Bu, Öykümüzün Başlangıcıdır Sevinç İçinde Büyüyen İlk Acıdır
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare, geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında
A. H. Tanpınar
İlimler Akademisi’nin antik çağ bazilikalarından bozma kütüphanesinin kalın duvarlarından sızan ışıklara Dicle’nin serin rüzgârlarıyla birlikte top sesleri de karışmaya başladığında kalbi duracak gibi olmuştu. Onca dil dökmeleri ve övgü dolu şiirleri karşılığında âmâ ve kambur kütüphane memurunun mahzenden çıkarıp getirdiği yasak ciltleri kendisine vermeden, dışarıdaki def sesleri ve sevinç çığlıklarının cazibesine kapılıp halkın akın ettiği surlara gitmesinden değil, kentin üzerine sinmeye başlayan değişiklikten ürkerek kendisini dışarı çıkarıp kütüphane kapılarını kilitlemesinden korkuyordu. Neyse ki Keldani ve Asur tarihi uzmanı bu yetmişlik Süryanî memur, Osmanlı hakanı Kanun Koyucu Süleyman’ın Bağdat’a giriyor oluşundan pek heyecanlanmamış ve kesik kesik öksürerek yalnızca “Olacak olan olur; beklenen gelir. Bugün doğan yarın elbet ölür.” diye mırıldanarak sormuştu:
“Ciltleri istiyor musunuz, yoksa gidip siz de Basralı hurma tüccarları gibi sultanın at koşumlarını mı seyredeceksiniz?”
Elli yaşlarındaki Hilleli Mehmet Efendi için gerçekten zor bir soru oldu bu. Acaba o da pek çokları gibi sultanın kente girişini seyretmeli miydi? Kütüphaneci sormasa böyle bir istek doğmayacaktı belki içinde. Şimdi gönlü, duyduğu top seslerinin Bağdat’a kazandıracağı yeni çehrenin seyretmeye değer bir manzara olacağını hissediyor, öte yandan zihni, harabeleri arasında çocukluk aşkını yitirdiği Babil tapınağı ve asma bahçelerinde yazılmış satırların gizemli dünyasında düşsel gezintilerin ihtirasıyla yanıyordu. Bir an, kütüphanecinin hızlanan kalp atışlarını duyacağını ve zihni ile gönlü arasındaki ikilemin alnına çizdiği kırışıklıkları göreceğini zannetti.
“Ciltler!” deyiverdi.
Sanki görüyormuş gibi elindeki ciltbentleri ocağın yanındaki şilteye bırakıp kapıyı içerden kilitlemek üzere emin adımlarla uzaklaşırken kütüphaneci, “O halde!” dedi, “Güneş şu pencereden içeriye giresiye kadar çalış, sultanın askerleri buraya el koymak için ancak o zaman gelebilirler.” Bunları söylerken eliyle kubbenin altındaki vitraylı pencerelerden birini işaret ediyor ve başını, sanki bastığı yerlere bakıyormuş gibi önünden ayırmıyordu.
Mehmet Efendi’nin heyecan ve aceleyle kaytanlarını çözdüğü ilk deri ciltbent, at cambazlarının taşıdıkları çantalara benziyordu ve içinden bazı parşömenler çıkmıştı. Bunlar MjS. 70 yılında Kudüs yağmalanırken şehri terk etmek zorunda kalan ilk dönem Hıristiyan rahiplerinin büyük küpler içine koydukları tomarlara benziyorlardı ve Mehmet Efendi’nin bilmediği bir alfabe ile yazılmışlardı. “Herhalde” dedi içinden, “Bu kör kütüphaneci yanlış sandıktaki ciltleri alıp getirdi. Yahut sırayı bir eksik saydı.” Tomarların hepsi aynı türdendi ve üzerlerinde İsa’yı çarmıhta ve Meryem’in kucağında gösteren tasvirler vardı. Mehmet Efendi tomarları cilde koyup ağzını bağlarken elinde tuttuğu deri parçalarında çölün tam orta yerinde yaşayan keşişlerin İbranî ve Aramî harflerle yazdıkları 100 kadar logia olduğunu bilseydi, büyük olasılıkla hayatının geri kalanında tıp veya şiirle değil de teolojiyle uğraşır, kutsal iki ırmak arasındaki antikiteleri çözmeyi denerdi. Hele Aziz Augustin’in Ostia’da satın aldığı balığın sarıldığı parşömeni elinde tuttuğunu ve üzerindeki cümlelerin de Aziz Thomas îndli’nden alınan gizemli ayetler olduğunu bilseydi…
İkinci ciltbent istiflenmiş meşin kartuşlarla doluydu. Her kartuşun içinde çuvaldızla dikilmiş 20-24 sayfalık risaleler ve bazı sayfalarında toprak boya ile çizilmiş çıplak kadın ve erkek tas-virleriyle insan anatomisine ilişkin çizimler, ilaç yapımında kullanılan ilkel damıtıcılar, taslar, sürahi ve potalar, dizi dizi ilaç tüpleri, çeşitli bitkilerin yapraklarından kesitler, kök lifleri, değişik kuş ve böcek çizimleri yer alıyordu. Evet, aradığı bilgilerden bazıları bunlardı; kütüphaneci bunları olsun yanlış getirmemişti. Üzerindeki ecnebi alfabelerin altına birileri tarafından Arap diliyle yazılan küçük açıklamaları okumaya başlayınca elindeki hazine daha da dikkatini çekmeye başlamıştı: “Potelamaus Soter’in iskenderiye Kütüphanesi bilginlerine çizdirdiği maraz-ı humma risalesi”, “tbn Sina’nın ana rahminde ceninin nasıl yaşadığına dair eş-Şifa risalesi”, “Serapium’da bitki köklerinden elde edilen şuruplar ve tedavi usulleri risalesi”, “Eflatûn-ı Uahî’nin ruh ve ölüm risalesi”… Bunlar tam bin yıl önce Roma başpiskoposu ile papaz ve rahiplerin, “Burada Tanrı’nin işine ortak olunuyor!” diyerek yaktırdıkları iskenderiye Kütüphanesi’nden kaçırılan kitaplar ile daha sonra islam bilimcilerinin hazırladıkları tıp ve felsefe yazmalarının fasikülleriydi.
Son ciltbentte yalnızca iki kitap vardı. Bunlardan biri at ehlileştirme ve yetiştirmekten, çöl hayvanları ile develerin hastalıkları ve tedavilerinden bahsediyor; diğeri de Bağdat’ın tarihçesi ile Kırk Haramilerin ve ünlü kervan soygunlarının öykülerini anlatıyordu. Bunun sonunda Binbir Gece Masalları’ndan bir bölüm de yer almaktaydı ve hepsi o bölgelerde sıklıkla kullanılan Mısır çıkışlı firavun kâğıdına yazılmışlardı.
