Yüzüme baktı.
Donuk bir ifadeyle, “Sie können keine Kinder bekommen” dedi.
Anlamadım.
Anlayanlar tercüme etti: “Bir daha çocuğun olmayacakmış!”
Doktor soğuk, dümdüz, pat diye, öylesine, sıradan; tercüme eden ise içi burkula burkula, sesi titreyerek söyledi.
O an her şey bitti sandım, oysa yeni başlıyormuş. Bilmiyordum.
Benim annelik yolculuğum da böyle başladı. Bu kitabı, bedenimde filizlenmeyen ama dallarımda çiçek açan kızıma doğru olan yolculuğum sırasında, umudun bittiği yerde; “Korkma” demek için kendime, “Bin kere dünyaya gelsem, yine senin annen olmak isterdim” demek için kızıma ve “Yalnız değilsin, her şey çok güzel olacak” demek için sana yazdım.
Hadi şimdi hep birlikte bir yaşama dokunalım!
Başlarken
Bir gün Elif Ada ile markette kasa sırasındaydık. Birden dönüp yüksek sesle, “Neden beni evlat edindiniz?” diye sordu. O an sıradakilerin tamamı bize, yeryüzüne düşen iki meteormuşuz gibi baktı. İşte o zaman anladım ki evlat edinmek hâlâ bir tabuydu ve tabular yıkılmak için vardı. Ben de yazmaya karar verdim. Yazmalıydım çünkü bu ülkede insanlar evlat edindiğini saklamak için ailelerini, sevdiklerini, evlerini, mahallelerini bırakıp başka yerlere göçüyordu. Evlat edinen bir ailenin arkasından, “Vah vah, cık cık,” deniyordu. Evlat edinilen çocuk “zavallı çocuk”tu. Oysa evlat edinilen çocuklar bu yükle yaşamamalı, onlar da mutlu çocuklardan olmalıydı.
Düşünsenize, sizi siz yapan bir gerçeği son nefesinizi verene dek saklamak zorundasınız. Bunun bir insanın hayatında ne büyük yük olduğunu düşünün! Siz böyle bir yükle yaşayabilir miydiniz? Kızım ve evlat edinilen tüm çocuklar yaşamları boyunca kendi gerçeklerini gizlemek zorunda kalmadan, taşıyacak yükleri olmadan özgürce yaşasınlar diye ve bunun yanı sıra, çocuk sahibi olamayan binlerce kadına ve erkeğe, “Bakın, böyle de anne ve baba olabilirsiniz,” demek için yazdım. Evlat edinme ve koruyucu aile modeli ile aile olunabileceğini anlatmak, evlat edinilenlerin duygularını öğrenip evlat edinenlerin deneyimlerini paylaşarak bir çocuğun nüfus cüzdanında yazan anne baba adına sevinmek, bir kadın çocuğu olmuyor diye küçümsendiğinde, “Üzülme, biz senin yanındayız,” demek için yazdım ve yazmaya da devam edeceğim.
Ben!
“Ne yaşama sevincim var
Ne sevinci yaşamaya hevesim
Her yanım mayın
Beni bu sis dağılıncaya dek
Sakın uyandırmayın“
– jale demirdöğen
Yüzüme baktı. Donuk bir ifadeyle, “Sie können keine Kinder bekommen,” dedi. Anlamadım. Anlayanlar tercüme etti: “Bir daha çocuğun olmayacakmış!” Doktor soğuk, dümdüz, pat diye, öylesine, sıradan; tercüme eden ise içi burkula burkula, sesi titreyerek söyledi. O an her şey bitti sandım, oysa yeni başlıyormuş. Bilmiyordum. Çocukluğundan beri tek hayali annelik olan bir kadının böylesi bir durumla yaşaması, bu duruma alışması öyle kolay değildi. Günlerim her sabah biraz daha mutsuz başlıyor, her akşam biraz daha kederli bitiyordu.
