Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az…
O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum… Az…
Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z.
Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var.
O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında.
Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar.
Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler.
Senin ve benim gibi…
11 yaşında bir tarikat şeyhinin oğluyla evlendirilen korucu kızı Derdâ ile hapisteki bir gaspçının aynı yaştaki oğlu “mezarlık çocuğu” Derda’nın bir mezarlıkta kesişen hayatlarının, bu iki çocuğu kırk yıl boyunca her tür şiddetle yontup birbirlerine hazırlayışının, (bütün anlamlarıyla) Yazı’nın bu iki çocuğu birleştirmesinin hikâyesi.
Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti, aşkın şiddeti, inancın şiddeti, hırsın şiddeti üzerine, A’dan Z’ye şiddet üzerine, dilin ve yazının şiddetiyle bir roman…
Altı yaşındaydı ve altı yaşında ölecekti. Korkudan titriyor, gözlerini böcekten ayıramıyordu. Ay çekirdeği tarlası kadar bir tavana bakıyor ama sadece onu görüyordu. Ay çekirdeği kadar bir böcek. Sivri ayaklarının etrafındaki tüyleri paça gibi duran, antenlerinin inceliği kirpik kadar olan bir böcek. Bîr böcek resmi kadar hareketsiz gövdesiyle, koyu bir loşluğun koyu griye boyadığı betonda simsiyah bir leke. Küçük kızın korkudan sulanmış gözleriyle aynı renkte.
Çenesine kadar çektiği battaniyeyi terli avuçlarının içinde sıkıyor ve böceğin ne zaman yüzüne düşeceğini düşünüyordu. Merdivensiz bir ranzanın üst kalındaydı. Tavanla arasındaki mesafe yarım metreden azdı. Elbet uyuyakalacaktı. Elbet uyurken ağzım açacak ve böcek kendini boşluğa bırakıp dişlerinin arasından geçecekti. Ya da ünce battaniyesinin üzerine düşüp bir süre orada duracak, karnı acıkınca da küçük yüzüne ayak basıp burun deliklerinden birine girecek ve önüne ne çıkarsa kemirecekti. Bir saniyeliğine başını sağa çevirip uzattı ve yerden ne kadar yüksekte olduğunu anlamaya çalıştı. Ama bunun için bir saniye yeterli değildi. Tam olarak zemini görememiş, böceği gözden kaçırmamak için bakışlarını yeniden tavana çevirmişti.
Daha önce de böcek görmüştü. Kendi evinin duvarlarında da, başka evlerin duvarlarında da. Hatta içine adım attığı her evin duvannda en az bîr tane böcek görmüştü. ‘Dereden geliyorlar” demişti babası. Dereden gelip tavanlara tırmanan. sonra da kendi ağırlığına dayanamayıp sobaya düşen daha büyük böcekler de görmüştü. Saflarının kesilmesine neden olan bitler kadar küçüklerini de. Duvarların içine hızla kaçıp yok olanları da görmüştü, şekerpancarı çuvallarının altında sakince öldürülmeyi bekleyenleri de. Fare bile görmüştü. Bir defasında bir kurt bile görmüştü. Gözlerini karartmış böcekten yüz kat daha büyük bir kurt. Ama hiçbirinden korkmamıştı. Hiçbirinde titrememiş, hiçbirinde ağlamamıştı. Çünkü hiçbirinde yalnız değildi. Aslında yine yalnız değildi. Altında yatanla birlikte, çevresinde otuz beş çocuk vardı. Ama onlar sayılmazdı. Çünkü hiçbirinin adını bilmiyordu ve öğrenmek için artık çok geçti. Uyuyorlardı. Uyku seslerini duyabiliyordu. Verdikleri nefeslerin tıkanmış burunlarına çarpıp kırılma gürültüsünü duyabiliyordu. Uykularında hırlayan çocuklar bir omuzlarından diğerine dönüyor, serin yüzlerini denk getirebilmek için yastıklarını başlarının altında çeviriyor, bir ayaklarını diğerinin topuğuyla kaşıyor ve böceği zerre kadar umursamıyorlardı.