Hilleli Mehmet Efendi isim isim hangi rafın kaçıncı bölmesinde ne tür kitapların bulunduğunu ezbere bilen bu âmâ kütüphaneciye aradığı kitaplardan bazılarının bunlar olmadığını, büyük olasılıkla yanlış rafa baktığını söyleyecekti ki, onun bu ciltbentleri sandıklardan binbir güçlükle çıkardığını ve dışarıdan gelen seslere bakılırsa Kanun Koyucu’nun bostancı ağalarının kapıyı çalmalarının an meselesi olduğunu
düşünerek fikrinden vazgeçti, ikinci ciltbendin tomarını yeniden açıp ileride yazmayı planladığı Sağlık ve Hastalık adlı Farsça eser için eski hekimlerin tedavi yöntemlerini araştırmaya, sayfalardaki anatomik insan tasvirlerini tek tek inceleyip kopya etmeye başladı. Her hareketinin kör kütüphaneci tarafından dinlenildiğini ve sayfayı biraz sert çevirecek olsa adamın kasden öksürdüğünü, bu tavırlarıyla görevini, gözlerini okuyucudan ayırmayan bir bekçiden daha fazla yaptığını düşünerek risalelerden birini koynuna koyup götürme düşüncesinden utandı. Çünkü elindeki kitap iskenderiye Kütüphanesi’nin en eski damgasını taşıyordu. Silindir biçimli seramiklere kazılıp kâğıt üzerinde yuvarlanarak basılan bu damgayı dikkatlice incelediğinde Roma devletini imparatorluğa dönüştüren Ceasar’ın, Yombe’yi takip ve mağlup ederek iskenderiye’ye vardığı sırada çıkan ayaklanmada Kleopatra’nın umarsız tavırları yüzünden yanan o ilk kütüphaneye ait olduğunu gördü. “Tisegor ve Tales nâm filozofların tartışmaları risalesi’ ha!.. Keşke bu alfabeyi okuyabiliyor olsaydım!..” Kitabın sayfalarını çevirirken “iyi de…” dedi kendi kendisine “…bu kitap, bilim tarihini yeniden başlamak zorunda bırakan o yangından nasıl kurtulmuş acaba?” ve cevabı bulmakta gecikmedi “Yangından sonra Marcus Antonius’un Bergama’dan getirttiği ikiyüz bin kitaptan biri olmalı!” Fuzulî Mehmet Bey elindeki kitabı nazenin bir sevgili gibi sevmeye başladı ve tarihi eskiten o uzun ve muhteşem zamanın tozlarını avuçlarının içinde yavaş yavaş, haz duyarak okşadı, kokladı, seyretti…
Şehrin bütün minarelerinden okunmaya başlayan fetih kasideleri, sultanın, topraklarına kattığı yeni kente girmek üzere olduğunu gösteriyordu. Bu sevince ortak olmak için Süryani ve Rum kiliselerinin zangoçları da, çan seslerini yarıştırırcası-na var güçleriyle asılıyorlardı zincirlere. Doğu yakasının Yahudileri de dahil olmak üzere herkes Dicle kenarlarına, Mansur mabedi, Tak-ı Kisra, Zübeyde Türbesi, Mustansıriye derslikleri meydanlarına toplanmış, uzunca süredir Şah Tahmasb ve Safevîler’in devam eden adaletsiz yönetimine son verilmiş olmasının abartılı coşkusunu yaşıyordu. Her zaman böyle olurdu; yeni bir hakimiyet, eski hâkimlerin öncelikle kendi hükümlerindeki insanlar tarafından dışlanmasını ve acımasızca eleştirileri beraberinde getirirdi. Şehrin dün yerlisi olanlar, bugün yeni ele geçirilmiş bir kente girmiş gibi davranıyorlar ve akın akın sokaklara, meydanlara yığılarak Tahmasb’a lanetler okuyan küfürler, Osmanlı sultanına da, kırk yıldır tanıyorlarmışça-sına övgüler yağdıran korolar oluşturuyorlardı. Asıl kalabalıklar ise Şii Bağdat’ta Sünniliğin merkezi konumundaki Imam-ı Azam türbesi çevresinde birikmişti. Buradan Dicle’nin doğu yakasına, Tebriz Kapısı girişine doğru, sultanın bağışlayacağı altınlardan pay alabilmek hevesiyle sıra sıra dizilen dilenciler de dahil her düzeyden insan yer alıyor ve sultana dua ediyormuş gibi birtakım kalıp sloganları bağırışıyorlardı. Vali Tekelü Han’ın, İbrahim Paşa’ya kenti tesliminden sonra bu kalabalıklar gittikçe artmış ve geceyi de orada coşkulu eğlenceler düzenleyerek geçirmeye başlamışlardı. Geceleri meydanlarda sa-bahlayanların çoğu yağma için koyun tuza, kurt koyuna seğirdir gibi şehre gelmiş bedeviler, suçlular ve kaçaklar idiler. Ne var ki yeniçeri ağası bir müfreze asker ile surların dört kapısını da tutmuş ve “Sözümden dışarı taş koparanın başını koparırım!” diye dellallar çığırtmış, bunların da elleri böğürlerinde kalakalmıştı. Şimdiki homurtuları ve Kanun Koyucu hakkında düzdükleri övgülerin gitgide azalmasının nedeni buydu.
Dicle vadisini dolduran hurma fidanları onbir pare top sesiyle sarsıldığında, kentin uğultulu kalabalıkları bir kez daha dalgalandı. Kanun Koyucu şehre giriyordu. Bu, seven ile sevilenin kavuşması gibi bir şeydi. Sultan, aşk efsanesindeki Şirin için mimar Ferhad’ın yaptığı Kasr-ı Şirin’den yola çıkmış İbrahim Paşa’nın bayraktan Cafer Bey’den kale anahtarlarını teslim alarak kendisine 500 altın ile bir kürk bağışladıktan sonra, bir insana saldıran iki canavar rölyefiyle bir kat daha heybet kazanan tılsımlı Halep Kapısı önüne doğru ilerliyordu. Şu anda onun merasim çavuşları, beyleri, solakları, peykleri ve kumandanlan arasında rahvan yürütülen küheylanı üzerindeki güven verici asaletini görenler ona neden Muhteşem Süleyman denildiğini kolayca anlayabilirlerdi. Bu adam eski Roma ilahlarıyla savaşmak için yaratılmış gibiydi. Girdiği kapının iki yanındaki tunç topların üç kantarlık taş gülleleri onun elinde bir topuz olabilirdi ancak.
Sevinç çığlıkları Akademi Kütüphanesi’nin dış avlusuna ulaştığında, kulaklarıyla görmek istercesine dışarıyı dinleyen Süryani memur, Hilleli Mehmet’in önündeki kitapları alıp sandıklarına kilitlemek üzere götürdü. Geri döndüğünde elinde murassa bir hançer vardı. Kabzası çift boynuzlu ve çatal dilli bir yılan başı biçiminde dökülmüş bir hançerdi bu. Zümrüt ve yeşim taşlar hakkedilmiş kınından sıyırıp sanki yalın yüzü üzerinde yazılı bir cümleyi Hilleli Mehmet Efendi’ye okur gibi “Ölmesini bilenler için hançer hayat demektir; ve aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır, ona sahip olan dünyaya hakim olur.” dedi sözcükleri ayrı ayrı vurgulayarak. “Bu hançer sana Tanrı’nın bir emaneti ve bir sırrı olsun, sakla bunu!” Hilleli Mehmet şaşkın bakışlarla, “Bir hediye almanın neresinde sır olabilir ki?” diye geçirdi önce içinden, sonra da bu bölgelerde, ayrılırken hediyeleşmenin tarihin en eski geleneği olduğunu düşünüp “Galiba ihtiyar benim bir daha gelmemi istemiyor!” diye yorumladı olanları.
İhtiyar adam, kamburunu çıkarır gibi eğilip dışarıdan yaklaşmakta olan ayak seslerine kulak kabarttı. “Zaman azalıyor, senden emaneti istediklerinde uygunsuz kişilere teslim etme. Sen onları tanırsın elbet.” dedi fısıldayarak. Adam birden değişmiş, başka birisi oluvermişti sanki. Sesi kısılmış gibiydi. Hareketleri dünkü kütüphaneciye benzemiyordu. Alnından terler boşanıyor, elleri titriyordu. Yüzüğünü parmağından zorlukla çıkarıp iç kısmındaki gizli kapakçığını açtı, Hilleli Mehmet’in şaşkın bakışları arasında ağzına götürerek yutkundu. Hilleli Mehmet “Adam esrar üryakisiymiş bre!” dedi şaşkınlıkla ve demlenme vaktinin geldiğine ve o şaşkınlık ile az evvel saçmaladığına hükmetti. Aksi takdirde olanlara bir anlam vermek çok zordu. Sesler, Kanun Koyucu’nun askerlerinin iç avluya girdiklerini gösteriyordu. Kütüphaneci iyice başkalaşmış, garip tavırlarla çevresindeki eşyaları elleriyle yoklamaya başlamıştı. Bir şey arıyor, yahut gözlerinin görmediği şeyleri tanımaya çalışıyor gibiydi. Bir ara Mehmet Efendi’nin yanına sokuldu ve elleriyle birlikte avucundaki hançeri de yeniden okşayarak “Asla unutma!” dedi, “Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır. Ona sahip olan dünyaya hakim olur.” Hilleli Mehmet Efendi esrar tiryakilerinin sayıklama nöbetlerini biliyordu ama ihtiyar adam tıpkı vasiyet eder gibi yumuşak bir sesle ikinci defa aynı cümleyi aynı biçimde tekrar etmişti. “Sen iyi birisin!” demişti sonra da, görmeyen gözleriyle tam da gözlerinin içine bakar gibi ve devam etmişti:
“Sırrı koruyacağına söz ver bana ve emaneti uygunsuz adamlara teslim etme!”