Biraz hava almaya çıksam puset kullanan, emziren, çocuklarının ardı sıra koşturan kadınlardan, annelerden başka bir şey göremiyordum. Evde bomboş oturup televizyon izlemeye kalksam kendimi, ne kadar çok çocuk ürünü reklamı varmış, diye düşünürken buluyordum. Ömrüm geçip giderken, annesinden gizli kabahat işlemiş bir çocuk gibi köşede oturup zamanın, acıların, bu belirsizliğin bana değmeden geçip gitmesini bekliyordum. Çünkü tek seferde açıp rahatlayamıyordun kederin kopçasını. Zor günler için yazıp cebimde sakladığım umut notları da okunmaktan ne kadar yıprandı farkındaydım. Geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman içindeki beni kaybetmiştim, bulamıyordum. Elime bir külah dondurma verildiğinde mutlu olduğum o ana dönmek ve o mutluluğu tek seferde yalamak istiyordum.
Şimdiki zamanın kıyısındayken sürekli beni içine çeken bu güçlük, neden en zoru gibi görünüyor ve neden hiç geçmeyecek gibi geliyordu anlamıyordum. Kendi omzuma koyduğum elim neden teselli edemiyordu beni artık? Bir çay bahçesinin en kuytu köşesindeki dört kişilik masanın üzerinde unutulmuş kitap gibiydim. Onlarsa bana, “Geçecek,” diyorlardı. Geçmiyordu ve hiç de geçecek gibi durmuyordu. Durmadan kendime, herkese şu soruyu soruyordum: “Neden ben?” Elbette, hiçbir şey nedensiz değildi, hiçbir sorun da çaresiz… Aslında gerçek şuydu ki geçecekti bir zaman sonra.
Bir kadehin üzerinde silikleşen parmak izim yeniden belirecekti. Su akacak, yolunu bulacaktı. Ama o zamana dek, “Çiçekler dalında güzeldir, lütfen koparmayınız,” diyordum. Anne olmak için doğurmak gerekmiyordu ama o günlerde ben bunu bilmiyordum.
Sen!
“Tüm iyi şeyler sabırdan sonra gelir.”
– mevlânâ
Furuğ Ferruhzad’ın cüzzamlıları konu alan Ev Karadır adlı filminin çekimleri sırasında, cüzzamlılar evinde tanıdığı Hüseyin adlı çocuğu evlat edindiğini, kendi hikâyemi birilerine ışık olsun diye anlatmak için çıktığım Ankara yolculuğum sırasında, binlerce evin ve binlerce hikâyenin üzerinden geçerken öğrendim. Dinlediğim ya da okuduğum her hikâyede yalnız olmadığımı hissetmek; hiç bilmediğim bir çocuğun daha anası, babası, evi olduğunu bilmek; çocukluğumda üzerine toz şeker serpilmiş bir yağlı ekmeği yerken hissettiğim mutlulukla eşdeğer, buna inan. Aynı duyguları bir parça da olsa hissetmen için yazıyorum bu satırları sana. Sevgili sen, Vasati kırk çöp içeren kibrit kutusunda hep yanmış olanı çeker gibi hisseden,bu yazıyı okuyan ve çocuk sahibi olamayan, kendini derin kederlere salan, dünyanın sonu gelmiş gibi hisseden güzel insan! Biliyorum, kötü günler hiç geçmeyecekmiş gibi, hep eksik gibisin.
Ama korkma, geçecek! Ben anne oldum! Meğer dünyanın sonu değil, başıymış yaşadıklarım. Meğer benim yolcuğum Elif Ada’ya doğru olanmış. Evet, belki doğuramadım ama beni doğuran, anne yapan kızıma sonsuz bir sevgiyle bağlandım ben. Sen de bir çocuğa bağlanabilir, onu sevebilir, onun ağzından çıkan ilk kelime olabilirsin. Bir sürü insan aldığın bu kararı desteklerken, bazıları da seni caydırmaya çalışacak. Doğurmadığın bir çocuğu sevebileceğine, senin bedeninden dünyaya gelmeyen o çocuğun da seni sevebileceğine inanmayacaklar belki. Yaşayacağın zorlukların üstesinden gelemeyeceğine inandırmaya çalışacaklar seni kendileri hiçbir zorluk yaşamamış gibi.
