın or­ta­sın­da diz çök­tü. Ba­şı­nı aşa­ğı eğe­rek, kal­ça­sı­nın et­ra­fı­na do­la­nan ke­çe ke­me­re bak­tı. Ta­rîk’in tüm sa­dık mü­rit­le­ri bu ale­ti ta­kar­lar­dı, İsa’nın çek­ti­ği acı­la­rı ha­tır­la­ta­cak cins­ten, ete sü­rek­li ba­tan siv­ri me­tal kan­ca­lar­la do­lu, de­ri bir ka­yış. Ale­tin ver­di­ği acı, ay­nı za­man­da be­de­nin ar­zu­la­rı­na hâ­kim ol­ma­sı­na da ya­rı­yor­du.
Si­las ke­çe­yi o gün, ge­rek­li gö­rü­len iki sa­at­ten da­ha faz­la tak­tı­ğı hal­de, bu­nun sı­ra­dan bir gün ol­ma­dı­ğı­nı bi­li­yor­du. To­ka­yı kav­ra­ya­rak, bir diş ge­ri çe­kin­ce, eti­ne da­ha faz­la ba­tan kan­ca­lar yü­zün­den ir­kil­di. Ya­vaş­ça ne­fes ve­re­rek, ıs­tı­ra­bı­nın arın­dı­rı­cı ayi­ni­nin ta­dı­nı çı­kart­tı.
Acı iyi­dir, di­ye fı­sıl­da­dı Si­las. Pe­der Jo­se­mar­ía Esc­ri­vá’nın -Öğ­ret­men­le­rin Öğ­ret­me­ni- kut­sal mant­ra­sı­nı tek­rar edi­yor­du. Esc­ri­vá 1975 yı­lın­da öl­dü­ğü hal­de hik­me­ti de­vam edi­yor, söz­le­ri ye­re diz çö­küp “be­den­sel çi­le” di­ye bi­li­nen kut­sal iba­de­ti ye­ri­ne ge­ti­ren bin­ler­ce sa­dık hiz­met­kâr ta­ra­fın­dan fı­sıl­da­nı­yor­du.
Si­las ar­tık dik­ka­ti­ni, yer­de ya­nın­da düz­gün­ce sa­rı­lı du­ran, dü­ğüm­lü ağır ipe ver­miş­ti. Ce­za­lan­dır­ma. Dü­ğüm­ler, ku­ru­muş kan­la ka­tı­laş­mış­tı. Ken­di ıs­tı­ra­bı­nın et­ki­le­ri­ni te­miz­le­mek is­te­yen Si­las hız­lı bir dua oku­du. Ar­dın­dan, ipin bir ucun­dan tu­ta­rak göz­le­ri­ni ka­pat­tı ve om­zu­nun ar­ka­sın­dan sert­çe in­di­rir­ken, dü­ğüm­le­rin sır­tı­na çarp­ma­sı­nı his­set­ti. Ye­ni­den ken­di­ni kır­baç­la­ya­rak, om­zu­nun ar­ka­sı­na kuv­vet­le vur­du. Kam­çı dar­be­le­ri­ni tek­rar, tek­rar in­dir­di.
Be­de­ni ce­za­lan­dır­ma.
So­nun­da ka­nın ak­tı­ğı­nı his­set­ti.Cit­ro­ën ZX, Ope­ra Bi­na­sı’nın ve Ven­dô­me Mey­da­nı’nın önün­den ge­çip, gü­ne­ye iler­ler­ken, ku­ru ni­san ha­va­sı cam­dan içe­ri gi­ri­yor­du. Yol­cu kol­tu­ğun­da otu­ran Ro­bert Lang­don, dü­şün­ce­le­rin­den arın­ma­ya ça­lı­şır­ken, şeh­rin ken­di­si­ni faz­la­sıy­la yor­du­ğu­nu his­se­di­yor­du. Tı­raş ol­mak ve duş al­mak gö­rün­tü­sü­nü ada­ma çe­vir­miş­ti, ama en­di­şe­si­ni gi­der­me­ye pek ya­ra­ma­mış­tı. Mü­ze mü­dü­rü­nün ce­se­di­nin ür­kü­tü­cü gö­rün­tü­sü ak­lın­dan çık­mı­yor­du.
Jac­qu­es Sa­uni­ère öl­dü.