Kaçması gerekiyordu. Böcek üzerine düşmeden önce yataktan inmesi gerekiyordu. Ama nasıl inebilirdi ki? Merdiven olsaydı! Çıkması bile altında yatan çocuğun itmesiyle olmuştu. “Bir dahakine kendin çıkacaksın!” diyen çocuğun Kızgın çocuğun.
Ani bir hareketle üzerindeki battaniyeyi yüzüne çekıi. Yıllar içinde katılaşmış battaniyenin dikenlesmiş tüyleri yanaklarına batmaya başladığı anda ne kadar büyük bir yanlış yaptığını anladı. Çünkü böceği göremiyordu artık. Oysa o hâlâ oradaydı. İnsanın görmediği şeyler yok olmazdı ki! Hem düşmanı gözetleyemedikten sonra gizlenmenin ne anlamı vardı? Hatta artık her şey daha tehlikeliydi. Böcek istediğini yapabilir ve kimsenin bundan haberi olmazdı. Çıkmıştı göz hapsinden.
Ter damlaları belirdi yüzünde. Şakaklarında su çiçekleri açtı. Nefes alışverişi kalp atışlarını geride bıraktı. Kurtulacaktı oradan! Kurtulacaktı o böcekten! Kurtulacaktı yalnızlıktan! Bir yolunu bulacaktı. O yataktan inmenin bir yolunu bulacaktı. Bir yolu olmalıydı. Bir tane yeterdi. Araması uzun sürmedi. Yollardan en kısa olanı seçti. ‘Ne olursa olsun!” adında kestirme bir sokağa saptı. Sol eliyle battaniyeyi savurup sag eliyle kendini boşluğa doğru itti. “Nereye olursa olsun!” adındaki bir yere atladı.
Alnı zemine değdiğinde tek alkış kadar ses çıktı. Boynunun kırıldığınıysa kimse duymadı. O ana kadar bir sinekkuşunun kanatları gibi atan kalbi betona çarpınca durdu. Altı yaşındaydı. Loşluğun ve korkunun böceğe benzettiği tavandaki çatlaksa ondan sadece bir yaş büyüktü. Yedi yıldır orada duruyor ve yedi yıldır, ışıklar kapanınca bir böceği andırıyordu. Ayaklarındaki tüylerin belirmesi içinse koridordaki ampulün yanması ve koğuş kapısının açık kalması gerekiyordu.
Gözlerini alkış sesine açan Derdâ, yerde yalan çocuğun katlanmış ensesini gördü. Yüzü karanlığa gömülmüş olsada, tanıdı. Birkaç saat önce, gözlerine bakıp “Sen üstte yatacaksın!” dediği çocuktu. Bacaklarından itip tırmanmasına yardımcı olmuş, sonra da “Sesini duyarsam, keserim dilini!” demişti. Hatta diğer çocuklar duysun diye bağırarak söylemişti. Şimdiyse yerde yatıyordu çocuk. Hemen yanında. Belli ki düşmüştü. Atlamış olamazdı ya!
Yastığının altından çektiği elini uzatıp çocuğun koluna dokundu. Yetmedi, parmaklarıyla yakaladığı omzunu sarstı Başını kaldırıp ranza demirlerinin arasından koğuşa baktı. Uyanık birini aradı. Dikilmiş bir başa rastlamayınca rahatladı. Yavaşça yatağından kalkıp çocuğun yanında dizlerinin üstüne çöktü. Bir kedi kadar hafif olan çocuğu omuzlarından tutup çevirdi. Kuçuk yüzü kan içindeydi, Derda başını kaldırıp çevresine baktı. Hâlâ kimsenin uyanmadığından emin olunca ağlamaya başladı. Ağzını, dişlerinin arasındaki alt dudağıyla Örttü. Kimseyi uyandırmayacak kadar sedirce hıçkırdı.
