Halkımızın gerçeklerini, onların derdini, kederini ve sosyal meselelerini ele alarak işleyen romancımız Ahmed Günbay Yıldız`ın Azat Kuşları` kısa zamanda üst üste yeni baskılar yaptı… Bu roman, romancının gözlemlerine dayanan ve halka malolmuş gerçek bir hayat hikayesidir. Sosyal değerleri dumura uğratılan küçük bir köy örneğiyle, koca bir toplumdaki çözülüşü ve ferdi çözüm arayışlarını gündeme getiren yazar, aynı zamanda çözüm için birtakım ipuçları da vermektedir.
Gazap Tohumları
Bulutlar gökyüzünü, koyu bir karanlığın kucağına terk etmişti… Anlaşılan toprak ananın siparişi vardı.
Uzun zamandır üzerinde çatlak çatlak damarlar peyda olmuş, susuzluktan inadına derinleşip oyulmuştu.
Yeryüzü susuzdu… Direksiz göklerin üzerinde, okyanusları barındıran bulutlar, anlaşılan bu toprakların nasibini ölçülü bir biçimde bırakıp geçeceklerdi…
Gökler yağmurlara gebeydi… Kekik kokulu dağlardan köye inen adam, Abalı namı ile anılırdı… Ezberlediği yolları adımlarken, gözleri, yeryüzüne kadar alçalıp çöreklenen, kara bulutların üzerindeydi.
Zayıf, dağ rüzgârlarının çelikleştirdiği esmer çehresine, siyah kısa sakal duru bir güzellik katmıştı…
Orta boylu, balık etinde, daha kırkbeş, elli yaşlarında gösteriyordu. Ona keramet ehli diyenden tutunda evliya, sofu diyenler vardı. Bütün bunlara rağmen, dillerdeki namı Abalı’ydı.
Aniden durakladı… Ürperdi, titredi. İçinden volkanlar gibi sökülüp püsküren bir heyecanın azameti ile sarsıldı. Onu endişe denizinde boğmaya çalışan, yollarda ıslanmış oluşu değildi…
Şak şak olup yarılacakmış gibi gürleyen gökyüzü, ne de İlâhi bir çakmağın ağzında, kararan dünyayı kuşatan elektrik kıvılcımlarının hiçbirisi…
Sonsuz bir kuvvetin, kudret-i İlâhisi karşısında titremişti.
O, üzerinde okyanusları taşıyan bulutlar, birdenbire boşalsa, dünya sular altında kalırdı.
Sebebini anlayamamıştı ama, içinde buruk bir acı vardı. Aniden toparlanıp, kendisine geldi. Yağmur bütün şiddetiyle yağıyordu. Bulutlar kudret-i mutlaktan aldığı emir neyse, onu işliyordu. Yüzünde biriken kümeli ıstırap çizgilerinin yumuşayışma bakılırsa, oldukça rahatlamışa benziyordu. Muhabbet dolu dudakları Rabbisini teşbih etti…
Sırtında heybesi, göklerde sicim sicim toprağa çakılan yağmurların altından, aheste adımlarla yürüyüp gitti.
Yağmur, başından eksik etmediği yün örgülü bereden sızıp, sırtında lâkabını aldığı siyah abadan derisine kadar işlemişti.
Kırlarda sürüsünü güden çobanlarına, kendi elleriyle azık götürmüştü. Dumanlı Tepesi’nden Ovalı Köyü’ne iyice yaklaşmıştı… Son yıllarda Ovalı Köyü artık iyice değişmişti. Her geçen gün biraz daha bozulup, dünler yerini gergin yarınlara devrederek geçiyordu…
Ovalı Köyü’ndeki çözülme, tek kelimeyle korkunçtu. Artık boğucu gürültülerin güdümünde yaşamaya kucak açmış bir dünya vardı. Tıpkı boşalan bir deniz kadar korkunç yarınlara gebelik çeken bir dünya…
Yedi oğul babasıydı… Yağmurlardan ıslanmışlığmı unutup, son zamanlarda değişen insanlığı, yıkılmaya çalışılan İslâm sarayının yerine, bina edilmek istenilen nâhoş ahlâklı dünyayı, derin bir teessür içinde hülâsa ederek, adımlarını tazeledi…
Acaba Abalı, çağın bulanık suya benzeyen insan selinin arasında, akmaya mecbur olan yedi çocuğunu boğulmaktan kurtarabilecek miydi?