İnanma onlara! Bir süre her kafadan çıkan ses kalbini kemirecek. Lütfen kalbini kemirmelerine izin verme! Bunca zaman bellediklerinin ne büyük bir yanılgı olduğunu, kalbinden filizlenen bir tohumun küçücük bir bedende nasıl çiçeklendiğini göster onlara. Sen kalbinin hudutlarının ne kadar büyük olduğunu bilen insanları dinle, onların peşinden git, ne olursun! Kalbin sadece atmaya yarayan bir organ olmadığını anlayanlardır onlar. Kendine inan ve umudunu yitirme. Çünkü her şey çok güzel olacak!
Çok Şükür
“Üzülme! Ayağına batan dikenler
aradığın gülün habercisidir.”
– mevlânâ
“Sen neden ameliyat oldun?” diye sordu yanımdaki yatakta yatan, adını unuttuğum kız. Yirmili yaşlarına henüz girmiş olmalıydı, aydınlık ancak hüzünlü bir yüzü vardı. Tavana bakarak, “Dış gebelik ameliyatı,” dedim. O sırada elimde bir ayna olsaydı kendimi şöyle tarif ederdim: yirmili yaşlarını yeni devirmiş, saçı başı darmadağın, ağlamaktan gözleri şişmiş, göz altları mosmor, soluk benizli biri. Katlanıp buruşturulmuş ama çöpe atılmayı unutulmuş bir kâğıt parçası… Tavana diktiğim gözlerimi ona doğru çevirerek, “Kadınlığımı kaybettim!” dedim. Bir Birhan Keskin şiiri kadar hüzünlüydüm. Anne olamamak, kadınlığını kaybetmekle eşdeğerdi o zamanlar benim için. Henüz yolun başında olduğumdan, yolun sonunda beni bekleyen kızımı göremiyordum.
Sanıyordum ki kadınlık, yani annelik, sadece bacaklarını ayırıp dünyanın en acılı çığlıklarını atarak, ıkınarak bedeninden çıkarıp kucağına aldığın çocuğunla oluyordu ve bu şansımı ilelebet kaybettiğim için hiçbir zaman cinsiyetini bilemeyeceğim bebeğimin annesi olabilme şansımın, vücuduma bağlanmış bir drenle yitip gittiğini düşünüyordum. Hastane odalarının duvarları, kapıları, yastıkları, çarşafları ve hemşireleri bembeyazdır. Beyaz renkten nefret ettirecek kadar beyazdır her şey! O beyazlık içerisinde kâğıda simsiyah bir kalemle çizilmiş çöpten bir insan gibi hissediyordum kendimi, tıpkı zaman zaman senin de hissettiğin gibi. Ama tüm bunlar çok önceydi. Yolun sonunda beni bekleyen kızımı, bacaklarımı değil kalbimi ayırarak buldum nihayetinde. Ve sen, biliyorum kadınlığını kaybetmiş gibi hissediyorsun ama aslında gerçek bu değil, sen öyle sanıyorsun. Dipsiz bir kuyuya düşmek ne demek bilirim.
Ancak bilmeni isterim ki mütemadiyen düştüğünü sandığın o kuyuda kovanın bağlı olduğu bir ip de var ve ona tutunmak senin elinde. Başıma bin türlü iş geldi, sandım ki dünyanın sonu da geldi. Sandım ki bir daha asla yoluma devam edemeyeceğim. Asıldığı duvardan yere düşerek paramparça olan bir çerçeve gibiydim. Biliyorum senin de başına türlü türlü işler gelmiştir ama bak, bitmez sandığın o karanlık, yerini bırakmadı mı hiç aydınlığa ve sen, yeniden sevmedin mi beyazı? Unutma, sen bu yaşamdaki en değerli şeysin ve bilmelisin ki her şerde bir hayır vardır. Bırak bacaklarını ayırmak için verdiğin çabayı, kalbini ayır! Sonra evladının fotoğraflarına bakarken dersin ki, “Çok şükür!”
…