Var olmayan bir böcekten korkup ranzasının üst katından atlayan küçük kız Yatırcalı’ydı. Korucu köyü Yatırca. İtirafçı köyü Yatırca. Çocukların dediği gibi, ajan köyü Yatırca, hatta orospu çocuğu Yatırca. Ve Yatırcalılara yardım etmek yasaktı Ölü bile olsalar onlara el uzatılmazdı. Bu yüzden Derdâ. o gece, ne nöbetçi Öğretmene haber verdi, ne de başka bir şey yaptı. Sadece ağladı. Sonra da kızın bedeninden yavaşça sıy. rılıp sessizce yatağına girdi. Çünkü kendisi de Yatırcalı’ydı Ve bu gerçeği okuldaki dört yüz otuz çocuğa unutturmak dört yılını almıştı.
Ranzanın solundan üçgen biçiminde sarkan ve tek köşesi yere kadar uzanmış battaniyeyi, karanlığın içinde bir yelkene benzetti. Yatağını da bir tekneye. Gecenin içinde giden bir yelkenliye. Resimli bir kitapta görmüştü, içinde masmavi denizler olan bir kitapta. Rengârenk teknelerin direklerinde bembeyaz yelkenlerin uçuştuğu bir kitap. Tekne güvertelerinde san yağmurluklu küçük kızların ufka bakarak gülümsediği bir kitap. Bütün kızların mutlu olduğu bir kitap Ama sadece bir kitap. Aptal bir kitap. Hatta dünyanın en aptal ve en yalancı kitabı Çünkü o kızlar gerçekte yoktu. Eğer olsalardı, o sayfalara fotoğraflarını koyarlardı. Suluboyayla yapılmış gibi duran resimlerini değil… fısıldadı:
“Allahım, inşallah rüyamda ölürüm.”
-Uykumda” diye düzeltecekti ki. içinde yattığı tekne sessiz. ce uykuya battı. On bir yaşındaydı Hem on hem bir.
“Yatırcalı piç gebermiş!”
Uyanmıştı. Ama uykusu her nereye gittiyse, peşinden gitmek için canını verirdi. Duymaya devam etti.
“Düşmüş, kafasını yarmış Derda salağı da hala uyuyor! Kalksana! Kalk!”
Seni tanıyordu, Nazenin’di adı. Babanı altı yıl önce öldürülmüştü. Bir karakolu basmaya çalışırken vurulmuştu. Cenazesini almak için bütün ilçe ayağa kalkmış, Özel harekâtın panzerleri sokaklarına girince de aynı hızla oturmuştu. Verilmeyen cenazenin hesabını sormak örgüte kalmış, onlar da roket atmak için geceyi beklemişlerdi. Ama ne gariptir ki, ilk vurdukları bina, ilçe Jandarma Komutanlığı’nın komşusu olan Nazeninlerin evi olmuştu. Küçük bir hesap hatası, ölü evinin iki duvarını yıkmış, bir bebeği kundağıyla birlikte parçalamıştı. Sonuçta cenazeyi kimse alamadı. Hatta ortada bir cenaze bile yoktu. Çünkü adamın cesedi, saldırılan karakolun civarındaki mağaralardan birine düşmüş ve doğa tarafından alıkonmuştu. Örgütün ilçe sorumlusu Nazenin’in ailesinden defalarca özur dilemiş, ancak söz verdiği kan parasının sadece yarısını ödemişti. Diğer yarıyı ise ilçe halkı, aileye itibar lirası üzerinden ödemeye devam ediyordu. Ziraat Bankası’ndan alınan krediyle iki duvarı onarılan ve yıllar sonra terör mağduru olarak aldıkları tazminatla iki oda ekledikleri evin en büyük kızı Nazenin’se payına düşen itibarla, öğrencisi oldu ğu yatılı bölge okulunda koğuş ablalığı rütbesine ulaşmıştı. Bütün bunların yanında, kundaktaki bebeğin kız olması. bütün İlçe halkının da hemfikir olduğu gibi, kan davası çıkmaması adına büyük bir şanstı.