Harama, zinana, yalana ve isyanlara yelken açmış yüreklerin arasında, kurtuluşa kürek çeken Abalı, belki de sırf bu yüzden düşüncelerini genişlettikçe, firkâtinden ağlamaklı olmuştu.
Değişen dünyayı, teessürle seyrederken çocuklarının kurtuluşu için, Nuh Peygamber’in gemisine benzer bir şeyler düşündü…
Allah’ın (c.c.) seçkin elçisi Nuh Peygamber bile oğlunu, hayat arkadaşını kurtuluşa yelken açan gemisinin içine alamamıştı.
Düşünceleri genişledikçe efkârı arttı…
Köye iyice yaklaşmıştı. Düz bir ovanın göbeğinde kurulmuş yerleşim bölgesini, koyu matem pırıltıları serpiştiren gözler esefle süzdü…
Islak çatıların üzerinden birikinti sular, ahenkli bir sesle toprağa boşalırken, köyün batı yakasına yakın istasyonda frenleyen trenin, kulakları tırmalayan cırlak sesi duyuldu.
Köyün üzerinden, uzaklara doğru akıp giden bulutlar, güneşin önüne gerdikleri karanlık perdeyi çekince, ortalık birden pırıltılı aydınlıkların kucağına düştü.
Güneş, yeryüzüne cömert ışınlarını yaldızlamaya başlayınca, üç obaya ayrılan köyün çocukları, nefesi, sokakların ortasında almışlardı…
Güneş’in hüzmeleri ıslak toprağı yaldızladıkça, yeryüzü buram buram terledi. Aldığı yağmurun fazlasını gökyüzüne iade etmeye başlamıştı. Bu alışveriş sırasında toprak, burcu burcu koktu. Çocuklar sokaklarda cıvıldaştı, dallara tüneyen kuşlar tek tük gökyüzünde kanat çırpmaya başladı…
Sokaklarda oynayan çocukların kıyafetleri pejmürde, ayakları çıplaktı. Yolların ortasında köşe bucak, üçer beşer gruplar halinde oyunlar kurmuşlardı… Bunlar, çamurdan başka oyuncakları olmayan çocuklardı. İşte bu yüzden olmalı ki, elleri hergün toprak kokardı.
Yine çamurdan evler kuruldu, kıyılarda köşelerde küçük büyük fırınlar yapıldı. Etraftan toplanan çalı çırpılarla, imar ettikleri fırınların bacalarından, dumanlar tütmeye başladı.
Abalı, köyü ikiye bölen ana yolun kıyısında köşesinde kendilerine yeni dünyalar kurmaya çalışan çocukları, seyrede seyrede yürüdü. Gözleri çocuklarda, dudakları zikirdeydi. İnadına dalgın, dış dünyasından sıyrılmış bir hali vardı. Sokaklarda oynayan çocuklara inat, kapılara dökülmüş kadınlar, ihtiyarlar, köyde her taraf bir insan birikintisi haline gelmişti.
Köyün orta göbeğinde, alışılmışlığm ötesinde, sert adımlarla koşan kadın, Abalı’ya yaklaşırken, göz bebeklerinin içi yalım yalım yanıyordu.
Abalı, dünyayı bir pula satacak gamsızlığıyla yürürken, Saçaklı Emine lâkabıyla çağrılan kadın, Abalı’nm önünde hayalet gibi durdu. Nefret yüklü pırıltılar boşaltan gözleriyle Abalı’yı bir müddet süzdü…
İç âleminde seyreden Abalı’nın, yolu kesilmişti. Kendisine geçit vermeyen kadının, ıslak yakasından asılan bileklerine, hayretle baktı…
Hayâ ve edep timsali bir adamdı… Hiç beklemediği bu hareketten dolayı utandı… Güneş yanığı çehresi alev alev kızarırken, yakalarında pençeleşen ellerin sahibine, hicap dolu bir yüzle baktı.
Tanzimle kıpırdayan dudakların arasından oldukça tok bir ses meydan buldu.