“?!..”
Kütüphanenin iç kapısı açıldığında içeriye sırma işlemeli kaftanı içinde, çevresindekilere emirler verişinden yüksek rütbeli olduğu anlaşılan karayağız çehreli, kısa kesilmiş kırçıl sakallı bir zabit girdi. “Adım Celalzâde Mustafa!” dedi kapı önünde kendisini karşılayan kütüphaneciye “Ve sultanın nişancısı olurum. Kitaplar ve kütüphaneyi teslim almaya geldim ihtiyar!.” Kütüphaneci bir yandan anahtarları
kendisine uzatırken diğer yandan kitap koleksiyonları hakkında bilgiler veriyor, değerlerinden bahsediyordu. Koca Nişancı, hemen oracıkta, yeniçeri odabaşılarından birisi eşliğinde dört neferi kitapların sayımıyla görevlendirdi. Kütüphane anahtarlarını kethüdasına verip “Koruna!” dedi. Sonra kitap mahzenlerini ve binanın yapısını inceledi. Kapıdan çıkacağı sırada gözü, aldığı notları toparlamakta olan Mehmet Efendi’ye ilişip sordu: “Efendi, kim olursunuz?”
“Hilleli şair Fuzulî bendenizim efendim.”
Koca Nişancı aldığı cevaptan büyük bir şaşkınlık duymuş, adeta ürkmüştü, inanmak istemez bir tavır ile,
Canı kim cananı için sevse cananın sever
Canı için kim ki cananın sever canın sever
dizelerini yüksek sesle okuyup “Ya bunca şeker sözleri sen mi dersin peki?” diye sordu. Sesinde inanmazlığının alay eder tavrı gizliydi.
“Evet efendimiz, kulunuz derim.”
“Yani ki gazeller der, aşkı terennüm edersin he mi?”
“Gayret ederim efendim!”
Celalzâde bir yandan onu konuşturuyor, diğer yandan inanmaya çalışıyordu. Gerçekten de karşısındaki adam o lirik aşk şiirlerini söyleyen adam mıydı? iki yıl evvel bir tomar şiirini İstanbul’a getiren kervan bir daha gelmemiş ama o şiirler her mecliste okunur olmuştu. Bu mütevazı ama temiz giyinişli adam o şair miydi gerçekten ve kendisi bu kadar şanslı olabilir, daha Bağdat’a girdiği günün sonlarına doğru, ne pahasına olursa olsun aramayı ve bulmayı düşündüğü şair ile karşılaşabilir miydi? Kader ona bu kadar cömert davranabilir miydi? Konuşurken bütün bunlar zihninden geçiyor ve her soru cevaptan sonra, karşılıklı okunan her beyitten sonra çocuklaşmış gibi bir sevinç ile ona daha yakın olmak istiyor, emredici konuşma üslubu saygılı bir lisana dönüşüyordu. Nihayet, “Gel o vakit koca şair!” dedi, “Seni bağrımıza basalım bir. Doğduğunuz gün talihin eli beşiğinizin üstüne bir yıldız asmış sizin. Eğer Allah’ın size cömertçe verdiği yeteneğinize sırt çevirmezseniz, emin olunuz, bugün hünkarımızın eşiğine, İstanbul’a ulaşan şöhretiniz bir gün gelecek Türk’ün olduğu her yerde bilinecektir.”
Kırk yıl birbiriyle yakın yaşayan hiç kimse, kütüphanenin yüksek kubbesi altında kucaklaşan bu iki insan kadar derinden dost olamazdı. Karşılıklı beyitler ve gazeller söyleşerek çeyrek saat kadar sohbet eden bu iki insan birbirlerini sanki çocukluklarından tanıyormuş kadar seviştiler, birincisi saygıda, ikincisi sevgide asla kusur göstermedi. Osmanlı devletinin maliyesinden sorumlu duygusal bir devletlu ile ruhunu Mezopotamya’nın sıcak rüzgârında eritmiş bir gönül eri ancak böyle dost olurdu. Ayrılırlarken Koca Nişancı, “Üstadım!” dedi, “Lütfen üç akşam sonra gelip beni bulunuz. Bulunuz ki Hüseyin Baykara’nm ruhunu şad edelim.” Bu davet, siyaseti ve diğer konuları bir yana bırakıp yalnızca şiirden ve sanattan konuşalım demekti ve “Ferman efendimizindir!” diye cevap verdi Hilleli şair Mehmet Fuzulî.
Kütüphaneden ayrıldığında gün batalı bir saat kadar olmuştu. Bağdat’ın akşam rüzgârlarına açık meydanlarındaki toz serpintilerinden korunmak için gözlerini kısarak yürürken, hayatının en ilginç günlerinden birini yaşadığını düşünüyordu. Bu ilginçlik Bağdat’ın fetih sevinciyle çılgınlaşarak sokaklara dökülen insanlardan değil, kütüphanecinin garip tavırlarından ve günün sonunda tanıştığı adamdan ve aldığı davetten ileri geliyordu. Sevinmesi mi, üzülmesi mi gerektiğini bilemiyordu. Üzülüyordu; kütüphaneciyi odasında terk ettiğinde ateşi vardı ve başında beklemeyi teklif ettiği halde, “Hayır!” demişti, “Gitmelisin!” Seviniyordu; Osmanlı maliyesinin en üstündeki adamla tanışmıştı. Bu, başına hüma kuşu konmak gibi bir şeydi. Maliyeci Celalzâde’yi düşünürken çektiği maddi yıkıntılar aklına gelmedi değildi. Yaptığı harcamalar ve satın aldığı kitaplar yüzünden çektiği parasızlık son raddelere varmıştı. Ama olsundu, Anadolulu şairlerle tanışacak olmanın heyecanı yanında parasızlık da neydi ki?!.. O sırada kütüphanecinin kendisine verdiği hançeri yokladı; koltuğunun alünda duruyordu. En kötü durumda bu hançeri satar, belki birkaç hafta daha Bağdat’ta kalabilir, araştırmalarını tamamlayabilirdi. “Ne garip bir adammış şu âmâ kütüphaneci!” diye geçirdi içinden, “Bilge birisine benziyordu, meğer esrar söyletiyormuş adamı.”
Sonra yeniden Celalzâde’nin davetine takıldı zihni. Bağdat’ı teslim alan sultanın ordusunda, adını bilip ününü duyduğu İstanbullu şairler vardı. Onlarla tanışmak ve şiir söyleşmek elbette çok heyecan verici olacaktı. İleride sancakbeyi atanacak olan Taşhcalı Yahya, divan kâtibi Hayalî, Üsküdarlı yeniçeri Aşkî ve daha başkaları. Sırf onlarla şiir sohbetleri yapabilmek için şehrin ucuz hanlarından birinde birkaç gece daha geçirmeyi göze almak gerektiğim, yol boyunca tekrarlayıp durdu kendisine.
Ne kadar talihli insanlardı şu Anadolu şairleri. Sanatı ve sanatçıyı koruyup kollayan bir hükümdarın elinden yemlenen şahinler gibiydiler. Baykara toplantılarında kim bilir ne mutlu, neşeli ve eğlenceli saatler geçiriyorlar, ne güzellikte şiirler okuyorlardı. Edebiyat bu insanlar için bir yaşam biçimi olsa gerekti. İstanbul’da bir Baykara meclisinde Ali Şir Nevai makamında oturmak ne erişilmez bir hayaldi kendisi için.