Lang­don, mü­ze mü­dü­rü­nün ölü­müy­le bü­yük bir kay­ba uğ­ra­dı­ğı­nı his­se­di­yor­du. Sa­uni­ère mün­ze­vi bir ya­şam sür­mek­le ta­nın­ma­sı­na rağ­men, sa­na­ta olan tut­kun­lu­ğu onu say­gın bir adam ha­li­ne ge­tir­miş­ti. Po­us­sin ve Te­ni­ers’in tab­lo­la­rın­da­ki giz­li şif­re­ler hak­kın­da yaz­dı­ğı ki­tap­lar, Lang­don’ın en sev­di­ği ders ki­tap­la­rıy­dı. Lang­don bu ak­şam­ki gö­rüş­me­yi dört göz­le bek­le­miş ve mü­ze mü­dü­rü­nün gel­me­me­si on­da ha­yal kı­rık­lı­ğı ya­rat­mış­tı.
Mü­ze mü­dü­rü­nün ce­se­di­nin gö­rün­tü­sü bir kez da­ha zih­nin­de can­lan­dı. Bu­nu ken­di­ne Jac­qu­es Sa­uni­ère mi yap­tı? Lang­don gö­rün­tü­yü zih­nin­den at­mak için ken­di­ni zor­la­ya­rak, ba­şı­nı çe­vi­rip pen­ce­re­den dı­şa­rı bak­tı.
Dı­şa­rı­da­ki şe­hir uyan­ma­ya baş­lı­yor­du, so­kak sa­tı­cı­la­rı, ba­dem şe­ker­le­me­si ara­ba­la­rı­nı sü­rü­yor, gar­son­lar çöp tor­ba­la­rı­nı kal­dı­rım ke­na­rı­na ta­şı­yor, ge­ce­den kal­ma âşık­lar ya­se­min ko­ku­la­rı ta­şı­yan mel­tem­de üşü­me­mek için bir­bir­le­ri­ne so­ku­lu­yor­lar­dı. Cit­ro­ën ka­osun için­den yet­kiy­le ge­çer­ken, iki ton­lu ahenk­siz si­re­ni tra­fi­ği bı­çak gi­bi ya­rı­yor­du.
Otel­den ay­rıl­dık­la­rın­dan be­ri ilk kez ko­nu­şan ajan, “Yüz­ba­şı, bu ak­şam Pa­ris’te bu­lun­du­ğu­nu­zu öğ­ren­mek­ten son de­re­ce mem­nun,” de­di. “Çok ta­lih­li bir te­sa­düf.”
Lang­don ta­lih­li ol­mak dı­şın­da her şe­yi his­se­di­yor­du, ay­rı­ca te­sa­düf, ke­sin­lik­le gü­ven­me­di­ği bir kav­ram­dı. Ha­ya­tı­nı, fark­lı amb­lem­ler­le ide­olo­ji­le­rin bir­bir­le­riy­le giz­li bağ­lı­lık­la­rı­nı keş­fet­mek­le ge­çi­ren bi­ri ola­rak Lang­don dün­ya­yı bir­bi­ri­ne iyi­ce do­lan­mış ta­ri­hin ve olay­la­rın bir ağı gi­bi gö­rü­yor­du. Bağ­lan­tı­lar gö­rü­nür­de ol­ma­ya­bi­lir, di­ye sık sık tek­rar­lar­dı. Har­vard’da­ki sim­ge­le­me ders­le­rin­de, ama her za­man ora­da­dır­lar, yü­ze­yin he­men al­tı­na gö­mül­müş­ler­dir.
Lang­don, “Sa­nı­rım,” de­di. “Si­ze kal­dı­ğım ye­ri Pa­ris Ame­ri­kan Üni­ver­si­te­si mi söy­le­di?”
Şo­för ba­şı­nı iki ya­na sal­la­dı. “In­ter­pol.”
In­ter­pol, di­ye dü­şün­dü Lang­don. El­bet­te. Av­ru­pa’da­ki tüm otel­ler­de gi­riş sı­ra­sın­da pa­sa­port sor­ma­nın for­ma­li­te­den da­ha faz­la­sı ol­du­ğu­nu unut­muş­tu, ka­nun­lar böy­ley­di. Tüm Av­ru­pa’da her­han­gi bir ge­ce, In­ter­pol yet­ki­li­le­ri ki­min ne­re­de uyu­du­ğu­nu tam ola­rak tes­pit ede­bi­lir­ler­di. Her­hal­de Lang­don’ı Ritz’de bul­mak to­pu to­pu beş sa­ni­ye­le­ri­ni al­mış­tı.