– Be kadın ne oldu sana böyle ki, sokak ortasında edebini terk edip, kendini âleme rüsvay edersin?
Kin dolu çehresi bir kat daha kırışıp, buruştu. Nefret kusan gözleri, can alıcı kuşlar gibi bakarken, dişlerinin arasına susturucu takmış gibi öfkesini, kısık ve lânetleyici bir tavırla dudaklarının arasından boşalttı:
– Bre sofu! Bre sahtekâr mürtet seni!..
Cırlak sesi ayyuka çıkarcasına kulakları tırmalarken, Abalı’yı hiddetle çekiştirip sarstı. Gönül sarayı amansız atışlara sahne olan adam, neye uğradığını bilemedi. Ayakta aktarılır gibi oldu. Başı döndü, gözleri karardı. Beyin kabındaki zelzelenin şiddeti, sabır kal’asma dayanmıştı. Aksi halde yadırgadığı hareket, kendisini infilâk ettirmeye yeterdi…
Derin bir nefesle yüreğini serinletip:
– Lâ havle velâ kuvvete!… diye mırıldandı.
Düşük tonajlı bir ses, muhatabına soru açtı:
– Söylesene be kadın, ben ne yapmış olmalıyım ki, seni böyle bir zulme mecbur etmiş olayım?
Sokakların kıyısından köşesinden gelip geçenler, ortalıkta oynayan çocuklar, hasılı gören her göz yoğun bir seyre koyulmuştu. Kadın uluorta atılan bir çığlıkla Abalı’yı cevapladı:
– Kendini Mevlâ’ya vermiş olarak göstermekle kurtulacağını mı sandın Abalı?.. Orta yere salıp bıraktıklarının günahları senden sorulmayacak mı heç?
Yevmül kıyamda bile olsa, yakandan böylece asılıp, şikâyette bulunmam mı sanırsın? Oğlun Selâhattin’in sürüden tutup kestiği, yetimlerimin hakkı olan koçumu geriye ver demem mi he? Demem mi?..
Evlât büyütmeyi sokakların ortasına bırakmak mı belledin, sen?
Sesini biraz kısıp, öfkesini kamçıladı:
– Eğer Rabb’ma da böyle sarılmışsan, aldanmışsın.
Abalı kendisine geçit vermeyen yolların ortasında naçar kalmıştı:
– Ne koçundan bahsedersin, be kızım? Yakamı bırakıpta güzelce anlatsana şunu…
Saçaklı Emine, ellerini Abalı’nın yakasından düşürüp, kafasını önüne hafifçe yıktı. Nedendir bilinmez, utanmışa benziyordu. Kısık, duncukurcasma konuşan bir sesle hitap etti:
– Oğlun Selâhattin dedim ya. Köyün birkaç eşkiyasma ayak uydurup, sürünün içinden koçumu çalmış. Çalmış ta dağların başında ırakıynan bi güzel benzetmişler. Hemi de bu yetim hakkıdır bilem demeden…
Abalı beyninden kurşunlanmış adamlar gibi yolun ortasında sendeledi. Sonra gücünü toparlayıp, iskeletini fersiz bacaklarının üzerinde güçlükle zaptedebildi…
Öylesine bir “ah” çekti ki, ıstırabında binbir bülbülün feryadı gizliydi. Gönül ağacının dallarındaki en körpe yapraklar bile dökülmüş, mevsim çoktan hazan vaktine kavuşmuştu…
– İnsan, evlâdı doğurur amma, huyunu değil. Oğlum öyle bir günah işlemişse, var sürünün içerisinden bire beş al. Benden yana bin kullar ile helâl olsun.
Yüreği batmış bir ada gibiydi. Perişan adımlarla yolların ortasında yıkılır gibi yürüdü. Yollar da gönül telleri gibi çamurlu ve ıslaktı…
Esma Hatun, evlerinin eşiği dibinde erkeğini karşıladı. Benzi uçuk, gözlerindeki pırıltılar yorgun ve sönüktü. Sırtındaki ıslak heybeye sıkı sıkı sarılıp, omuzundan sıyırarak alırken, suratına bir yürek dolusu merhamet boşaltarak baktı:
– Hasta mısın?