Bağdat, ilk günkü zafer şenliklerini geride bırakmış, surları ele geçiren askerlerin taşkınlıklarından veya kolluk güçleri tarafından sorgulanmaktan, hatta evlerinin yağmalanacağından korkan insanların sinmişliğiyle dolu bir geceye başlıyordu. Hilleli Mehmet, iki gün önce kaldığı handan eşyasını alıp imareti olan bir medrese hücresine taşınmıştı. Burada ücretsiz kalabilir, yiyip içebilirdi. Bir de, gece yatağına uzandığında koynun-daki murassa hançerin ağırlığım kalbinde hissetmese… Öyle ya, koynunda bir servet taşıyordu ve böyle bir günde ve böyle bir medrese hücresinde bu hançerin üzerinde bulunması başına pek çok iş açabilir, bir sürü sorgu sual ile karşılaşabilirdi. Ama çok da güzel bir hançer idi şüphesiz. Yağız bir serdengeçtiye benzeyen güzelliğini seyretmek ve üzerinde taşıdığı mücevherleri incelemek hoşuna gidiyordu. Bir hediyeyi satacak olmanın vicdan azabıyla parasızlık nedeniyle alamadığı kitapların hüznü söyleşiyor ve çarpışıyordu yüreğinde devamlı. Tükenmeye yüz tutmuş mumun titrek aydınlığında hançeri seyrediyor, seyrederken kakma mücevherlerinin güzelliğiyle hayallere dalıyor, kâh gidip arastada hançeri tümden satıyor, kâh bir sarrafa üç-beş altm verip gizlice üzerindeki
mücevherleri söktürüyor, bazen en iri yakutu Hille’de yolunu gözleyen kadınına yüzük yap-tırtıyor, bazen bilimsel araştırmalar yapmak üzere kitaplar satın alıyor, çocuklarının giysilerine nakış diye işletiyordu. Her defasında hançerin güzelliğine bir kez daha hayran oluyor ve bu güzellikten ürküyordu.
Hele şu kabzasındaki çifte boynuzlu yılan başlığı ne garip bir sembol idi. Bir de bunun simetrisinde, parmaklar birbirine yapışık duran bir el rölyefi yer alıyordu. Bu, sanki o güne kadar gördüğü madenlerden dökülmemiş gibiydi. Çeliğe hiç benzemiyordu. Tunç veya pirinçten de değildi. Böyle güzel bir hançerin demir olması da düşünülemezdi. Altın yahut gümüş dese, rengi de onlara benzemiyordu. Çakısıyla üzerini çizmek istedi, sonra bir eğe taşına sürttü ama bir türlü anlayamadı, çok sert bir maden idi.
Üzerinde yazıya benzer işaretler vardı. Süryani alfabesini bilirdi, ama Süryanice değildi bunlar. Çift taraflı yalın yüzünü incelerken parmağını keseyazdı ve hemen kınına sokup kabzasındaki işaretleri gözden geçirmeye başladı. İki parmak kalınlığında bu silindir kabzaya spiral şeklinde telkârî bölmeler işlenmişti. Her bir bölme verev geçmelerle kartuşlar gibi birbirine bindirilmiş, her kartuşun içine harfler yerleştirilmiş, bunların arasına da yedi adet irili ufaklı teşbih tanelerini andıran yakutlar hakkedilmişti. Sallandıkça şıkır şıkır sesler çıkaran parlak yakutlardı bunlar. Kabzada yedi harf ile yedi yakut olduğu dikkatini çekince Süryani kütüphanecinin sözlerini hatırladı: “Aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır. Ona sahip olan dünyaya hakim olur.”
Kafası karışmıştı. Gecenin geri kalan kısmını hep bu sözleri düşünerek ve gözünün önündeki hançere bakarak geçirdi. Hançerin kabzası üzerinde yedi dilim, yedi dilimin üst noktalarında yedi yakut, onların altlarına gelişigüzel serpiştirilmiş yedi harf vardı. Bunlar arasında bir bağlantı olmalıydı, ama neydi? Kütüphaneci “Aşkı bilen…” demişti. Demek ki bunun aşk ile bir ilgisi vardı. Aşk üzerine herkesten ziyade bilgi sahibi olan kendisiydi. Ona aşk nedir diye sorsalar, tek bir cevap veremeyecek kadar aşk içindeydi. Yıllarca aşkın ayak seslerini bestelemiş, aşkın acısıyla beslenmişti. Hasreti ve hicranı nerede görse tanırdı. Aşkın yedi kademesini yaşamış, mistiklerin aşk ile anlattıkları yedi hikmeti öğrenmişti. Bütün gece aşk, yedi, hançer, yakut deyip durdu. Bu kelimeler onun sayıklama nöbeti gibi bir gece geçirmesine yetmişti. Ertesi sabah ilk işi kütüphaneye gitmek olacaktı. Uyuduğunda zihninin içinde yedi rakamlı bütün bir medeniyet birikimi çarpışmaktaydı, ama bu, yedi sırrın ne olduğunu bilmesine yetmedi.
Fuzulî, Koca Nişancı’nın Dicle’ye sırtını dayamış konağının kapısına varıp kâhyasına kendisini tanıtırken yüreğinin duracağını sandı. Yiyeceklerle donatılmış gümüş tepsilerin sıra sıra sedirleri donattığı salona girdiğinde yüzüne çarpan sıcaklığın ortadaki büyük pirinç mangaldan mı, içini kaplayan heyecandan mı, yoksa kendisine gülümseyen dost yüzlerden mi kaynaklandığını anlayamadı. Çeng ve santur nağmelerinin doldurduğu salonda bulunanların yarısı o içeri girince ayağa kalkmış, diğer yarısı da onun şiirlerinden dizeler okuyarak ayrı ayrı hoş geldin demişlerdi. Nişancı Bey’in sağ yanındaki şilteye oturduğunda kendini ilk defa bir sınav heyeti huzurundaymış gibi hissetti. Bütün gözler üzerindeydi. Servi boylu sakiler sofraları donatmaya başladıklarında aradaki resmiyet kalkıp senli benli bir şiir sohbeti ve müzik ziyafeti başladı. Kimi gazel okuyor, kimi muamma soruyor, kimi mesnevi anlatıyordu. Perde arkasından gelen müzik yer yer Meragî bestelerini, bazı bazı Mevlanâ güftelerini dillendiriyor, atışmalar, iğnelemeler, şakalar, öyküler, kahkahalar derken söz Leylâ ile Mecnûn’un ölümsüz aşklarında düğümlendi ve karşılıklı anlatımlardan sonra Hayalî Bey Fuzulî’ye dönüp “Bağdat’ın nadide gülü, sözün seçkin sultanı!” dedi, “Çöl kızı Leylâ ile çılgın âşıkı Kays’ın öyküsü iranlı şairler tarafından defalarca yazılmış. Ne ki Türkçe söyleyen pek az ve sözleri pek cılız. Bu gizli hazinenin sandığını açsanız, bir kitap yazsanız ve bu eski bahçeye bir taze güzellik verseniz!..”
Hilleli Mehmet Fuzulî şafak sökümünde konaktan yarı mahmur ayrılırken, o geceden zihnine kazınmış bu sözler kulaklarında çınlamaya başlamıştı bile…
2
Bu, Rahip Akeldan’ın Bilgelik Süsüdür ve Uzay Sırlarının Gizemli öyküsüdür
İşte Keldanilerin diyarı, o kavim artık yok.
Afur, onu çölün vahşi hayvanlarına bıraktı,
onlar kulelerini diktiler, onun saraylarını
yaktılar, onu viraneye çevirdiler.