Hazenin’in sarsmasıyla Derda’nın gözkapakları gözlerinden kayıp açıldı.
“Senin Yatırcalı gece yataktan düşmüş. Kalk, Yeşim öğretmen seni çağırıyor.”
Konuşmadı, sadece başını salladı. Yattığı yerde doğrulur-ken ayakları da yere bastı. Koyduğu anda çekti topuklarını Başını kaldırıp, tepesinde dikilen Nazenin’e baktı ve beklediği emri aldı,
“Temizle orayı da!”
Tabanlarında ölen kızın kanı vardı.
“Sana o çocuk altta yatacak, demedim mi?”
Yeşim, yatılı bölge okuluna beş ay önce gelmişti. Yirmi iki bin metrekarelik alana kurulmuş okulu görünce adımları geri gitmiş, dört yüz otuz öğrencinin sadece dört öğretmenin sorumluluğunda olduğunu Öğrenince de geri geri koşmaya çalışmıştı. Eğer beş yıldır herhangi bir okula atanmayı bekliyor olmasaydı, bu fiziksel açıdan zor hareketi de becerebilirdi elbet.
“Sana söylüyorum, duyuyor musun beni?”
Keşke “Velini çağır!” diyebileceği bir okulda çalışıyor olsaydı. Ama bu okuldaki öğrencilerin velileri genelde ellerinde AK-47’lerle gelir ve “Sana iyi bakıyor muyuz, hoca hanım?” diyerek, istedikleri anda kötü de bakabileceklerini belirtirlerdi. Bu okulda tembel, yaramaz, kötü ya da haylaz çocuk yoktu. Bu okulda çocukların beyinlerini yıkayan ajan öğretmenler vardı. “Bebelerimizi bizden koparmaya geldiler!’ denilen öğretmenler vardı. Babaları devletle savaştığı için tutsak alınmış olan çocuklara sosyal bilgiler, matematik ve Türkçe Öğretilerek işkence ediliyor, çeşitli ödevler ya da yatılı sınavlarla ırzlarına geçiliyordu. Evlenme yaşı çoktan geçmiş olan on dördündeki bir kızın, kocası olacak yaştaki erkek hocalarla ne işi olabilirdi? Dinen de caiz değildi bu okullar. Ama ne yapacaksın? örgüt her zaman kollamıyordu ki insanı! Devletle yalnız kalınca, kaçacak bir yer kalmıyordu. Tertemiz tezeklerden yapılmış evlerin önünde kuduzla oynayan çocukların ensesinden tuttukları gibi atıyorlardı Yeşim’in kucağına. O da açıyordu kollarını. Sonra bir de utanmadan, omuzlarından tutup sarsıyordu.
“Derda, cevap ver bana! Sen ne yaptığının farkında mısın?”
Ama cevap verecek bir Derdâ var mıydı? Kalmış mıydı? Derda’nın ne kadarı on bir yaşındaydı? Bacakları mı, tırnakları mı, yanaklarının kemirilmiş içleri mi? Neresi çocuktu? Orgülerinden buhar gibi sıyrılmış saç telleri mi, kabukları bir türlü bağlanmayan topukları mı?
“Peki, Derdâ, öyle olsun. Şimdi, yemekhaneye git. kahvaltını yap. Şu elini yüzünü de yıka.”
Derdâ ne kadar çocuksa, 26 yaşındaki Yeşim de o kadar öğretmendi. Çekti ellerini kızın cılız omuzlarından. Son bir hamle yapıp üç parmağıyla tuttuğu çenesinden kaldırdı yüzünü. Göz göze gelmek bir işe yarardı belki. Bir ev kedisiyle bir sokak kedisi bir karış mesafeden bakıştılar. Pes eden Yeşim oldu. Kazanansa, Derdâ’nın kapalı dudakları.