Fersiz bir ses:
– Çook… diye inledi.
– Üşütmüş olmalısın.
Cevap vermedi. Eşikten içeriye bir gölge gibi süzülüp geçti… Titrek bakışları aradığını, ocağın başında yükselen alevlere karşı otururken buldu.
Evin orta yerinde kuru bir ağaç gibi bekleyip, doğrulup kendisini gözetleyen büyük oğlu Selâhattin’in göz bebeklerinin içine garip pırıltılarla baktı. Israrlı, kararlı ve keskin bakışlar ürkek gözlerin bebeklerinde mıhlanmış gibi bekliyordu…
Ana, elindeki heybeyi bir köşeye bırakıp, erkeğinin sağ yamacında durdu. Doğrusu o da koyu bir merak fırtınasına tutulmuştu.
Hüzün dolu gözlerle önce oğluna sonra erkeğine bakıp, durdu…
Bayatlamış bir sükûtla inleyen odanın sessizliğinde, herkes bir âlem olmuştu. Abalı’mn gönlündeki yara, göz pınarlarından dolanıp, damla damla inciler halinde şakaklarına doğru süzüldü. Hemen ardından hassas, ağlamaklı bir ses oğluna sual açtı… Bütün hissiyatı işte bu sorunun içinde gizliydi:
– Saçaklı Emine’nin söylediği suçu işledin mi sen?
Sükût, karlı dağlar gibi Selâhattin’in omuzlarının üzerine çöküp kalmıştı. Babanın firkâtli pırıltılarının öldürücü gücünden gözlerini ayırıp, ayaklarının dibine yıktı…
Sustu… Ezik yaralı bir gönlü vardı. Abalı’nm tekrarlanan hitabına tahammül gösteremeyecek kadar tedirgindi. Nefesi ürkek ceylanların soluğu gibi titreşirken, Abalı’nm hitabı yanık bir sesle meydan buldu:
– Şayet bu günahı işlemişsen, Rabb’ma tövbekâr ol. O’nun rahmet kapıları her zaman açıktır. Bakarsın affeder. Şimdi gidip sürünün içinden beş tane koç ayır. Ayır da getirip Saçaklı’ya ver. Gönlünü alıp, onunla helâllaş.
Selâhattin içinden oylum oylum yükselen hıçkırıklarla odadan uzaklaşırken, Abalı uyuşukluktan karmcalaşan avuçlarını, duaların kıblesi olan göklere açtı:
— Allah’ım, Allah’ım, Allah’ım, diye gönlündeki dilekçeyi Mevlâsma sundu…
Nuh’un Gemisi
Artık yollar koyu bir yokuşun dibindeydi… Abalı ıslanmışlığına, üşümüşlüğüne aldırış bile etmeden, ocak başına çöküp kaldı.
Alevler yalım yalım bacaya tırmandıkça, üzerindeki urbalardan buram buram buharlar sökülüp, tel tel açılan örgülü saçlar gibi bacaya doğru halkalandı, kıvrıldı. Sonra, ateşin üzerine üzerine çekildi… Başı amansız bir ağrıya düçar kalmıştı. Kafasını avuçlarının arasına alıp, önünde sarp dağlar gibi duran hadisenin amansız yokuşunu nasıl tırmanacağının, yollarını araştırdı. En kısa zamanda bu yokuşun doruğuna çıkmayı başarabilmeliydi. Yorgun beyin, çareler zincirinin en son halkasına kadar ufkunu genişletti. Kurtuluş arayan gönlü Ay’a kement atarcasma kabarmıştı. Şimdilik yedi oğul ve eşini içine alıp, amansız fırtınalara rağmen, kurtuluşa yelken açabilecek bir aile gemisi yapmalıydı.
Nuh Peygamber’in gemisi artık dünyanın her türlü tufanı için hazır değildi. Kurtuluş için insanların İslâmî hayatlarına uygulaması şarttı… Kur’an caddesinden yürüyenlerin, en amansız dalgalarıyla kuduran okyanusların, azgın sularında bile selâmet yollarını bulacağı bir gerçekti.
Abalı:
– Fırsat, tıpkı bir rüzgâr gibidir, diye mırıldanıp, onu eserken yakalamalı, diye de bitirdi.