Tevrat, Işaya, XXIII/13
Bağdat ilimler Akademisi’nin yılışık ve açgözlü kapıcısının, “Yüce efendim! Saygı değer kütüphanecimiz, -ki Tanrı’ya yakın olduğuna şahitlik ederim- Kanun Koyucu’nun askerleri kütüphaneye geldikleri günün akşamında zehirlenerek ölmüş bulunalı ancak yedi gün oldu ve şimdiye kadar onu soran altıncı kişi sizsiniz.” diye hayrete düşerek anlattığı sabah, eğer Hilleli Mehmet Fuzulî, İstanbul’dan gelen şairlerle yeniden buluşma arzusunun önüne geçebilseydi, derhal Hille’ye dönecek ve hayatının geri kalan kısmında bu yaşadıklarını unutmaya çalışacaktı. Ama olmadı, içinden gelen karşı konulmaz arzulara yenik düştü ve Süryani kütüphanecinin temiz yüzünü, görmeyen gözlerini ve bilgeliğini anımsadı bir an. Onunla güzel günler yaşamışlar, daha doğrusu o kendisine devamlı yardımsever davranmış, gurbet hissini tattırmayacak kadar da yakın davranmış, aşını paylaşmış, kahvesinden ikramda bulunmuş, Hille’den, çoluk çocuğundan bahsettikleri zamanlarda içindeki yalnızlık hasretini dile getirerek güvenini kazanmıştı. Çok şey biliyordu ve kendine özgü aristokrat bir dünyada yaşıyordu. Rafine zevkleri vardı ve ikram etmeyi çok seviyordu. Kütüphaneden kazandığı maaşa göre çok da cömert idi.
Fuzulî, ihtiyarın zehirlenerek öldürüldüğünü duyunca kaldığı medrese hücresine gidip hançeri tekrar incelemeye karar vermeden önce bütün bunları düşünüyordu. Bir defa, kapıcının dediği gibi kütüphaneci zehirlenmemişti, yüzüğündeki ze-hiri içmişti. “Adamı esrar çekiyor sanmakla ne kadar safça davranmışım meğer!” diye hayıflandı o yüzden. Peki ama neden intihar etsindi? Eğer Bağdad’a gelen yeni Osmanlı kimliği ile bir alıp veremediği yok ise ölümü esrar perdesi taşıyor demekti. Bu durumda “Onu kapıcıdan soranlar, mutlaka hançerin peşinde olmalılar.” diye düşünmekten kendini alamadı, içini bir korku kaplamıştı. Belki de bu yüzden o hançeri yeniden incelemesi gerekiyordu. Öyle düşünmüştü.
İki avucu içinde tuttuğu bu hançer, Kerbela ahalisinin yöresel kıyafetlerini tamamlamak üzere göbekleri üzerindeki kuşağa taktıkları türden koç boynuzu basit bir hançere benzemiyordu. Bu hançerin antik değer taşıdığı, artık bu yörelerdeki kılıç ustalarının böyle hançerler yapmadıkları, belki eski Iran şahlarına armağan edilen nadide ve murassa hançerleri yapan eski ustaların eserlerinden biri olduğu belliydi, işlemesi, işçiliği, süsleme taşları hep özel idi. Kını üzerindeki rölyefe dikkatle bakıldığında, serçe parmak ile yüzük parmağı yumulu, orta parmaklar birbirine yapışık duran bir sağ el olduğu fark ediliyordu. Buna daha önce hiç dikkat etmemişti. Acaba neyin ne-siydi bu işaret? Bedevi Araplar arasında yaygın olarak kullanılan bir kabile işareti olabilir miydi? Yahut bunun bir anlamı var mıydı? O güne kadar böyle bir arma yahut sancak işareti de görmemişti. Üstelik bütün bu sorular, kabzanın diğer rölyefi olan çifte boynuzlu yılan başlığı için de geçerliydi.
Kapısının çalınma ihtimaliyle korku içinde geçecek bir gün başlıyordu şimdi. Kader kendisini nelerle karşılaştırıyordu? Eğer ihtiyar kütüphaneci kendisine iyilikler yapmış olmasaydı “Canı cehenneme!” deyip yoluna gidecekti. Hille’de kendisini bekleyen bir ailesi ve yapması gereken araştırmalar, yazması gereken kitaplar vardı. “Hançerden kurtulmanın bir yolunu bulmalı!” diyordu durmadan, sonra kütüphanecinin son sözlerini düşünü-J yordu: “Emaneti koru, lâyık olmayanlara teslim etme!” demişti o. Şimdi hatırlıyordu, bunu söylerken elini onun omzuna koymuş ve hançerin üzerinde gördüğü kabartma el işaretindeki gibi iki parmağını yummuştu. Bunun bir dostluk ve güven işareti olduğuna karar verdi ve bu vasiyetini yerine getirmesi gerektiğini düşündü.. Peki ama yedi gerçek sır neydi?
“Hançerin kabzasındaki yarım daire kesimli taşlan alsam ve sonra onu bilinmeyen bir yere gömüp kurtulsam, böylece emanetin hiç olmazsa lâyık olmayanların eline geçmesini en-gellesem!..” diye geçirdi içinden. Evet, taşlar yerine yapışık değildi, ama sökülecek gibi de değildi. Her birini sıra ile yokladı, gruplar halinde zorladı; olmuyordu. Evde kâğıt keserken kullandığı söğüt yaprağı bıçağıyla yuvalarını açmaya çalıştı. Tek tek bütün taşların çerçevelerini genişletmeye gayret etti… Mümkün değildi, bütün taşlar yerinde şıkır şıkır etmesine rağmen hiçbirisi sökülemiyordu. “Hançerin çeliği çok sert dökülmüş, suyu iyi verilmiş!” diye geçirdi içinden Fuzulî Mehmet Efendi. Avucuna alıp var gücüyle taşlan sıktırmayı ve yuvalarının sertlik derecesini hissetmeyi düşündü. Nihayet, iki avucunun arasında bütün taşlara aynı anda baskı yapınca hançerin kabzası keskin ucundan ayrılıp çelikleşmiş bir ses çıkartarak ok gibi karşı duvara çarptı. Hilleli, biraz korku biraz da heyecan ile tuttuğu her şeyi elinden fırlatıp, içinden koruyucu dualar mırıldandı. Kalbinin hiç bu kadar ürküntü ile çarptığını hatırlamıyordu. Elinde tuttuğu hançerin masum bir aksesuar veya o yörelerin giysilerini tamamlayan bir süs değil bir suikast silahı olduğunu düşünüp dehşete kapılmıştı. Bu hançer başına bela olacağa benziyordu. “Evet evet, bundan bir an evvel kurtulmalıyım!” diye tekrarladı içinden. Ne yapacağını bilemiyordu. Neden sonra gözleri yerdeki kabzaya takıldı. İçinden bir sahtiyan şerit sarkıyordu. Yarım arşın boyunda tabaklanarak inceltilmiş ve tomar biçiminde sarılmış bir deri idi bu. Uzunca bir baklava dilimi gibi verev kesilmişti ve üzerine, hançer kabza-sındaki ile aynı olan işaretlerden rastgele serpiştirilmişti Korka korka eline alıp iyiden iyiye incelemeye başladı “bu şeridi. “Sır, işte bu deride yazılı olan şey olmalı!” diye düşündü içinden. Kalbinin ritmi artmış, elleri titremeye başlamıştı. Bunların ne olduğunu anlamak ve çözebilmek için belki de yeniden kütüphanelere gitmesi gerekecekti, Şimdilik bunları resim yapar gibi kopyalamayı akıl ettiğine sevindi. Araştırma sonuçlarını yazdığı tomarları arasından en ince tabaklanmış bir parşömen çıkarıp üzerine koyarak harfleri resim yapar gibi kopyalamaya başladığında içinden hâlâ “Bir şifre^ olmalı!” diye mırıldanıp duruyordu. İyi ama neyin şifresiy-di? Hem üzerindeki bu rakamlar veya harfler de ne anlama geliyordu? Aklının yorulmaya başladığını hissedesiye kadar kendini bu sorular içinde bocalamaktan alamadı.