Cit­ro­ën şeh­rin gü­ne­yi­ne doğ­ru iler­ler­ken, sağ ta­raf­tan gök­yü­zü­ne uza­nan Ey­fel Ku­le­si’nin ay­dın­la­tıl­mış si­lu­eti be­lir­di. Onu gö­rün­ce Lang­don, Vit­to­ria’yı dü­şün­dü. Bir yıl ön­ce, her al­tı ay­da bir, dün­ya­da­ki ro­man­tik yer­ler­den bi­rin­de bu­luş­ma­ya söz ver­miş­ler­di. Lang­don, Ey­fel Ku­le­si’nin bu lis­te­de yer ala­ca­ğı­nbu­luş­ma­ya söz ver­miş­ler­di. Lang­don, Ey­fel Ku­le­si’nin bu lis­te­de yer ala­ca­ğı­nı tah­min edi­yor­du. Ne ya­zık ki, Vit­to­ria’yı en son Ro­ma’da­ki gü­rül­tü­lü bir ha­va­ala­nın­da öpe­li bir yıl­dan faz­la olu­yor­du.
Ajan ya­na dö­ne­rek, “Ona bin­di­niz mi?” di­ye sor­du.
Lang­don ba­şı­nı kal­dı­rıp ona göz atar­ken, yan­lış an­la­dı­ğı­na emin­di. “Af­fe­der­si­niz an­la­ya­ma­dım?”
“Ha­ri­ka, öy­le de­ğil mi?” Ajan ön cam­dan Ey­fel Ku­le­si’ni gös­te­ri­yor­du. “Ona bin­di­niz mi?”
Lang­don göz­le­ri­ni de­vir­di. “Ha­yır. Ku­le­ye çık­ma­dım.”
“Fran­sa’nın sem­bo­lü­dür. Ben­ce mü­kem­mel.”
Lang­don dal­gın bir eday­la ba­şı­nı sal­la­dı. Sim­ge­bi­lim uz­man­la­rı ge­nel­lik­le Fran­sa’nın -ma­ço­luk, zam­pa­ra­lık, Na­pol­yon ve Cü­ce Pe­pin gi­bi teh­li­ke­li, kı­sa boy­lu li­der­ler­le ta­nı­nan bir ül­ke­nin- üç yüz met­re­lik pe­nis­ten da­ha uy­gun bir ulu­sal amb­lem se­çe­me­ye­ce­ği­ni söy­ler­ler­di.
Rue de Ri­vo­li kav­şa­ğı­na var­dık­la­rın­da kır­mı­zı ışık ya­nı­yor­du ama Cit­ro­ën dur­ma­dı. Ajan se­da­nı gaz­la­ya­rak, ün­lü Tu­ile­ri­es Bah­çe­le­ri’nin -Pa­ris’in Cent­ral Park’ı- ku­zey gi­ri­şi olan Rue Cas­tig­li­one’nin ağaç­lık­lı bir böl­ge­si­ne doğ­ru sür­dü. Pek çok tu­rist, yan­lış bir ter­cü­me ya­pa­rak Jar­dins des Tu­ile­ri­es is­mi­ni bu­ra­da açan bin­ler­ce la­le­ye at­fe­der­ler­di ama as­lın­da Tu­ile­ri­es’in, da­ha az ro­man­tik bir adı var­dı. Bir za­man­lar bu park, Pa­ris’li mü­te­ah­hit­le­rin şeh­rin ün­lü kır­mı­zı ki­re­mit­le­ri­ni -ya da tu­iles- üret­mek için kil çı­kar­dık­la­rı de­va­sa bir ka­zı ala­nıy­dı.
Ses­siz par­ka gir­dik­le­rin­de ajan kont­rol pa­ne­li­nin al­tı­na uza­na­rak, acı acı öten si­re­ni ka­pat­tı. Lang­don ani ses­siz­li­ğin ge­tir­di­ği hu­zur­la ra­hat bir ne­fes al­dı. Ara­ba­nın dı­şın­da, te­ker­lek­le­rin en­ge­be­ler­den ge­çer­ken çı­kar­dı­ğı çı­tır­tı­lı ses uyu­tu­cu bir ri­tim ya­ra­tır­ken, ha­lo­jen far­la­rın so­luk ışı­ğı ça­kıl­lı bul­va­rın üs­tün­de ge­zin­di. Lang­don her za­man Tu­ile­ri­es’in kut­sal bir yer ol­du­ğu­nu dü­şün­müş­tü. Bu­ra­sı, Cla­ude Mo­net’nin bi­çim ve renk­le oy­na­dı­ğı ve ger­çek an­lam­da Emp­res­yo­nist akı­mın do­ğu­şu­na il­ham ve­ren bah­çe­ler­di. Bu ge­ce ise her ne­den­se ga­rip bir şe­kil­de, kö­tü bir şey­le­rin ha­ber­ci­si gi­biy­di.