“Seninle sonra görüşeceğiz.”
Küçük kızın kapının ardında kayboluşunu izleyen Yeşim masasının üst çekmecesini açıp sigara paketini çıkardı. Paketten bir sigara, birde çakmak çekti. İkisini de yaktı. Ağzı yüzü duman oldu. Yeşim’in gözleri biraz, daha yaşlandı, Bir kaç nefes boyunca kaçıp gitmeyi düşündü. Binadan çıkmayı, bahçeyi geçmeyi, demir kapılann arasından yürüyüp köye doğru koşmayı, kasaba minibüsüne binip siktir olup gitmeyi düşündü. Birkaç nefes sonra da geri döndü. Cam kül tablasında ezdi sigarayı. Söndü sandı. Ama hiçbir şey sönmedi. İki büklüm izmarit tütmeye devam etti. Bir daha denedi. Sonra bir daha. Karardı parmaklarının ucu. Kül yerleşti etle tırnağın arasına. Ama sönmedi sigara. Daha fazla da bakmadı. Gözlerini kapatıp beklemeye başladı. Ne olursa. Deprem, yangın. çığ, herhangi bir felaket. Her şeye nokta koyacak herhangi bir ilahi kalem ucu. Bekledi. Beklediği de oldu.
Odanın, çerçevesine küçük gelen kapısı vurulmadan açıldı Gelen, müdür muavini Nesihti. Gözlüklü başını odaya sarkıt mış, mesai saatinde koltuğunda gözleri kapalı oturan genç öğretmene bakıyordu.
“Yeşim Hanım, uyumanın sırası mı?”
Gözler açıldı.
“Kızın ailesi gelemeyecek. Köyün yolu kapalıyımış. Mutfak. taki et dolabına koyacağız şimdilik. Jandarma gelene kadar Siz de yemekhaneye inin. haydi. Çocuklar başıboş kalmasın ”
Beklediği felaketlerden herhangi birine benzemese de. ölen çocuğun et dolabında saklanacağı haberi yeterince karanlıktı Göğsünün altında ne varsa kasıldı. Midesi ve karnı birbirini’ kenetlenip taşlaştı. Bir heykel yutmuş gibi ağırlaştı bedeni Ayağa kalkmadığını gören Nezih ısrar edecekti. Etti.
“Yeşim Hanım, kimsenin bekleyecek hali yok. Haydi’”
Kül tablası hâlâ tütüyordu. Yeşim’in gözleri, yükseldikçe silinen dumanı takip etti. “Demek ki insanlar kendilerini böyle kaybediyorlarmış” diye düşündü. Bir daha da bir şey düşünmedi. Cam kül tablasını alıp Nezih’e doğru fırlaltı Kapı, koridora kaçan gözlüklü başa kalkan oldu. Yeşim’in boşalan eli ağır bir zımbayı yakaladı. O da kül tablasının peşinden gitti. Sonra bir kalemlik, bir not defteri. 500 sayfa lık bir kitap izledi aynı rotayı. Son olarak da masadaki sınav kâğıtları havalandı. Uçuşmaya başladılar. Vahşi kuşlar gibi Birbirlerine çarpıp düştüler. Nezih’in sesi kapının kapatamadığı yerlerden geçip odaya giriyordu.
“Yeşim Hanım! Kızım! Yeşim! Lan!”
Bütün oda duyuyor ama Yeşim dinlemiyordu. Annesinin hediyesi bir takıma takıldı gözleri. Aynı renkten bir dolmakalem, tükenmez kalem ve mektup atacağı. Sapından tuttuğu gibi kaldırıp indirdi mektup açacağını, indirdiği yerde taş olmuş karnı vardı. Ölseydi bir sorun yoktu. Ama ne yazık ki hayatta kaldı…