Hilleli Mehmet Fuzulî eğer o gün korkusunu biraz daha yenip kafa yorsaydı belki verev şeridi hançerin spiral çizgileri üzerine saracak ve bilge rahip Arşiya Akeldan ile Babil Cemiyeti’nin büyük sırrına ait şifreyi bulacaktı. Yazık ki o, bu hançerin ileride başına bela olacağını düşünerek gecenin bir yarısında, eski hâline gelecek şekilde bütünleyip kabzasını kınına taktıktan sonra, medresenin avlusundaki dut ağacının altına gömmeyi tercih etti. Hançerin içinden çıkan şeridi ise matarasının eskiyen kayışının iç yüzüne bir astar gibi yapıştırarak saklamayı tercih etti. Kopyaladığı kâğıdı, Bağdat’ta geçireceği son günde, kütüphanecinin sur dışındaki maşatlığa defnedilen cesedinin yanına gömmeyi ve böylece emaneti sahibine iade edip bu konuyu sonsuza kadar zihninden söküp atmayı planladı.
Saatler geçiyor ve o merakını yenemiyordu bir türlü. Bu harfler neyin nesiydi? Bunları gömerek kurtulmak belki ömrünün sonuna kadar merak etmek olacaktı. Birkaç gün daha ilimler Akademisi Kütüphanesi’nde araştırma yapmak o kadar da kötü olmasa gerekti.
İlk araştırdığı kitaba göre bunlar Keldanilere ait çivi yazısının harfleri idiler. Hançerin üzerindeki çift boynuzlu, çift diLi yılana benzeyen hayvan motifi boğa ile ejderin, yılan ile grifo nun başlarından izler taşıyordu. Babil’in baş tanrısı Marduk’u temsil eden pençeleri kuş tırnaklı, gövdesi pul pul, uzun boyunlu ve iri başlı Babil ejderi Siruş idi. Birkaç gün süren araştırmalarının sonuçlarını topluca değerlendirdiğinde kayıp bir medeniyetin kapılarını aralamaya başladığını hissetti ve yaptığı işin dehşetinden ürktü.. Yedinci günün sonunda çivi yazısının harflerini çözmüş, Kanun Koyucu’nun Dizçöken Ağası’ndan aldığı özel izin ile de kütüphanede kilitli iki sandığı açtırmış, Keldani dilini bilen Mısırlı yarı sağır yetmişlik bir kıptiye bütün parasını verip sandıkların içindeki papirüslerde yazılı satırları hayretten hayrete düşerek dinlemek üzere loş bir odanın mum ışığında uykusuzluğa hazırlanıyordu.
“Keldaniler şimdi ayağını bastığı Mezopotamya topraklarında yüzyıllar önce yaşamışlardı. Arbeles, Ninova, Cutha, Sipara ve Ur gibi şehirlerde çağlarının en ileri medeniyetini kurmuşlar, felsefeyi, ölçü birimlerini, geometriyi ve takvimi ilk onlar icad etmişlerdi. Bir çemberi 360 dereceye ayıran onlardı. Sesleri belirli işaretlerle tanıtan gerçek alfabeyi yine onlar icad etmiş ve yeryüzünde ilk yazılı kültürü meydana koymuşlardı. Bilim alanında insanı hayrete düşüren çağlar üstü bir ilerleme gösterdiklerini herkes bilir. Krallıklarını hukuk ye edebiyat kuramlarıyla yönetiyor, sözü kelam derecesinde söylüyorlardı. Ama en önemlisi, uzay araştırmalarındaki ilerlemeleri idi.”
Mısırlı ihtiyar anlatırken Hilleli şairin ilgisini en çok bu konu çekmişti, ihtiyarın papirüslerden okuduklarına göre Keldani bilgeleri kendilerinin ayaltı âlemde yaşadıklarını ve ayüstü âlemdeki yedi gezegenin tabiatı idare ettiğini düşünüyorlardı. Tanrıtanımaz eski krallıkların pek çoğunda olduğu gibi Keldanilerin de yıldızlara tapıyor oluşlarını yaşlı adama “Elbette!” diye yorumladı, “Açık gökyüzünde, diğer ülkelerde görülmemiş bir ışıkla parlayan yıldızlardan etkilenmeleri doğaldı ve bazılarının diğerlerinden daha parlak ve hareketli oluşuna bağlandılar. Bu düzen ve ihtişam, ancak bir Tanrı düşüncesiyle açıklanabilirdi. Öyle de yaptılar. Tesbit ettikleri gezegenlerin her birine bir ad koyup onlara ilah dediler, hepsini ayrı bir renk ile gördüler ve gösterdiler.” Yaşlı Mısırlı, çoktandır kimseye anlatamadığı eski bilgilerini anlatırken kendini önemli birisi gibi hissediyor ve heyecanını sesine yansıtıyordu: “Şamas (Güneş) altın rengindedir. Sin (Ay) gümüş gibi. Nebo (Utarit) mavi, Iştar (Zühre, star) beyaz, Nergul (Merih) kırmızı, Marduk (Müşteri) erguvanî ve Ninip (Zühal) siyahtır.” Hilleli şair zekâsının bütün antenleriyle onu dinliyor ve adamın elindeki satırlar yukarıdan aşağıya eridikçe, papirüs ruloları tersine sarılıyor ve bilgiler kütüphanenin ışıksız duvarlarında yankılanıyordu. Keldani bilgelerine göre hayvan figürlerine benzeyen bu ilahlar gökyüzünü dolaşırken tanrısal burçlarda konaklıyorlar ve ayaltı âlemdeki-lerle konuşmak ve onlara birtakım meramlarını ifade etmek için farklı günlerde farklı biçimlerde geziniyorlardı. Böylece yıldız bilimciler dünyada olacak şeyleri önceden keşif ve tahmin yoluna gidiyor, çoğunlukla da isabet kaydediyorlardı. Rahipler bu yüzden hem kahin hem bilim adamı idiler. Şeytanı kovarken, Dicle ve Fırat’tan balık yakalarken, aslan avlarken, tarlaları biçerken, sevişirken ve savaşırken hep bu tanrılar adına hareket ediyor ve mabetlerinde onları temsil eden som altın figürler ve heykelleri aracı yaparak tanrılanndan yardım isteme ayinleri düzenliyorlardı. Yortu günlerinde bunlara kıymetli taşlardan kolyeler takıp ipek kumaşlardan elbiseler giydirmek ise en büyük ibadetleri sayılıyordu.
Mısırlı ihtiyarın okuyup tercüme ettiklerinde Hilleli Meh-med Fuzulî’nin dikkatini çeken başka bir özellik daha vardı; her şeyi yedi rakamıyla açıklamak. Keldanilerin yaşadığı ayaltı âlemdeki her şey ayüstü âlemdeki tanrılar gibi hep yedi rakamıyla ilintiliydi. Göklerin sayısının yedi olduğunu ve evrenin yedi kozmik yapıya sahip bulunduğunu söylüyorlardı. Vaazlarında da daha çok, tanrılara ait feleklerin ve burçların onar bin yıllık adımları olan yedi devre yaşanacağını ve bu yedi devrede yedişer önemli kehanet meydana geleceğini anlatıyorlardı.
Mehmet Fuzulî papirüslerden birinde Babil zigguratının yedi katlı bir planını görmüştü. O anda, kendisine emanet edilen hançerin bu ziggurata ait olduğunu bilseydi belki de olacakların hiçbiri olmazdı. “Belli ki bunu tanrılarına adadıkları için yedi katlı yaptılar.” diye mırıldandı yalnızca. Ziggurat bilgeliğin yedi sütunu ile desteklenmişti. Alt katında birbirinden geçilen yedi gizli bölme vardı. Bunların en sonuncusunda bir çocuğun kurban ediliş töreni tasvir edilmişti. Çocuk yedi yaşlarında görünüyordu ve yedi kollu şamdanlar taşıyan yedi rahibin ortasında bıçak altında bekliyordu. Yedi tabakta yedi benekli mantarlar ve yanlarında da yedi dilimli yedi kadeh bulunuyordu. “İçlerindeki şarabın da yedi yıllık olduğuna yemin edebilirim!” dedi Fuzulî kendini tutamayarak ve ihtiyarı kahkaha ile güldürdü. Başka bir sayfada Fırat’ın yedi kolu tarafından sulanan Babil ülkesinin haritası vardı. Yedi tarh halinde ayrılan tarlaların üzerine bereket tanrısı En-lil’in yedi kolu uzanıyordu. Haritanın devamındaki sayfalarda her sonbaharda yedi gün şükran orucu tutulduğu ve bu orucun yedi hububattan yapılmış bir çorba ile açılması gerektiği yazılıydı. Krallarının saraylarının ve tapmaklarının yedişer kapılı yapıldığı da oradan öğrendiği bilgilerdendi. Bir başka resimde ekmek-şarap ayini temsil ediliyordu. Baş rahip ellerini birleştirerek uzatmış, onu selamlayan kral ailesi ile halk da ellerini rahibin elleri üzerine koyarak onu selamlamaktaydılar. Hilleli şairin dikkatini çeken şey, ortadaki rahibin elinin, tıpta hançerin üzerindeki kabartma gibi iki küçük parmak yumulu resmedilmiş olmasıydı. Ayine katılanların üzerinde litürjik kıyafetler de çok dikkat çekiciydi ve detaylardan, ayin ritüellerinin çokluğu anlaşılıyordu.
Üç gün boyunca iki sandık papirüsü teker teker incelediler. Ne şair, ihtiyara ne aradığını söylüyor, rje de ihtiyar ona bir şey soruyordu. Nihayet son papirüse sıra geldiğinde Fuzulî bir an, yüreğinin atışını ihtiyarın duyacağını sandı; bereket versin adam işitme özürlüydü. Burada yazılı olanların kendisindeki hançer ve şifreler ile bir ilgisi olduğunu hissetmişti. Evet, bu papirüste Babil Cemiyeti’ne ait bilgiler vardı.
İhtiyar Kıpti’nin okuduklarına göre Babil Cemiyeti (BC), uzay araştırmaları yapan yedi bilge rahipten oluşuyordu. Kurdukları Babil Uzay Araştırmaları Merkezi’nde (BUAM) yaptıkları gözlemler ve hesaplamalara göre dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneş çevresinde döndüğünü keşfetmişler, ama bunu kimseye açıklayamıyorlardı. Nabukadnazar’ın üçüncü nesil torunu Nippin, zalim bir kral idi ve bilgeler elde ettikleri bu gerçeğin onu ürküteceğinden korkuyorlar, bu korkunun da hayatlarına mâl olacağını biliyorlardı. Göklerin hareketiyle ilgili bu bilgi onlara yeni teoriler üretme fırsatı vermiş ve yaptıkları uzay gözlemleri sonucunda evrenin galaksilerden oluştuğunu, eğer uygun hız ve ortam oluşturulabilirse kara delikten geçildiğinde galaksiler arası yolculuk yapılabileceğini, bu galaksiler-deki diğer dünyalar ile iletişim sağlanabileceğini, nitekim uzaylı yaratıkların da bir zaman gelip aynı sistemi kullanarak dünyaya yolculuk yapabileceklerini, bu yolculukları ilk defa yapacak olan gezegen sakinlerinin galaksiler arası dünyalarda hakimiyet sağlayabileceğini ve eğer bu yolculuklar kötü niyetli olursa onlardan korunma yöntemlerini vs. pek çok konuyu araştırmışlar ve bulgularını şifreleyerek fırında pişirip korudukları tabletlere yazmışlardı. Buna ait yedi tablet ve çizimleri Iştar tapınağının gizli mahzenine saklamayı planladıklarında, içlerinden birisinin, küçük menfaatler karşılığında diğer bilge rahiplerin yaptığı araştırma sonuçlarını krala gammazlayacağını nereden bilebilirlerdi ki!.. Bilim ahlâkına aykırı olarak meslektaşlarının yaptıklarını birer günah diye anlatırken, bu zavallı âdâm aslında bilgelik sıfatını üzerinden sıyırıp attığını bilmiyordu. Meslektaşlarının, Babil kralı Nabukadnazar’ın yasalarına karşı çıkarak kâfirce keşiflerde bulunduklarını, bunların halkı azdıracak ve isyana sürükleyecek bilgiler olduğunu general Nippin’e gizlice anlattığı gecenin seherinde BUAM’ın gözlemevi olarak kullandıkları kuyularda beş bilge adamın kelleleri toprağa düşürülmüş olarak bulundu. Öğleye doğru da bu azgın dinsizlerin gözlem araçları dahil hiçbir teknik donanıma dokunulmadan, bütün kuyular cesetlerin üzerine kapatılmıştı. O gece bu yedi rahipten bir tek bilge, Arşiya Akeldan, hasta annesini ziyarete gittiği için şehir dışındaydı. Yolda kendisini karşılayan kölesinin soluk soluğa anlattıklarını dehşetle dinlemiş ve arkadaşlarının başına gelenlerden ürkmüştü. Şehre dönmek yerine bir hafta gizlenerek planlar yapmayı, BUAM’ın onca emek ve keşif sonucu bulunan gerçeklerini kurtarmayı kurdu kafasında. Gerçekten de general onu suçlu ilan ettirmiş, kralın hazinelerinden altın heykelleri çaldığını söyleyerek halkın öfkesini üzerine yönlendirmeyi başarmıştı. Saklandığı bağ kulübesinde yalnızca yemişlerle karnını doyurmaya çalışarak bütün planlarım hazırladı. Sonunda bir gece kılık değiştirip gizlice kente girerek Babil Zigguratı’ndaki Iştar tapınağının mahzenine, BUAM’ın bütün hazinesi ve tapınağın bütün altın ilah hey-kelleriyle birlikte, araştırma sonuçlarının tamamını, yıldızların ve gezegenlerin yerleriyle uzay keşiflerinin çizimlerini de gösteren yedi tableti taşıyarak mermer kapıyı içerden kapayıp BC’nin sırlarıyla birlikte kendini de gelecek kuşakların bulması için saklamayı uygun buldu. Tapınaktaki son duası, kölesine verdiği Siruş başlıklı hançerin bilimsel zekâya sahip iyi kişiler eline geçmesi, ileriki zamanlarda bu bilgileri anlayacak ilim adamları ve onlara zarar vermeyecek yöneticiler ortaya çıktığında birilerinin bu heykellerle dolu kutsal hazinenin parasıyla, uzay yolculuklarına ilişkin araştırmaların sonuçlarını gösteren tabletler üzerindeki bilimsel gelişmeyi devam ettirebilmeleri ve kara deliği aşarak uzayda varolduğunu bildikleri diğer dünyalılar ile sağlıklı iletişim kurabilmeleri, yahut dünyayı kötü niyetli uzaylıların istilasından kurtarabilmeleri üzerineydi.
Mısırlı ihtiyar yazıların burada bittiğini, ama papirüse derkenar olarak Arap alfabesiyle cümleler yazıldığını söylediğinde, Fu-zulî’nin heyecanı bir kat daha artmıştı. Büyük olasılıkla ölen âmâ kütüphanecinin yazısıydı bunlar ve Pehlevice yazılmışlardı, ihtiyar Kıbtî bu dili bilmiyordu ve Fuzulî bunun için kütüphaneciye “Dinince dinlensin!” diye dua etti. Çünkü burada Iştar mabedi ile kapısındaki şifrelerden bahsediliyordu. Ayrıca üzerindeki işaretler, Siruş başlıklı hançerin kabzasmdaki işaretler ve iki parmağı yumulu duran el motifi idi. Belli ki Akeldan’dan sonra birileri hançer üzerinde araştırma yapıp bulgularını bu papirüslere geçirmişlerdi. Bu kilit sistemine göre satranç tablası gibi mermer bir kartuşa yerleştirilmiş olan tuşlara bir harf-bir rakam sırasıyla basıldığında mabedin mahzen kapısı kendiliğinden aralanacaktı.
Son satırda bildirildiğine göre bilge rahip Akeldan, bütün uğraşının sonunda olup biteni henüz onüç yaşında olan iki yıllık kölesine anlatmış, sonra da şifreyi harflere ve rakamlara bölerek hançerin sapına harfleri, şeride de rakamları işlemiş, hançeri kölesine emanet ederek Iştar tapmağında ebedî uykusuna dalmıştı. Adını ölümsüzleştirmek için de şifre harflerini A-K-E-L-D-A-N diye yazmış, aralarına da 6-0-0-3-3-2-0 rakamlarını koymuştu.
Hilleli Mehmet Fuzulî, Bağdat medresesindeki dut ağacının dibine gömdüğü hançerin ve kabzasından çıkan sahtiyan şeridin üzerindeki harf ve rakamları bu satırlarda okuyabiliyordu. Ama bunun, nerede olduğunu bilmediği Iştar mabedi kapısında nasıl kullanılacağını kestiremiyordu.
Onun bilmediği ve hiç bilemeyeceği şifre aslında çok kolay düzenlenmişti. Eğer denizcilerin hayatını bilseydi bunu çözebilirdi. Eski gemiciler gizli haberleşmeleri için bir fıçının üzerine sardıkları sahtiyanlara yazı yazar, sonra bu sahtiyanı kuşak diye bir tayfaya verirler, gemi vardığı yerde mektubu okumak isteyen kişi aynı çapta bir fıçı bularak sahtiyanı ona sardığında şifre kendiliğinden çözülüverirdi. Şerit üzerine düzensizce serpiştirilen harflerin farklı çapta bir silindire sarılması durumunda ise şeritten hiçbir şey anlamak mümkün olamazdı. Arşiya Akeldan’in burada yaptığı, fıçı yerine hançerin Siruş başlıklı kabzasını kullanmak olmuştu. Hançer kabzasına belli aralıklarla harfleri kazımış, her iki harf arasında spiral şeklinde devam eden boşluklar bırakmış, bu boşluklarda yer almasını istediği rakamları da şeride yazmıştı. Eğer deri şerit hançer kabzasına uygun biçimde sarılırsa A-6-K-0-E-0-L-3-D-3-A-2-N-0 dizgesi elde edilmiş olacaktı. Bu dizge, Iştar tapınağının kapısındaki kartuş üzerinde tuşlanması gereken şifre idi ve yalnızca hançerin sapında anlam kazanıyordu. Hançer olmadan şerit, şerit olmadan da hançer işe yaramayacak, kopyalanmaları halinde hançer kabzasının yarıçapı, yahut şerit boyu değişirse şifre bozulacaktı. Üstelik Akeldan, şifrenin tek aşamalı basit bir şifre olarak kalmasını tehlikeli gördüğü için her harf arasına bir rakam koyarak onu kripto sistemine dönüştürmüş, böylece ikinci kademe bir şifre daha oluşturmuştu. Rakamlar, Akeldan ismini oıuşturan Babil alfabesindeki çivi yazı harflerden kaç basamak sonraki harfin tuşlanması gerektiğini bildiriyordu. Bu da harf ve rakam sırasına göre, söz gerimi A’dan sonraki altıncı harf, sonra K, ardından E, sonra L’yi takip eden üçüncü harf diye devam edecekti.
Belli ki Akeldan’m sadık kölesi efendisinin sırrını saklamakla kalmamış, üstadlarının yürüdüğü bilim yolunda onların hatırasına hürmeten yeniden yedi kişilik gizli bir BC oluşturmuştu. Belki de kendisi bu araştırmaları devam ettiren bir bilge olarak yaşamış veya kralın adamları arasında hayat sürmüştü. Metinlerde ona ait bilgiler bulunmuyordu, ama üyeler hakkında bir şart yer alıyordu. Buna göre Cemiyet’in sırrını bilen kişiler hiçbir çağda yedi kişiden fazla olmamalıydılar. Aradan geçen yüzyıllarca zamanda bunların içinde şüphesiz çok çeşitli insanlar yaşayacaktı. Belki bilimselliğe önem veren büyük bilginler kadar adaletli devlet adamları, dünyayı ele geçirmek isteyen ihtiras kurbanları kadar Babilli
bilginlerin uzay keşiflerini açıklayarak şöhrete kavuşmak isteyerî hayalciler, hazinelere konmak isteyen açgözlüler kadar devletlerarası entrikaları yönlendirmek isteyen gizli servis elemanları, kazara bu cemiyetin sırlarını öğrenen dilenciler kadar insanların uzayda seyahat edebilmelerine ilişkin çizimler yapan amatörler de olacaktı. Ama her ne olursa olsun, Cemiyet’e üye yedi kişiden yalnızca büyük üstad Marduk hançere sahip olacak, ama asla onu açma yahut başkasına gösterme yetkisi bulunmayacaktı. Çünkü Cemiyet inancına göre hançeri tek başına açan ve şeridi kabzaya saran kişi hemen oracıkta tanrıların lanetine uğrar ve ağzından köpükler saçarak kuduz köpekler gibi ölürdü.
Fuzulî papirüsün arkasında Cemiyet’in gizlilik içerisinde yedi yılda bir defa toplanacağını ve bilimsellik açısından dünyanın geldiği noktayı değerlendirip Keldani araştırmacılarının sırlarını açıklayıp açıklamamak konusunda tartışacaklarını okudu. Ayrıca üstad Marduk, her yıl dolunayın yedinci defa doğuşunda yedi güvercin ile üyelerine iyi dileklerini bildiren bir mesaj gönderip onların hayat çizgilerini kontrol edecek, ölen birisi var ise onun yerini alan yeni üyeden haberdar olacaktı. “Belli ki” diye düşündü Fuzulî, “Süryani kütüphaneci son toplantıda cemiyet üyelerinin kişiliklerini tahlil etmiş ve onların bilimsellikten ziyade hazine peşinde oldukları kanaatine varmış. Yoksa neden intihar etsin ki!” Bu görüşünü kuvvetlendirici satırları bulmakta da gecikmedi zaten. Çünkü yazıların devamında Berberi bir bilgin ile Avusturyalı bir tüccarın toplantı boyunca uzay bilgilerinden çok bilimsel çalışmaların finansmanından bahsettikleri ve parayı gerçeklerden daha önce konuşmaya başladıkları yazılıydı. “Bu yüzden…” dedi Fuzulî, “Âmâ kütüphaneci hançeri onlara teslim etmek yerine Kanun Koyucu’nun Bağdat’a girdiği gün bana verip intihar etmeyi yeğledi.”
İmaretteki hücresine döndüğünde zihnindeki düşünceler daha da aydınlanmaya başlayan Fuzulî, Uykusuz geçen bir gecenin sonunda anladı ki, BC’nin ilk üyeleri hançerin keskin yüzü içine sakladıkları deri şeride dair hiçbir ipucu bırakmamışlardı. Düşünmüşlerdi ki nasıl olsa çubuğu açan kişi bu şeridi de görecek. Eğer hançeri açan yalnızca hazinenin peşinde ise hiç olmazsa bu deri şerit ile ilgilenmez ve kendileri için altın külçelerinden ve zümrütlerden daha kıymetli olan bilimsel çalışmalarına zarar vermezdi. Eğer hançeri açan kişi bilimsel çalışmaların peşinde ise o vakit zaten hançerin kabzasmdaki harfleri tamamlayan bir şifre anahtarına ihtiyaç duyacak ve bu şeridi arayıp bulacaktı. Yine de gelecek meslektaşlarına bir oyun oynamak yahut bir şaka yapmak ister gibi, bu deri üzerindeki şifreleri çözenlerden para peşinde olanlar tabletlere; tabletlerin peşinde olanlar da önceden mükafatlandırılmak üzere hazineye kavuşsunlar diye ikinci kademe bir kripto sistemi bulunmuştu.
Bütün tarihi yapanlar, hiçbir çağda BC üyesi yedi akıllı adamdan çok olmadılar; olmalarına da gerek yoktu. Dünya yedi kişi için küçük bile sayılırdı çünkü.