Cit­ro­ën ba­tı­ya yö­ne­le­rek, par­kın mer­kez bul­va­rı­na doğ­ru, so­la sap­mış­tı. Şo­för yu­var­lak bir göl­cü­ğün et­ra­fın­dan kıv­rı­lıp, ıs­sız bir cad­de­den ge­çe­rek, ar­ka ta­raf­ta­ki ge­niş av­lu­ya kes­tir­me­den git­ti. Lang­don şim­di Tu­ile­ri­es Bah­çe­le­ri’nin dev bir taş ke­mer­le be­lir­len­miş bit­ti­ği ye­ri gö­re­bi­li­yor­du.
Arc du Car­ro­usel.
Arc du Car­ro­usel’de bir za­man­lar ya­pı­lan alem­le­re rağ­men, sa­nat tut­kun­la­rı bu ye­re bam­baş­ka bir se­bep­ten ötü­rü önem ve­rir­ler­di. Tu­ile­ri­es’in so­nun­da­ki kor­don­dan dün­ya­nın en iyi sa­nat mü­ze­le­rin­den dör­dü gö­rü­le­bi­li­yor­du… her bi­ri pu­su­la­nın ay­rı bir nok­ta­sın­da bu­lu­nu­yor­du.
Lang­don sağ ta­raf­ta­ki pen­ce­re­den Se­ine ile Qu­ai Vol­ta­ire’in ar­ka­sın­da­ki, es­ki tren is­tas­yo­nu­nun -şim­di­ki Mus­ée d’Or­say- çar­pı­cı de­re­ce­de ay­dın­la­tıl­mış cep­he­si­ni gö­re­bi­li­yor­du. Sol ta­ra­fa göz at­tı­ğın­da, Mo­dern Sa­nat Mü­ze­si’ne ev sa­hip­li­ği ya­pan ult­ra­mo­dern Pom­pi­dou Cen­ter’ın te­pe­si­ni se­çe­bi­li­yor­du. Lang­don ar­ka ta­ra­fın­da ba­tı­ya doğ­ru ise Mus­ée du Jeu de Pa­ume’u be­lir­le­yen es­ki Ram­ses di­ki­li ta­şı­nın, ağaç­la­rın üs­tün­den yük­sel­di­ği­ni bi­li­yor­du.
Ama dün­ya­nın en ün­lü sa­nat mü­ze­si ha­li­ne ge­len yek­pa­re taş­tan ya­pıl­mış Rö­ne­sans sa­ra­yı, do­ğu­ya doğ­ru tam ön­le­rin­de ke­me­rin ge­ri­sin­dey­di.
Mus­ée du Lo­uv­re.
Göz­le­ri bü­yük ya­pı­nın ta­ma­mı­nı gör­mek için na­fi­le bir gi­ri­şim­de bu­lun­du­ğun­da, Lang­don ta­nı­dık bir me­rak duy­du. Lo­uv­re’un gör­kem­li cep­he­si, in­sa­nı hay­re­te dü­şü­re­cek ka­dar ge­niş mey­da­nın kar­şı­sın­da, Pa­ris se­ma­la­rı­na yük­se­len bir ka­le gi­bi du­ru­yor­du. Uç uca ek­len­miş üç Ey­fel Ku­le­si uzun­lu­ğun­da­ki Lo­uv­re, at na­lı şek­liy­le Av­ru­pa’da­ki en uzun bi­nay­dı. Mü­ze­nin ka­nat­la­rı ara­sın­da­ki dok­san üç bin met­re­ka­re­lik açık mey­dan bi­le, cep­he­nin gör­ke­miy­le ya­rı­şa­maz­dı. Lang­don bir ke­re­sin­de Lo­uv­re’un çev­re­si et­ra­fın­da yü­rü­ye­rek, beş ki­lo­met­re­lik yol kat et­miş­ti.
Bir zi­ya­ret­çi­nin bu bi­na­da­ki 65.300 sa­nat ese­ri­ni beş gün­lük bir sü­re için­de gö­re­bi­le­ce­ği tah­min edil­me­si­ne rağ­men, ço­ğu tu­rist Lang­don’ın “Di­yet Lo­uv­re” di­ye bah­set­ti­ği kı­sal­tıl­mış bir tur at­ma­yı ter­cih edi­yor­du.

Benzer İçerikler

Kraliçe’nin Piyonu – Christy English – Online Kitap Oku

yakutlu

Goblin Kral

yakutlu

Nun Masalları

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy