Sabah işe gitmek üzere evden çıktığımda büyük bir panik yaşadım. Goncagül ortalarda yoktu. Sağa sola baktım, her zaman uyukladığı duvarın dibine doğru pisi pisi diye seslendim, kafamı ağaç tepelerine çevirip adını fısıldadım ama ortaya çıkmadı.
Oysa hayatımın son sekiz yılında, evden her çıkışımda yanıma gelmişti. Her gün aynı şey yaşanırdı. Önce bacaklarıma sürtünmeye çalışır, biraz miyavlar, sonra da benimle sokağın başına kadar yürürdü. Ayrıcalıklı değildim gerçi, bu törensel uğurlamayı apartmandaki birkaç kişiye daha yaptığını biliyordum. Ama yine de kendimi özel hissetmemi sağlardı.
Apartmandaki gösteriş meraklılarının yılbaşlarında ve bayramlarda ışıklı süslerle donattıkları avuç içi kadar bahçede de yoktu. Sekiz yıl sonra ilk kez kuyruğunu dikip yanıma koşmamıştı. İlk kez. Goncagül’ün ortalarda görünmemesi bugünün diğerlerinden farklı, olağanüstü bir gün olacağını fısıldadı kulağıma.
Yol kenarına park etmiş arabaların altlarını kontrol ederek bakkala kadar yürüdüm.
“Ben de meraklandım abi, sabahtan beri yok,” dedi Hakkı. “Çöp tenekesinin yanına biraz mama döktüm, normalde at gibi koşarak gelirdi ama yok işte. Ben diyordum zaten, böyle arabaların falan arasından koşuyor ya bu salak, başına bir halt geldi herhalde!”
Sırtımdan soğuk terler boşandı.
“İnsanın aklına hemen saçma sapan şeyler getirme Hakkı,” dedim, “buradaki çöplerde yiyecek bir şeyler bulamadıysa aşağı sokağa gitmiştir belki!”
“Onu da düşündüm. Verdim oğlanın eline bir kâse kuru mama, aşağı mahalleye yolladım. Eczanenin oraya kadar gitmiş, bulamamış. Oldu bir şey ama…”
Yutkunamadım. Bir şey takıldı boğazıma.
Metroya kadar Goncagül’ü düşünerek yürüdüm. Büyük bir hikâyenin –örneğin bir mahallenin yıllara yayılan çok kişili, çok olaylı hikâyesinin– temel parçalarından biri yerinden oynarsa, daha da kötüsü kaybolursa ne olur sorusunun cevabını bulamıyordum bir türlü.
Dışarıdan bakıldığında her şey aynı görünecekti, bilinen yaşamlar bilindiği gibi akmaya devam edecekti. Bir sokak kedisinin kaybolması –o anda kendime bile itiraf edemiyordum ama Goncagül ölmüş de olabilirdi– evrenin dengesini bozmayacaktı elbette. Gündelik sayılabilecek, biraz şaşırıp sonra unutulacak bir olayı gereğinden fazla büyütüyordum belki de. Olanları anlatsam Melek böyle söylerdi; “Büyütüyorsun, işte yine aynı şeyi yapıyorsun, büyütüyorsun!” Aslında Goncagül’ü o da severdi, biliyorum. Zavallı yavruyu apartmanın karşısındaki ağacın dibinde bulduğumuzda ölmek üzereydi; Melek eve almamız için ısrar etmişti, hemen veterinere götürüp aşılarını yaptırmış, bir iki hafta boyunca biberonla beslemiştik. Adı konusunda biraz tartışmıştık. Melek bu küçük tekirin adını Çörek koymak istemişti, ben Goncagül diye inat etmiştim. Sonuçta başarmıştık, insanlık görevimizi yerine getirmiş, hayvansever olarak doğru adım atmış, çevremize örnek bir hikâye anlatacak kadar deneyim yaşamıştık. Küçük kedimiz bir süre ev hayatı yaşadıktan sonra bir sabah tekrar sokağa salındı. Ölmekten kurtulmuştu ve artık bir adı vardı. Hepsi bu.
“Büyütüyorsun,” derdi Melek. Goncagül’ü sevmesine severdi de olaylara duygusal anlamlar yüklenmesinden, simgesel açıklamalardan rahatsız olurdu. Bir de takıntılı bulurdu beni, takıntılarımla kendimi de, çevremdekileri de yorduğumu söylerdi. Yorucu biriydim ben.
Metro treninin üstündeki reklama bakarken bir aydınlanma yaşadım. Diğerlerinden farklı olduğunu iddia eden banka, tüketiciyi mutluluktan ağlatacak düşüklükte faiz oranlarıyla ev kredisi veriyordu. Bu haber anne-baba-çocuklardan oluşan sahtekâr gülüşlü aileyi yeşil panjurlu bir evin önünde havalara zıplatmıştı. Gözümü iki katlı yeşil panjurlu evden ayıramıyordum; o sırada metro treni hareket etti, reklamın aydınlanma sağlayan görüntüsü karanlık tünele doğru yol aldı.
Yürüyen merdivene doğru hızla koşarken kararımı vermiştim. Goncagül’ü bulmak için çocukluk kâbuslarımın üstüne gitmem gerekiyordu ama hiçbir korku beni durduramayacaktı.
Mahalleye geri dönüyordum, şimdi oturduğum evden biraz daha aşağıya, çocukluğumun geçtiği sokağa gidiyordum. İşe gitmeyecektim, zaten çoktan gecikmiştim, ayrıca yokluğum yayınevindekilerin umurunda bile değildi. “Evde rahat rahat çalışmak dururken buraya niye geliyorsun anlamıyorum ki, otur masana, koy çayını-kahveni, yap çevirini,” derdi Faruk. Belki de “Ayağımızın altında dolaşma, hem anla artık, seni pek sevmiyoruz, soyadına dua et, yoksa kimse böyle açıktan maaş alamaz bu sektörde,” demeye getiriyordu. Bunu arada bir doğrudan da söylerdi, “Eski kuşak birbirine çok bağlıymış, her şey daha gerçek yaşanıyormuş bir zamanlar, şimdi bile birbirlerinin her derdine koşarlar; işte en güzel örnek sensin, babanın dostları olmasa sen bu işi pat diye bulabilir miydin böyle, bulamazdın tabii,” derdi. Sadece Faruk değil, reklam-pazarlamadaki kızlar da pek severlerdi hakkımda ileri geri konuşmayı. Sevmiyorlardı beni, biliyorum, takıntılı biriydim çünkü, yorucuydum.
Hayatım boyunca üç evde oturdum; Sacayağı Sokak’taki doğduğum tek katlı ev en unutulmaz anılarımla doludur. Dedem o evi yıktırıp yerine apartman diktirtmeye karar verdiğinde bir üst sokaktaki eve taşınmıştık. Annem dört odalı o evde öyle rahat etti ki apartman bittiğinde de geri dönmedik. Annemin istediğini yapmak zorundaydık, bütün o zenginliğin kaynağı dedemdi çünkü. Biricik kızını bir gün bile üzmeyen, her ne kadar karşı çıksa da sonunda kızının koca diye getirdiği adama razı olmak zorunda kalan, bu yüzden yazdığı üç beş satıra iş diyen damadına katlanan dedem. Hayatımın üçüncü evi de Melek’le tuttuğumuz şimdiki ev oldu. Annem buldu bu evi, “İki sokak yukarıda tam size göre bir yer var,” dedi, hemen kontrat yaptık.
Bir üçgenin içinde geçti ömrüm.
Bilmeyen birine Sacayağı Sokağı tarif etmek çok kolay olurdu; Yeşil Ev’in olduğu sokak, onu da kime sorsanız gösterir. Sokağın hemen başındaki bu yıkıntıya, bahçe içindeki iki katlı bu ahşap eve, üst kat pencere pervazlarının yeşili nedeniyle herkes Yeşil Ev derdi. Birbirine düşman beş kardeşin bitmek bilmez kavgası-ihtirası yüzünden onlarca yıldır bomboş, kaderine terk edilmiş, öylece durur sokağın köşesinde. Çocukluğumun kâbusları, başta babam olmak üzere, bütün mahallelinin Yeşil Ev hakkında anlattığı hikâyelerle doludur. Önceleri perilerle, cadılarla, yaramazlık yapan çocukları öldüren palyaço suratlı katillerle doluydu anlatılanlar. Zamanla farklı hikâyeler duymaya başladım. Beş kardeş hakkında babalarını zehirle öldürmekten uyuşturucu kaçakçılığına, terör örgütü üyeliğinden yurtdışına kaçmış olmaya türlü palavra anlatılır mahallenin bakkalında, kahvesinde. Arada bir inşaatçı olduğunu düşündüğümüz adamlar sağına soluna bakar, belediye gelir inceler, polis evi mesken tutmuş serserileri toparlar, sonra yine aylar yıllar sürecek korkutucu yalnızlığına terk edilir Yeşil Ev.
Mahallenin iç sıkıntısını, benim çocukluk korkularımı dillendirmekten başka hiçbir işe yaramayan sidik kokulu bir bina Goncagül’ü bulacağım yer olacaktı. En azından o anda tek umudum buydu.
Bir keresinde, bir azgınlık döneminde Yeşil Ev’e kaçmıştı Goncagül. Metro trenindeki yeşil panjurlu eve bakarken Goncagül’ü o metruk binadan çıkarabilmek için elimizde konserve mamalarla, küçük oyuncak toplarla Yeşil Ev’e doğru gidişimiz aklıma gelmişti. Melek “Goncagüüüül! Bak sana ne getirdim?” diye konserve kutusunu açtığı anda kuyruğunu yatırıp koşarak gelmişti mahallenin şişko tekiri. Açlık duygusu cinsel arzulardan baskın çıkmıştı.
Hakkı’dan bir torba kuru mama istedim. Şaşırmıştı beni gördüğüne.
“Ne oldu abi, buldun mu yoksa?”
“Yeşil Ev’e gideceğim!” Garip bir cesaret vardı sesimde, etkileyici bir kararlılık. Hakkı pek etkilenmedi ama. Buruşuk bir naylon torbaya biraz kuru mama döküp uzattı.
“Orada mıdır diyorsun?”
“Öyle hissettim. Hani bir kere daha kaybolmuştu da Melek’le ben… Neyse, bir şişe de su ver bakayım!”
Koşturmak susatmıştı, abartılı yutkunma sesleri çıkartarak bir dikişte içtim suyu, boş pet şişeyi Hakkı’ya uzattım, kuru mama torbasını sallayarak dükkândan çıktım.
Hikâyelerin en acayibini babam anlatmıştı. Sabahlardan bir sabah mahalledekilerin ağzını bir karış açık bırakan bir olay olmuş. Yeşil Ev yerinde yokmuş. Herkes hayatın koşturmasından, hayhuyundan, didişmesinden bunalmış yorgun argın uyurken, ayaklanmış gitmiş. Birkaç gün ses çıkmamış, sonra haberler peş peşe gelmeye başlamış. Kimi Adalar’da gördük diyormuş, kimi Kilyos’ta, Beylerbeyi sahilinde balıkçı barınağı kılığına girdiğini iddia eden de olmuş, eski bir Türk filminde tarihî konak makyajıyla rol kestiğini söyleyen de. Gün geçtikçe haberler korkutucu bir hal almaya başlamış. Küçük bir çocuğu balkonundan fırlatarak bacaklarını kırdığı söylentisi gelmiş önce. Sonra iki balıkçıyı mangal kömüründe zehirleyerek öldürdüğünü duymuş mahalleli. Evlatlarından gördüğü ezadan kurtulmak isteyen seksenlik bir kadını zehirleyerek huzura kavuşturmuş kendince. En fenası da üç çürük tahtasını feda etme pahasına çıkardığı yangınla koca bir semti kül etmesi olmuş. Mahalleli önceleri bu belalı heyuladan kurtulduğu için sevinmiş ama bir süre sonra boşluğunu hisseder olmuş. Korkularını geri istemişler. Korkularının kaynağı ellerinin altında, ruhlarının karanlık yanı gözlerinin önünde olsun istemişler. Toplanmışlar meydanda, konuşmuşlar tartışmışlar, peşine düşmeye karar vermişler. Yedi kişi el kaldırmış, tez vakitte bulur getiririz Yeşil Ev’i demiş. Hemen o anda, hiç vakit kaybetmeden yedi tepeye dağılmış yedi cesur adam. O gece mahalledekilerin gözüne uyku girmemiş, Yeşil Ev dönünce olacaklardan korkarlarmış korkmasına da hiç dönmezse olacakları düşünmek daha betermiş. Kimi uçuk, çıkarmış, kiminin saçı öbek öbek dökülmüş, gün doğmadan sessizliğe-uykuya zor kavuşmuş mahalleli. Sabaha karşı muhtarın on yaşındaki oğlunun bağırışıyla uyanmışlar. Her geceki gibi uyurken altına işeyen oğlan yatağın ıslaklığından rahatsız olup ayaklandığında Yeşil Ev’in ışıklar içinden gelip eski yerine oturduğunu görmüş, basmış çığlığı. O çığlıktan sonra zavallı çocuğun ses çıkardığını duyan olmamış. Hep susmuş, diyeceğini yazarak demiş.
“O yedi kişi mi getirmiş Yeşil Ev’i?” diye sorardım tam bu noktada.
Uydurduğu hikâyeye inanan masalcının hüznüyle başını sağa sola sallardı babam.
“Keşke öyle olsaymış. Keşke. O yedi kişiyi bir daha gören olmamış oğlum. Yeşil Ev, İstanbul’un yedi tepesine yedi kurban vermeden dönmemiş toprağına. Yedi tepede yedi kayıp ruh hâlâ dolanır durur derler.”
Yeşil Ev’in bahçesine kuru mama dökerken bir yandan da babamın bu tuhaf hikâyesini düşünüyordum. On yaşında bir çocuğa böyle bir hikâye anlatmak bir bakış açısına göre saçmalık olabilirdi. Ama ben her zaman babamla aramızda bize özel bir iletişim olduğuna inanırdım. Kurmaca üstünden gerçekliği anlamaya çalışmak, genetik sürekliliğimizin önemli bir parçasıydı.
Ön bahçede hiçbir hareket yoktu. Önceki firarında girişe çıkan üç basamaklık merdivenin yanında bulmuştum Goncagül’ü, bir umut oraya baktım ama sadece kırık bira şişeleri gördüm. Eğilip çalı diplerine, zıplayıp ağaç dallarına bakmam da boşunaydı.
Tam vazgeçecekken… tam arkamı dönüp gidecekken… Goncagül her zaman yaptığını yaparak, bir at gibi dörtnala koşarak hızla yanımdan geçti. Arka bahçeye gidiyordu. “Goncagül, dur!” diye bağırdım ama bir an bile hız kesmedi. Düşünmeden koşmaya başladım ama üç beş adım sonra yerimde çakılıp kaldım. Bunu yapamazdım, arka bahçeye gidemezdim. Arka bahçe ağaçlardan bir duvarla çevrelenmiş, bütün gözlerden uzak haliyle Yeşil Ev’in kendisini bile korkutabilirdi.
Ama kimi zaman hesap yapmamalı insan, okun yaydan nasıl çıktığının farkına bile varmamalı.
Kararlı adımlarla yürüdüm. Yeşil Ev’in heybeti sesimi kısıyordu ama yine de korkularımı vücudumun bilmediğim bir yerlerine gömüp arka bahçeye doğru ilerledim. Gözlerimi kısarak sağa sola bakıyordum. Çürümüş tahtaların arasında gelecek bir gıcırtıda Goncagül’ü bulmaya çalışıyordum. Temkinliydim. Her adımımda “Goncagülll! Gel pisi pisi, gel pisi pisi!” diye fısıldayarak arka bahçeye ulaştım.
Yeşil Ev’in köşesinden dönüp arka bahçeye adımımı attığımda görünmez bir sınırı geçmiş gibi oldum. Havanın kokusu, bitki örtüsü, dış dünyanın sesi… Hepsi bir anda değişti. Boğulacak gibiydim, güçlü bir elektrikli süpürge havadaki oksijeni çekivermişti bir anda. Derin derin nefes aldım. Karanlığa alışmam zaman aldı. Gözlerimi kapadım. Birkaç dakika sonra aklımı ve bedenimi arka bahçenin koşullarına uygun hale getirmiştim. Gözlerimi yavaşça açtım. Gördüğüm şeyin dehşeti bir inilti oldu, dökülüverdi ağzımdan.
Bahçenin tam orta yerinde bir bank duruyordu. Bir adam oturuyordu bankta. Sırtı bana dönüktü. Hemen tanıdım adamı. Bu imkânsızdı, biliyordum ama oydu işte, beş metre ötemde oturuyordu. Titredim. Bir kartopu ense kökümden kuyruksokumuma yuvarlandı. Dişetlerim kamaştı.
“Baba!”
Başını yavaşça çevirdi, sağ omzunun üstünden şöyle bir baktı bana. Kalın-kemik çerçeveli, camları kendinden renkli gözlüğünü hafifçe burnuna indirdi, dişlerini göstererek gülümsedi, “Hoş geldin oğlum!” dedi.
Sesini unutmayı çok istemiştim, unutmamışım. İnsan, görüntüler dünyasında dilediği gibi at koşturabiliyor, bir olayı zaman sıçramasıyla ilgisiz bir başka olaya bağlayarak anılarını değiştirebiliyor ama sesleri değiştiremiyor, iyi biliyorum bunu. Unutmak gerekiyor; tonlamaları, vurguları, melodileri, iniş-çıkışları unutmak gerekiyor. Unutmamışım.
“Baba, ne yapıyorsun sen burada?” dedim. Kartopunun geçtiği yerlerde şimdi bir ateş topu zıplıyordu, kalbimin gümbürdeyerek atmasına, dizlerimin titremesine engel olamıyordum. Ağzımı dişçi koltuğuna oturmuş çocuk gibi açıp havayla doldurdum. Sakin adımlarla babama doğru yürüdüm.
Dilini damağında şaklatarak başladı konuşmaya. “Sabah erken çıktım, Şişhane tarafına gidecektim. Epeydir oralarda geçecek bir şeyler yazmak istiyorum, şöyle bir sağa-sola bakarım, iki satır not alırım diyordum ama daha yola çıkmadan vazgeçtim. Bu aralar bir türlü toparlayamıyorum kafamı.” Bol bol yazabildiği, sık aralıklarla kitap yayınlattığı, okurunun bol olduğu yıllardan kalma bir neşe, öğlen yemeği üstüne orta şekerli Türk kahvesi içip sigarasını tellendirdiği günlerden gelen bir huzur vardı sesinde.
Son görüşmemizden bu yana kilo vermiş gibiydi, alnı daha da kırışmıştı, gözaltı torbaları kılcal damarlarla dolmuştu, elmacıkkemikleri iyice belirginleşmişti, belki biraz da bu yüzden sarkık yanak etleri daha tuhaf görünüyordu. Ama asıl tuhaf olan, burada olmasıydı. Burada, Yeşil Ev’in arka bahçesinde, şimdiki zaman kipinde, karşımda…
“Onu demedim babacığım,” dedim, sesim sanki incelmişti, “yani burada ne yapıyorsun demek istedim, anladın işte, senin burada olmaman gerekiyor galiba!”
“Nerede olacağımı sana mı soracağım?”
Ne diyeceğimi bilemedim. Durumun garipliğini çok daha acıtıcı kelimelerle anlatabilirdim. Lafı dolandırmadan gerçeği söylemeliydim belki de. Yapamadım. Gözlerine baktım. O da bakışlarını bana dikmiş öylece oturuyordu karşımda. Zamanı dondurma yeteneği olan bir ressamın yağlıboya tablosu gibi kalakaldık. İkimiz de konuşmadık bir süre. Konuşamadık. Beş dakika? On dakika? Bilmiyorum.
“Oğlum ne dikilip duruyorsun öyle, gel bakayım, otur şöyle yanıma,” dedi, bankın soluna doğru kayarken. Yanındaki kırmızı karton kapaklı defteri alıp kucağına koydu. Yazdıklarını kaldırıp oğlunun oturması için yer açan bir baba ne kadar sevilirse, öyle bir sevgiyle yürüdüm banka doğru. Oturdum.
“Çok şaşırdım seni burada görünce baba. Dizlerimin bağı çözüldü birden. Şey gibi hissediyor insan…”
“Rüya gibi deme sakın. Hep aynı klişeler! Ama bir açıdan da haklısın. Şu olayı biri bana anlatsa, deli mi dürtmüş derdim. Saçmalık yani.”
Neşesinden hiçbir şey kaybetmemişti. Her zamanki numarasını yapıyordu, hem dünyayla hem kendisiyle dalga geçiyordu. “Korkak olduğun için böyle yapıyorsun,” demiştim bir keresinde, kavga etmiştik.
“Sevmiyorum insan içine çıkmayı,” dedi. Pantolonunun paçasını çekerek bacak bacak üstüne attı, sanki ağzından çıkacak sözleri bulmak için zaman kazanmaya çalışıyordu. “Arada bir dolaşıyorum gerçi ama İstanbul eski İstanbul değil ki! Ne parkı park, ne meyhanesi meyhane. Pespayelik. Yolda mı yürüyorsun,araba tarlasında mı belli değil. Sağından solundan geçene insan desem hayvanlara ayıp olur. Böyle rezillik olmaz.”
Kelimeleri yuvarlayarak “Anlamıyorum, yani sen sokaklarda mı dolaşıyorsun?” dedim, sinirlenmesinden korkuyordum.
“Nerede dolaşacaktım?” Gözlerimdeki soru işaretini görünce aslında ne demek istediğimi anladı, dudak kenarları yukarı kıvrıldı, gülümsemesi yerini büyük bir kahkahaya bıraktı. “Yoksa sen şey diye mi düşünüyordun, gider gitmez buna iki kanat takmışlardır, bütün gün o dam senin bu bulut benim uçup duruyordur. Ya bırak bu saçmalıkları oğlum. Gelsen de gitsen de insansın işte, bir bok değişmiyor.”
“Burada mı kalıyorsun peki? Yeşil Ev’de mi kalıyorsun?”
“Hm hm, kavgacı beş kardeşle anlaştım, uygun bir fiyata kiraya verdiler, banka kredisi aldım, içini de döşedim…” Sesinin bu tonunu gayet iyi biliyordum, alay ediyordu benimle. Eskiden olsa sinirlenirdim buna. İnsan yaşlandıkça sinirlerini halı altına süpürmeyi öğreniyor. Hem sinirlenecek ne vardı, bir rüya bile olsa güzeldi, bir daha asla olmayacağını düşündüğüm bir şey gerçekleşiyordu, babamla sohbet ediyordum.
Sorumun aptallığına güldüm. “Ne bileyim, birden her şey o kadar garip geldi ki, bir evin falan vardır diye düşündüm. En iyisi bunları hiç sormamış olayım, yani nerede yaşadığını, nerelere, nasıl gittiğini, ne yediğini falan…”
Kararımı başıyla onayladı. Gerektiğinde susmayı öğrenmek de geçen yılların öğrettiği bir erdem.
Yine de dayanamadım, “İyi de bu üstündeki gömleği daha önce hiç görmemiştim, bunu nereden aldın peki?” deyiverdim.
“Hay senin gibi evlada… Durduramıyorsun o geveze beynini değil mi? Onu ne yaptın, bunu ne yaptın, orada mı yedin, burada mı giyindin? Sana ne ulan? Çok rahatsız olduysan kalkıp gideyim yahu!”
“Sakın! Sakın gitme baba!” Düşük perdeden, hüzünlü bir şarkı gibi çıkmıştı sesim. Yalvarmanın en hüzünlü notalarında gezinen bir inilti. Gitmesini istemiyordum. Bir daha gitmesine dayanamazdım. En azından o anda böyle hissediyordum.
Garip bir rengi vardı arka bahçenin, sarı ile grinin daha önce hiç görmediğim bir karışımı. Bütün bitkiler grinin tonlarıyla oyun oynarken, gökyüzü sanki doğal hali buymuş gibi kirli bir sarıya boyanmıştı. Adımımı attığım ilk anda ürkütücü gelen bu tabloya gözüm alışmıştı kısa sürede. Hem galiba gözüm babamın mavi gözleriyle beyaz gömleğinden başka bir şey görmüyordu. Durumun tuhaflığını sorgulamayacaktım artık. Hem ne vardı bunda, daha geçen hafta çevirisini yaptığım kitabın bir sayfasında kaybolduğumu gördüğüm rüyanın da gerçek olduğunu düşünmemiş miydim?
Konu değiştirmeye alışık insanlara özgü bir öksürükle boğazını temizledi, “Demek buraya kadar kedi aramaya geldin?” dedi.
Heyecanla doğruldum, garip bir şekilde olmuştu ama sonunda olmuştu işte, zaten olması gereken de buydu, babamın doğaüstü güçleri vardı artık. “Her şeyi görebiliyor musun artık? Sadece olanları mı görüyorsun, yoksa olacakları da görebiliyor musun?”
“Oğlum sen hiç akıllanmayacak mısın be? Manyak manyak laflar etme! Bahçeye girerken ne diyordun sen, pisi pisi diye deve mi arıyordun, sen adamı hakikaten çileden çıkarırsın! Bir de cahil cahil konuşuyorsun, olanı mı görüyorsun olacağı mı ne demek yahu? İstersen Milli Piyango sonuçlarını vereyim de kısa yoldan… Yuh! Pisi pisi diye dolanan adam kedi arar, bunu anlamak için ermiş mi olmak lazım?” Omuzlarını silkti, muzip bir ifade vardı sinirinde. “Kimin kedisi, yoksa bir de eve kedi mi aldın? Hem ne biçim kedi ismi o öyle? Ne diye çağırıyordun?”
“Goncagül. Sokak kedisi. Bizim apartmanın karşısında bulmuştuk, bir daha da ayrılmadı oradan, bütün mahalle bir arada bakıyoruz işte.”
“Adını hangi geri zekâlı koydu?”
Sustum. Can acıtıcı bir cevaptı suskunluğum. Kendimi birden çok yorgun hissetmiştim. Ellerimi birleştirdim, parmaklarımdan sıkıntı örgüsü yaptım, başımı yerden kaldırmadan yan gözle babama baktım. Hâlâ yanımdaydı. Yeşil Ev’in gölgesinde iyice korkunçlaşan arka bahçedeki bu bankta, yanımda.
“Nasıl bir şey yazmayı düşünüyorsun?” diyerek bozdum sessizliği. Uzun sürmemeli kırgınlıklar, evlatlar alttan almayı bilmeli, diye öğretmiş birileri. Ne demek istediğimi anlamamış olacak ki soran gözlerle baktı. “Şişhane tarafına gidecektim, oralarda geçecek bir şeyler yazmak istiyorum dedin ya, onu sordum.”
“Ha, o mesele. Var işte kafamda bir şeyler,” kucağındaki defteri eliyle şöyle bir okşadı, “biraz başladım aslında. Ama istediğim gibi akmıyor. Bir karıkoca hikâyesi olsun istiyorum, hatta biraz cinai bir şey. Bilirsin, ben döner dolaşır aynı şeyi yazarım zaten. Öyle bir film vardı değil mi, neydi adı, Aşk Filmlerinin Unutulmaz şeyi diye, benimki de o hesap: ‘Mutsuz Evliliklerin Unutulmaz Yazarı.’ Yıllar önce Turgut ‘Bu yüzden okunmuyorsun işte, dönüp dönüp aynı şeyi yazıyorsun oğlum, okur biraz farklılık ister, tamam, mutsuz evlilik herkesin ortak sorunu ama o da bir yere kadar,’ demişti. Haklıydı da… ‘Benim okurla derdim yok, istediğim gibi yazarım,’ diyorsun demesine de hepsi palavra. Yazan herkesin tek derdi okunmak. Turgut taşı gediğine öyle koydu ki kaynak kurudu bir anda, o konuşmadan sonra en az iki sene bir bok yazamadım. Şimdi çok daha rahatım tabii, yazmaya aslında şimdi başladım, okur falan artık gerçekten umurumda değil.” Birden gülmeye başladı. Kahkahası önce göğsünden gelen hırıltılara, ardından öksürüğüne karıştı. “Benimki de laf işte, sanki ben var mıyım okur için, iyice tuhaf hallere büründüm.” Yavaşça söndü kahkahası, derin bir nefes aldı. “Yazacağım yine de. Kafa benim, kalem benim, kim ne karışır? Bütün İstiklal’i yürüteceğim adamıma, Şişhane’ye kadar. Adam şehirde yürürken ben de zihninde yürümek istiyorum. O yüzden de çıksın evinden, biraz dolaşsın istiyorum ama olmuyor işte, ben gidemiyorum ki bir yere. Çakıldım kaldım bu lanet mahalleye!”
Dudağımı büktüm ve düşünceli düşünceli başımı salladım. Bahçenin sağına soluna baktım. Bir taş parçası hareket etti, belki de bir kaplumbağaydı. Bir kertenkele loş otların arasında koşarak uzaklaştı, kuyruğu kopmuş gibiydi.
“Benim yapabileceğim bir şey var mı?” dedim.
“Ne yapacaksın? Benim yerime gidip Şişhane’yi sen mi gezeceksin? Sonra gel bana gördüklerini anlat, ben de oturayım yazayım? Oh, ne âlâ! İş öyle hallolsaydı bir gezi rehberi alır, baka baka yazardım.”
“Onu demek istemedim… Bir yardımım olursa diye… Yani… Aklıma geldi, söyledim.”
“Aklına her geleni söyleme. Hayatın boyunca bunu yaptın zaten. Ben sana ne derdim her zaman?”
“Cahil ile lak lak edeceğine, âlim ile taş taşı.”
“Sen ne yaptın peki? Âlim ile taş taşırken bile lak lak ettin, durmadı o çenen. Bir de kendince bahane bulmuşsun gevezeliğine ‘Ben sesli düşünüyorum, kafamdan geçenleri içimde tutamıyorum,’ diye. Tut! İçinde-kıçında nerende tutarsan tut, ama tut. Beyin ishali olmuş gibi vır vır vır… Hayatta bir ağırlığın olsun. Bir de yazan-çizen adamım diye dolanıyorsun. Yazık! Çok yazık!”
“Ne bağırıyorsun ya!”
“Bağırırım! Babanım ben senin! Yazar adam susmayı bilir! Senin çenen tavuk götünden bile gevşek be!”
“Yeterrrr! Susss! Sus ulan! Babaysan babalığını bil! Üstelik artık baba bile değilsin!”
Sustum. Gerisini söyleyemedim. Derin bir nefes aldım. Böyle anlarda, kendimi frenlemek için oynadığım oyunun kapısını çaldım. Bir hikâyenin ya da romanın kahramanı olsam, şu yaşadıklarım kurmaca bir metnin bir sayfasına yazılanlar olsa, sevdiğim bir yazarın yarattığı karakter olsam ne derdim şu anda, ne yapardım? Sorumun cevabını bulmama ramak kala babamın gürleyen sesiyle dikkatim dağıldı.
“Haddini bil eşşoğlueşşek.” Ş’leri uzatırken ağzından tükürükler saçıldı. “Babanla konuşuyorsun hıyar, ne biçim laflar onlar öyle?”
Alttan almaya niyetim yoktu. Hep bunu yapmamış mıydım zaten? Hep alttan almamış mıydım? Elinden her tür ev işi gelen babaların, servis çağırmaya alışık oğullarından biri olmanın ezikliğiyle hep susmamış mıydım o bağırırken?
“Yeter! Adam gibi konuşacaksak konuşalım. Babamsın diye ağzıma sıçman gerekmiyor! Utanmadan, korkmadan seveceksen sev. Yok, böyle bağırıp çağırarak iktidar kurmayı düşünüyorsan ben hemen çekip gidiyorum.”
Cevabını beklemeden kalkmaya yeltendim. Elini uzattı. Dokunmadı. Ama titreyen elini görmem tekrar oturmam için yeterliydi. Aslında daha önce de birkaç kere kavga etmiştik, hatta askere gitmem konusundaki ısrarında küfürleştiğimizi bile hatırlıyorum. Ama hiçbir kavgamız arka bahçe dekorunda yaşanan bu kavga kadar dürüst değildi sanırım. Arkama yaslanırken başımı göğe çevirdim, ağaç dallarından başka şey göremedim. Babamın “Gitme,” dediğini duyar gibi oldum, gitmeye niyetim yoktu zaten. “Goncagül’ü bulmadan bir yere gitmem, merak etme,” diyecektim, demedim. Bu onu incitirdi. Kendisi için kalmamı istiyordu. O benim için kalmamıştı. Ona çok ihtiyacım olduğunu biliyordu, ağladığımı biliyordu, ama kalmamıştı. Gitmişti. Ben aynı şeyi yapmayacaktım. Gitmeyecektim.
En sevdiğim şarkılardan birini, hayır, en sevdiğim şarkıyı ıslıkla çalmaya başladım. Elleriyle dudaklarımı iki yandan büzerdi, şimdi yavaşça üfle derdi, ıslık çalmayı öğretene kadar akla karayı seçmişti, şimdi yıllar sonra küfürlü-bağrışlı bir kavganın ardından, o yoğun çabasının karşılığını alıyordu, oğlunun ıslığında barış imzalıyor, huzur buluyordu. Bende ne emeği varsa karşılığını veriyordum işte. Böyledir hesaplaşmalar, irin akar, kötü bir koku yayılır ortalığa. Yaranın kabuğu düşünce hafif bir rüzgâr bile sızlatmaya yeter. İkimiz de iyileşmek istiyorduk. O da ıslık çalmaya başladı. En sevdiğim, hayır, en sevdiğimiz şarkıyı çalıyorduk birlikte. Döndüm baktım, o da bana bakıyordu.
Bir miyavlamayla konserimiz noktalandı.
“Goncagül bu!” dedim.
Babam da ayağa kalktı. Karanlık bahçenin sağına soluna pisi pisi dedik, otların arasına baktık, babam zemin katın kırık penceresinden içeri sarktı “Goncagül!” diye bağırdı. Ses yoktu. Bahçenin birbirine uzak iki köşesinde durduk kaldık, zamanın sarkacında sallandık.
“Yanlış duyduk herhalde,” dedim çenemi kaşırken.
“Öyledir, bilirsin, insan kimi zaman duymak istediğini duyar, görmek istediğini görür. Olan biten her şeyi gerçek sanmayacaksın.”
Yönetmenin verdiği mizanseni zamanında yapmaya özen gösteren iki oyuncu gibi birbirine eşit adımlar atarak banka doğru ilerledik, az önceki yerlerimize oturduk.
“Kendin için mi söylüyorsun bunu? Sen de mi gerçek değilsin? Ben seni görmek istediğim için burada, bu arka bahçede bir baba hayaliyle mi konuşuyorum şu anda?”
“Evet oğlum, sonunda anladın işte.” Kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle ayağa kalktı, kimi zaman arkadaşlarıyla evde içerdi ben çocukken, gecenin bir vakti kalkar teatral hareketlerle anılar anlatırdı, işte beni o zamanlara götüren bir ses tonuyla elini kolunu savurarak konuşmaya başladı. “Ben babanın ruhuyum. Geceleri dışarıda dolaşmaya, gündüzleriyse alevlerde çile doldurmaya mahkûmum.”
Yine aynı şeyi yapıyordu, dalga geçiyordu benimle. “Yapma,” dememe aldırmadan devam etti.
“Ey sevgili oğlum, ey sevgili Hamlet! Dinle! Aziz babanı eğer biraz sevdiysen…”
“Yeter! Yapma şunu. Dalga geçme benimle. Ne olur yapma!”
İkimiz de ayaktaydık şimdi, görünmeyen bir dişinin tek eşi olmak için savaşmaya hazır aslanlar gibi burnumuzdan soluyorduk, Yeşil Ev’in bu halimizden korktuğuna emindim.
Bazı geceler korkuyla uyanırdım. Sönen sobanın kalbinde zamansız patlayan bir kömürün sesi o karanlık uyanış anını daha da tekinsiz bir havaya sokardı. Belediyenin bir bütün çocukluğum boyunca ilgilenmediği sokak lambası tek marifetini sergiler, otuz saniyede bir göz kırpardı. Bilirdim iki ışık çakmasının arasında otuz saniye olduğunu, saymıştım. Sayıları severdim, hep sayardım, geçen süreleri, yalnızlıkları, öfkeleri, bitmeyen kavgaları, bağrışları… 1, 2, 3, 4, 5, 6… İki rakam arasında yutkunursan zamana daha çok hükmedebilirsin, seni şaşırtmasını, kandırmasını engellersin… 95, 96, 97, 98, 99, 100… Yüze kadar saymak işin ilk adımıdır, sonrası daha kolay, sadece her rakamın başında yüz demeyi unutmayacaksın… 265, 266, 267, 268, 269, 270… Sesler yükselirse yapman gereken şey çok kolay, dikkatini rakamlara vereceksin iyice, gözünün önünde uçuşacak şekiller, yoğunlaşmak için sağa-sola, öne-arkaya sallanacaksın… 505, 506, 507, 508, 509, 510… Hem ödülü de var bunun, bizim oğlan 1000’lere kadar sayabiliyor diyecekler senin için, 2000-3000-4000 istediğiniz hedefi gösterin, bir an bile düşünmeden başlar saymaya, matematiği çok iyi, eh okuma yazmayı zaten okula gitmeden bitirmişti, babasının oğlu ne de olsa… 1001, 1002, 1003… Babasının oğlu ne de olsa… 3000, 5000, çokbin, yokbin…
Sonra bir sessizlik olurdu, ev susardı, sobadaki kömür susardı, içimdeki rakamlar susardı. Bir tek sokak lambasının otuz saniyede bir odama yolladığı gölgelerin fısıltısı kalırdı. Bulutları-gölgeleri bildiğim dünyanın şekilleriyle adlandırmayı sevmediğim için bakamazdım duvardaki karaltılara, kulaklarımı tıkardım o fısıltıları duymamak için. İçimde bir şey büyürdü, adını bilmediğim. Korku değil ama çok korkunç, heyecan değil ama kalbimi yerinden oynatan, merak değil ama gözbebeklerimi büyüten, acı değil ama kanayan bir şey, adını bilmediğim. Kapının altından odaya süzülen ışık bilinmezden kurtulmak için tek umudum olurdu. Döne döne o ışığa giderdim. Salonda, ayaklı lambanın yanında oturuyor olurdu annem. Loş ışığın çağrısı sonunda annemin kucağına atardı beni. Teni ateş gibi sıcak olurdu, elleri buz gibi soğuk.
Konuşmazdık. Bazen “Babam nerede?” derdim. Saçlarımı okşardı.
İşte yanımdaydı babam. Sessiz bahçede, dizine koyduğu işaretparmağıyla tempo tutuyordu, içinde bir yerde, az önceki ıslık konseri devam ediyordu belli ki.
“Geceleri sen neden evde olmuyorsun diye sormuştum da bana bir masal anlatmıştın, hatırlıyor musun?” dedim.
Tempo tutmayı bıraktı. Pantolonundaki görünmez bir toz zerresini silkeledi. Gözlüğünü çıkardı. Arka bahçenin karanlık göğünde camlarına baktı, lekeliydi. Hohladı. Daha önce hiç görmediğim gömleğinin eteğine silmeye başladı.
“Dinliyor musun beni?” dedim. Birbirimize horozlanmamızla oturup soluklanmamız arasında ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum. İşten neden aramıyorlardı? Goncagül neredeydi? Melek… Melek…
“Geceleri nereye gittiğini merak ediyordum. Ne olur söyle, ne olur söyle diye ısrar edince, sana bir sır vereceğim, diye balkona çıkarmıştın beni. Kaşlarını çatıp ciddi bir yüz ifadesi takınmıştın. Hatırlıyor musun?”
“Duvardaki geçit masalını anlatmıştım değil mi? Sonradan onu yazayım diye çok düşündüm. Ama iyi ki de yazmamışım. Poe, Borges falan çok daha iyilerini yazdı öyle metinlerin. Benimki ayağı yere basmayan, sırıtan bir şey olurdu.”
“Ben inanmıştım o hikâyeye, biliyor musun? İnanmak istemiştim. Babamın kimsenin bilmediği özel bir gücü olması fikri hoşuma gitmişti. Benim babam farklıydı. Evimiz de özel bir evdi. Koridorun sonundaki duvarda özel bir geçit vardı. Geceleri ben uyuduktan sonra babamın sihirli güçleri devreye giriyordu, kimsenin yapamayacağı bir hareketle, o geçitten çıkıp gidiyordu. Başka bir dünyaya geçiyordu, herkesin birbirine hikâyeler anlattığı bir dünyaya. Benim babam da süper güçleri olan bir yazardı, onun da anlatacakları vardı, oturup sabaha kadar konuşuyorlardı. Ben uyanmadan da dönüyordu yazar babam.”
“Yedi yaşında mıydın, sekiz yaşında mıydın, öyle bir şeydin değil mi? Eşek kadardın yani. O yaşta çocuk inanır mı böyle palavraya? Bırak şimdi saçma sapan konuşmayı.”
“İnanmıştım. Ne anlatsan inanırdım. Şu Yeşil Ev’in yürüyüp gitmesine de inanmıştım.”
Gözlüğünü silmeyi bitirmişti sonunda. Camların temizlenip temizlenmediğini kontrol etmek için bir kol boyu uzattı gözlüğünü, sonra da özenle yerleştirdi burnunun üstüne. Hayatında ilk kez görüyormuş gibi baktı bana.
Ne kadar da sakindi. Parçası olmak istedim bu törenin. Başımı sağa doğru eğdim. Gözlerimizi kısıp baktık. Babamın gözlük camlarından, arka bahçenin güvensiz sarmaşıklarla kaplanmış duvarlarına bakıyorduk. Sacayağı Sokak’taki evin bahçe duvarı da sarmaşıklardan görülmezdi. Çok korkardım o görüntüden. Buruş buruş bir el sarmaşıkların arasından çıkacak, geri dönülmez kuyulara çekecek beni, diye düşünmekten nefes alamaz hale gelirdim. Kaçırdım bakışlarımı.
“İyi işte, daha ne istiyorsun? Seni hikâye etme yeteneğiyle büyütmüşüm. Masal okurken de uydururdum, onları niye söylemiyorsun? Pamuk Prenses’ten nefret ederdin ama Yamuk Prenses ile Yedi Cücükler diye okumaya başlayınca bayılırdın, gülmekten karnın ağrırdı.”
“Bir kere! Hayatında bana bir kere masal okudun, onda da körkütük sarhoştun. O kadar sarhoştun ki, senin o Yedi Cücükler tek tek Yamuk Prenses’in koynuna giriyordu.”
Gür bir kahkaha patlattı. “Öyle mi uydurdum? Ulan ne acayip şeyler yapmışım ya! Siktir et, iyi ki de öyle anlatmışım, erken yaşta insan denen mahlukatın ne orostopol bir şey olduğunu öğrenmişsin işte.” Gülerken ağzında biriken tükürükleri şapırtıyla yuttu, midem bulandı.
“Küfredip durma! O geçidi bulmak için ne kadar uğraştım biliyor musun? Koridorun sonundaki duvarın her yerini incelemişimdir. Nasıl bir şeydi geçit? Sadece seni görünce mi açılıyordu? Bilimkurgu filmlerindeki gibi mi oluyordu, güçlü bir ışık seni içine mi çekiyordu? Sen nasıl yok oluyordun? Planlar yapardım, uyumuş gibi yapıp bir köşeye saklanacaktım, ne olduğunu kendi gözlerimle görecektim.”
“Yapsaydın.”
“Yaptım. Tuvalete saklandım bir gece. Çamaşır makinesinin yanına oturdum, kapıyı da araladım. Başladım beklemeye. Sonunda gördüm ne olduğunu.” Sol elinin başparmağıyla işaretparmağını gözlüğünün altından sokup gözpınarlarını ovuşturdu. Geçmişin mızrağını kaldırmış bir şövalyenin kararlılığıyla sürdüm atımı babamın üstüne, “Yorulmuyor muydunuz hep fısıltıyla kavga etmekten?” dedim.
“Seni düşünüyorduk. Evdeki durumdan etkilenmeyesin diye özen gösteriyorduk, fena mı etmişiz yani?”
Dönüp Yeşil Ev’e baktım. Kavgalı beş kardeşi düşündüm. Hayatlarında gerçekten iyi anlaştıkları, birlikte gülüp eğlendikleri bir dönem olmuş muydu acaba? Bütün mahallenin nefretiyle çürüyen bu evin günün birinde yürüyüp gittiği masalını duysalar ne derlerdi? Onların da anne-babası gerçeklerini fısıltılara gömüp sahte mutlulukların çığlıklarını atan kuşaktan mıydı? Onların da babası “Ben sizin babanız değil, arkadaşınızım, benimle her şeyinizi konuşabilirsiniz,” deyip kulaklarını “erkek adam mesafeli olur” tıkaçlarıyla tıkayan babalardan mıydı? Ajansı almadan rahat edemeyen babaların ilk sigarasını kömürlükte içen oğulları gibi kırgın mıydı onlar da hayata? Pazar günleri, çizgili pijama geçit töreninde babalarını gördükçe onların da mideleri bulanır mıydı? Bu Yeşil Ev neden hâlâ burada, çocukluğumun geçtiği Sacayağı Sokağın başında, bir türlü çıkamadığım yaşam üçgeninin merkezinde duruyordu? Babam burada ne arıyordu?
Beynimdeki gürültüden ne dediğini duyamadım önce. Hemen susturdum “Geçmişin Hesabı Korosu”nu, babama verdim kulağımı.
“Bunalıyordum evde. Annen bir türlü anlamadı ki beni. İlk zamanlar farklıydı gerçi, gurur duyuyorum yazdıklarınla falan derdi. Ama yıllar geçtikçe değişti, belki de çevresinin baskısına dayanamadı. Babamın yüzüne bakamıyorum, demeye başladı. Her gece, gir bir işe, çalış, kazan paranı, sonra ne istiyorsan yaz, diye başımın etini yerdi. Belki de haklıydı, bilmiyorum. Yapamıyordum ama, kaç kere denedim, memuriyet bana göre değildi, ticarete ne zaman el atsam işi kıçıma çevirdim. Gündüzleri sırf işe gidiyor olayım diye dayının deposuna atardım kapağı, yoksa ben ne anlarım boyadan-çimentodan… Tufeyli damat diye laf sokardı babası, benim cebime mi güvenip çocuk yaptı, derdi. Deden bir ara senin velayetini bile istedi, senden baba olmaz, ver çocuğu git, dedi. Bu tarafta cehennem gibi bir ev, öteki tarafta üç beş arkadaşınla şiirden, romandan, sinemadan konuşabileceğin bir içki masası, sen olsan hangisini tercih ederdin. Geceleri zor kaçardım meyhaneye, zıkkımlandığın rakının parasını bile babam veriyor, ne şerefsiz adammışsın, diye arkamdan bağırırdı annen. Küfürleşirdik bile. Düşünebiliyor musun, her kandilde dua etmeyi ihmal etmeyen annen, bir de utanmadan babamın parasını orospulara yediriyorsun, diye yüzüme tükürürdü. Doğruydu da. Az gitmedim orospulara. Hatta bir ara, bir tanesiyle dost hayatı bile yaşadım. Balıkesirli bir kadındı… Öyle yüzünü ekşitme, bunları şimdi de anlatamazsam ne zaman anlatacağım. Hem sandığın gibi değildi. Elbette yatağına da girerdim ama esas vaziyet başka olurdu. Meyhaneye diye çıkar, gider onun evinde içerdim. Bir de oğlu vardı, onu uyutur, yanıma gelirdi, biraz saçımı okşardı, biraz demlenirdik. Sonra pencerenin önündeki sedire kurulur, açar defterimi sabaha kadar yazardım.”
“Tek sorun bu muydu yani? Sen yazardın, yaratıcıydın, annem de anlamıyordu, bu mu yani?”
“Kimse mutlu değildi oğlum. Kimse mutlu değildi.”
Bir rüzgâr esti. Nem kokan, küf kokan bir rüzgâr. Yine de hoşuma gitti. Yan gözle babama baktım. Memnundu bu zamansız esintiden, gözlerini kapamış, derin derin nefes alıyordu. Ben de gözümü kapadım. İstanbul konuşmaya başladı. Beşiktaş iskelesinde dişsiz bir adam martıları besliyordu, torbalar dolusu akciğer vardı yanında, martılar havada kapıyorlardı kanlı et parçalarını. Cebindeki son parasıyla aldığı simidi, martılarla paylaşan şair romantizminin dışında bir yerde akıyordu gerçek. Geceleri bir barda otoparkçılık yapan adamın horultusu yükseldi Dolapdere’deki bir bodrum katından. Metroda kaval çaldı bir adam, o kadar kötüydü ki çıkan sesler, gelen geçen güldü. İstiklal’de slogan attı dört kız, kanlı generallerin yargılanması umudunu bir gün daha bayrak gibi taşıdılar. Kadıköy’de gitar satan bir dükkânın vitrinine baktı, saçları bir türlü uzamadığı için canı sıkılan oğlan. Eminönü o kadar kalabalıktı ki, bütün sesler birbirine girdi. Aklım Eminönü’ne gittiği anda, aklım babam olduğu anda İstanbul sustu. Derin bir sessizliğin içine düştük arka bahçede. Babam yanımdaydı ve Goncagül hâlâ kayıptı.
“Boşansaydınız,” dedim, “o kadar cesaretin yok muydu?”
“Sende var mı o cesaret?” dedi. Sesi buz gibiydi.
Acının insan ruhuna yayılması için ne kadar zaman geçtiğini o anda anladım. 1, 2, 3, 4… Bende de yoktu o cesaret… 8, 9, 10… Hiç olmadı… 12,13… Ayrılma kararını veren Melek oldu… 16, 17, 18… Ayrılmak istedi, beni ikna etmeye çalıştı, gözyaşlarıma göğüs gerdi, benimle ağladı, daha önce boşanmış olan arkadaşlarıyla yemeğe çıkmamı sağladı, yayınevinden benim için izin aldı, tatile çıkmam için baskı yaptı, ailesiyle konuştu, avukat ayarladı, boşanma terapistinin seans ücretlerini ödedi… 32, 33, 34… en sonunda bir not bırakıp gitti… 41, 42, 43… ve bitti… 50.
Elli saniyelik bir şeydi.
“Boşandınız mı?”
“Mahkeme haftaya.” İyi ama bu konuyu hiç konuşmamıştık ki. “Sen nereden biliyorsun?” dedim.
“Babanım ben, anlarım. Bana kızsan da, delirsen de, köpürsen de gerçek değişmiyor oğlum. Babanım ben senin. Geldin şuraya oturdun ya, beşinci dakikada anladım, bunların arası kötü dedim.” Burnunu çekti, belli belirsiz. “Konuşmak ister misin?”
“Konuşacak bir şey kalmadı,” diye mırıldandım. Yalan söylemiyordum, gerçekten de konuşacak bir şey kalmamıştı. Melek’le evliliğimiz geçmesi gereken yollardan geçmiş ve son durağa gelmişti. İkimiz de inmiştik otobüsten. Boşanma denen durakta bekliyorduk şimdi. Bir hafta sonra bu durakla da işimiz bitecekti, gelir mi gelmez mi bilmeden bir sonraki otobüsü beklemeye başlayacaktık. Haklıydı. Bende de yoktu o cesaret.
Oturduğumuz bankın dibinde kendiliğinden bitmiş yabani çiçekler, bahçenin sessizliğini bozmaya çalıştılar, başaramadılar. Karanlık sarmaşıklarla kaplanmış duvarlara baktım. Sacayağı Sokak’taki evin bahçe duvarını hatırladım. Çok korkardım, buruş buruş bir el sarmaşıkların arasından çıkacak, beni geri dönülmez kuyulara çekecek diye düşünmekten nefes alamaz hale gelirdim. Kaçırdım bakışlarımı.
Babam kırmızı karton kapaklı defterini yanına koyup ellerini bacaklarının altına soktu.
“Üşüdün mü?” dedim.
“Böyle oluyor bazen,” dedi, “buz kesiyor ellerim, çenem kilitleniyor, ağzımı açamıyorum, gözlerime bir haller oluyor. Merak etme, geçer şimdi.”
Boşanacak olmamıza üzülmüştü, biliyorum. Severdi Melek’i. İyi anlaşırlardı. Melek de onun için üzülmüştü.
“Üzme kendini baba. Ben baştan biliyordum böyle olacağını. Bir hikâyende çok güzel bir benzetmen vardır senin, çok severim. Atalardan kalma geleneksel makinesine yeni takılmış tıraş bıçağı gibidir evlilik dersin hikâyenin bir yerinde. Tıraş makinesi, hem modernleşmenin hem gelenekselin simgesi. Bir yanıyla şehirli ama bir yanıyla da fazlasıyla ataerkil bir simge. Jilet yeni takıldığında, yani evliliğin ilk yıllarında dikkatli olmak lazım, elin ayarı biraz kaçarsa kanatır, parçalar. Ama gereği gibi, örneğin cilde hep aynı yönde sürülerek kullanılırsa pek güzel temizler. Birkaç tıraştan yani birkaç yıldan sonra dikkat etmeye gerek kalmaz, öyle ya da böyle tıraş eder. Asıl sorun jilet körelmeye başlayınca ortaya çıkar, o zaman ne yapsan da fayda etmez, en kösele deri bile kan revan içinde kalır. Doğru mu hatırlıyorum, böyle bir şeydi değil mi?”
“Evet, zamanı gelince ya yeni heyecanlarla bileyeceksin bıçağı ya da değiştireceksin falan filan…” Bu konuda konuşmak istemediği sesinden anlaşılıyordu. “Sabun, köpük, sıcak su, ılık havlu… Tıraşla ilgili her tür nesneyi evliliği anlatmak için kullanmıştım hikâyede ama sevmem o fikri. Kolaycı bir metindir, boktan benzetmelerle doludur.”
Ben o hikâyeyi çok severim demeyi, o benzetmelere sığınarak Melek’le evliliğimizi anlatmayı düşündüm. Tam ağzımı açacakken ayağa kalktı babam. Konuyu kapatmak istiyordu belli ki. Bahçenin duvarına doğru yürüdü. Döndü, uzun uzun Yeşil Ev’e baktı. Çömeldi, bir bitkiyi okşadı, “Her yeri böcek sarmış,” dediğini duyar gibi oldum. Yayınevinden aramamışlardı. Faruk ben gitmeyince pazarlama bölümündeki o güzel asistanı oturtmuştur masama, omzuna bacağına dokunabilmek için arada çay-kahve servisi yapıyordur, biliyordum. Hakkı geldi bir an aklıma, Yeşil Ev’e gidiyorum demiştim, buranın tehlikelerini bütün mahalleli gibi o da biliyordu ama bunca zaman dönmediğim halde kontrol etmeye gelmemişti. Kimsenin aklına gelmiyordum ben. Çocukluğumun gecelerinde otuz saniyede bir odamın duvarlarına yapışan gölgelerden ne farkım vardı ki?
Sonra Goncagül’ü düşündüm. Neredeydi? Neden gitmişti? Neden bırakmıştı beni?
Yıllardır Yeşil Ev’in köşesine gizlenmiş bir toz zerresi havalandı, uçtu, gelip burnumun ucuna kondu. Elimin ayasıyla burnumu kaşımam işe yaramadı, gürültüyle hapşırdım.
“Çok yaşa!” dedi babam.
Cevap vermedim.
“Sen bir şeyler yazıyor musun?” dedi, bitkiyi okşamayı bırakmıştı, belini tutarak yavaşça doğruldu. Ellerini beline koydu, bir kere sağa bir kere sola eğilerek vücudunu esnetti. Koşup sarılmak geldi içimden. Babamdı işte, şu yaptığı harekete “Sporumu yapmadan güne başlamam,” diyecek kadar çocuk, “Gerekirse vurur yumruğumu –alır ceketimi– döner arkamı giderim,” diyecek kadar ezberlenmiş babam.
Oğlunu uzağa savuramayacak kadar güçsüz dallarıyla Birörnekacılar Ormanı’nın yazmaya âşık ağacı; babam.
“Yazıyordum. Ama bu aralar kilitlendim biraz. Senden sonra kötü bir dönem geçirdim. Küstüm yazmaya. Hatta doğru düzgün kitap okuyamaz oldum. Kütüphaneye yaklaşmak sana yaklaşmak gibiydi. Kitaplarla dolu bir geçmişte, kütüphaneyle çevrili bir odada sensizlikten kaçmaya çalışmak dünyanın en zor şeyiymiş. Ben de bıraktım kaçmayı. Okumaya başladım. Senin yazdıklarını, en yakın arkadaşlarının kitaplarını, sevdiğin yazarların romanlarını… Yolu senden geçmiş ne varsa okuyordum. Aylarca okudum, hiçbir şey düşünmeden okudum baba. Sonra yazmaya başladım. Elimi kaldırmadan, bileğim ağrıyana kadar yazıyordum. Hep seni yazıyordum.”
“Hm! Bir ara okumak isterim yazdıklarını.”
“Ama yine kilitlendim… bu boşanma işi falan… anlarsın… öyle işte… yazamıyorum.”
“Ne demek yazamıyorum? Yazacaksın. Başka neyimiz var ki bizim? Bak bana, hâlâ yazıyorum. Bir gün bile bırakmadım şu kalemi elimden. Sen de her gün okuyacaksın, her gün yazacaksın. Onun acısı, bunun sıkıntısı diye bahane aramayacaksın. Kimseyi düşünmeyeceksin. Baban, anan, karın… Kaçmak istedikten sonra sığınacak liman çok. Hiçbir limana yanaşmayacaksın. Hep açık denizde. Hep ufuk çizgisine doğru. Gözünün doğrusuna yürüyeceksin. Yazacaksın. Kimsenin dediğine bakmayacaksın yazarken, kimsenin kelimelerine çamur sıçratmasına izin vermeyeceksin, o çamuru temizlemek için bile eğilmeni istemem, hep dik duracaksın!”
Heyecanlanmıştı, kürsüde söylev çeken siyasetçiler gibi elini kolunu savurarak bitirdi sözünü. “Hiç böyle öğüt vermezdin, ne oldu birden?” dedim. Gülerek söylemiştim bunu, hoşuma gitmişti bir babanın geç kalmış heyecanı.
O da güldü. Kollarını iki yana açtı. Bir korku evinin yabani otlarla, çiçeklerle kaplı arka bahçesine dikilmiş korkuluk gibiydi bu duruşuyla. Hastanedekinden çok daha zayıf geldi gözüme, daha şeffaf. “Eh, bu saatten sonra öğüt de veririm, boş da konuşurum!” Parmaklarını şaklatıp sağa sola sallanarak, sarhoş gecelerinin şarkısını söylemeye başladı: “Satmışım anasını, ben bu dünyanın, sen benim yanımda olduktan sonra… Param olmasın, pulum olmasın, meyhaneler mesken bir berduş olsam…”
Hafiften sekerek, omuz titreterek yanıma geldi. Oturdu. Gülüştük bir süre.
“Yazacağım,” dedim. Elini dizime koyacak gibi yanaştırdı, vazgeçti. “Bir şeyler var kafamda ama istediğim gibi akmadı. Bir de hep aynı şeyi yazıyorum gibi geliyor, hep baba oğul hesaplaşması.”
“Bir de laf ediyorsun şunu yaptın bunu yapmadın diye, bak ne güzel bir konu vermişim sana. Babalarla oğullar iyi konudur, yaz yazabildiğince, coşsun kelimeler. Ama Ece’nin dediğini de unutma; Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler.”
“O dizenin bu konuyla ilgisi yok, sırf konuşmuş olmak için konuştun,” demektense, babasına hayran bir oğulun ışıklı gülümsemesini hediye ettim. Zaten o ukala lafı etsem ne değişecekti ki, bu saatten sonra öğüt de verirdi, boş da konuşurdu. Saçmalardı isterse.
“Sizin zamanınızda hikâye daha makbulmüş, şimdi edebiyat apartmanının arada bir başı okşanması gereken sevimli çocuğu muamelesi görüyor, baba. Hikâye yazıyorum dediğimde herkes anlamlı anlamlı başını sallıyor. Babacan bir gülümseme yerleşiyor yüzlerine. ‘O da lazım, yaz tabii,’ dedi geçenlerde yayınevinden biri. Yurtdışından yeni dönen bir çevirmen de ‘Aptal olma, yazacaksan roman yaz, kimse hikâye okumuyor, hele dünyaya açılayım falan diyorsan hiç şansın yok,’ dedi. Sen ne diyorsun?”
Dediklerimi dinlemiyor gibi geldi. Boşluğa bakıyordu. Boş bakıyordu. Korktum. Çok korktum. Bir inilti gibi döküldü baba kelimesi dudaklarımdan. Vurgundan son anda kurtulmuş sünger avcısının ani nefesiyle kendine geldi.
“Ne oldu, bir şey mi dedin?”
“Birden öyle durunca sen korktum… şey oldu sandım… yani…”
Yavaşça ayağa kalktı. Gülümsedi. “Korkma oğlum,” dedi, “olmaz öyle bir şey, bir daha olmaz.”
Bahçenin çıkışına doğru yürüdü.
“Dur,” dedim, “nereye gidiyorsun?” Gitmesini istemiyordum. Arka bahçede zaman dursun istiyordum. Bir daha gitmesine, birinin daha gitmesine dayanamazdım ki? Güçlü değildim ben, hiç olmamıştım. “Gitme baba!”
“Çocuk gibi davranma, ne zaman istersen buluşuruz, benim işim gücüm yok, sen kendine göre ayarla!” Otobüs durağında ayrılıp evlerinin yolunu tutan iki arkadaş, aynı devlet dairesinde yıllardır dirsek çürüten iki memur gibiydik. Bu kadar sıradan mı bitecekti bu buluşma? Dumanlar çıkmayacak mıydı sağdan soldan, Yeşil Ev ayaklanmayacak mıydı, saatlerdir konuşmamızı dinleyen otlar, böcekler, hayvanlar dile gelmeyecek miydi, Goncagül kahkahalar atarak sahne almayacak mıydı?
Aniden döndü, defterine dokundu yavaşça, “Bak aklıma ne geldi?” dedi, “Buzzati’nin bir hikâyesi vardır, adam başkasının yazdığı metinlerle hem yolunu bulur hem şöhret olur. İstersen biz de öyle bir şey yapabiliriz. Bu yazdıklarımı da verebilirim sana.” Kafasını kaşıdı, önemli bir karar vereceği zaman hep böyle yapardı. “Şu karıkocanın hikâyesini bitirirsem haftaya getiririm, koyar altına kendi adını yayımlatırsın. Bakma öyle deliye bakar gibi, banka soygunu teklif etmiyorum ya! Babanım oğlum ben senin, baba oğul arasında olur böyle şeyler. Bazısı han-hamam miras bırakır, benden kalacak miras da budur işte.”
“Hayır, ben yazı falan istemiyorum, sen gel yeter. Baba dur! Daha konuşacağımız çok şey var!”
“Sakin ol be evladım! Onları da başka zaman konuşuruz. Başım ağrıdı. Ayrıca bu kadar üzme kendini. Melek doğru olanı yapmış.”
Konuştukça saçmalıyor, uzaklaştıkça silikleşiyordu.
“Babanın oğlusun işte. Sen de başaramadın benim gibi.”Sözleri anlaşılmaz oldu. Kesik kesik heceler duyuyordum. Gidişinin hüznünü mahvedecek, vedanın sarısını gökkuşağına boyayacak bir kahkaha eşlik ediyordu adımlarına. Başım döndü, düşecek gibi oldum. Arkasından koşmak istedim, sanki otlar dolandı ayağıma, dengemi kaybettim. Güneşin göz yakıcı sarısı bir saniyeliğine yırttı bitki örtüsünü, gözüm görmez oldu, ışıktan bir kapı açıldı arka bahçenin ortasında. Ayakta durmaya çalışırken “Goncagül’ü başka yerde ara, buraya gelseydi ben görürdüm,” dediğini duydum. Son bir umutla babamın olduğu yere baktım. Yoktu. Düştüm.
Kedi mamasının kokusuyla kendime geldim. Düşerken torba patlamış, mamalar ağzımın, burnumun çevresine saçılmıştı. Babamla konuşurken bu torba elimde miydi? Babamla konuşurken? Sonunda bu da olmuştu, babamın hayaliyle konuşur hale gelmiştim. Bu gündüz düşünü burada, çocukluk korkularımın merkez üssü Yeşil Ev’in arka bahçesinde görmem çok normaldi. Bir düş görmüştüm.
Yavaşça ayağa kalktım. Üstümü başımı silktim. Mahcubiyet duygusuyla büyütülmüş bütün evlatlar gibi sağa sola baktım. Kendi kendime konuştuğumu, yerlerde yuvarlandığımı bir gören olmamıştı. Birkaç dakika olduğum yerde kaldım. Korku ve rahatlama iki yakın arkadaş olmuş, aklımın koridorlarında birdirbir oynuyorlardı.
Yolun karşısına geçtim. Yeşil Ev’e bir kez daha bakmak istiyordum. Çocukluk teknesinin içinde korku hamuruyla karıştırıp mıncıklayarak macun haline getirdiğim bu imgeyi orta yaşını geride bırakmış bir adamın gözüyle görmeliydim artık. Büyümeliydim. Büyümek, ezberlenmiş bir imgeyi yeni yaşa, yeni hayata transfer edebilme becerisiydi belki de. Kararımı verdim; artık Hopper’ın House by the Railroad tablosundaki eve benzetecektim bu yıkıntıyı.
Öğlen olmuştu. Eve doğru yürüyordum. Olağandışı bir şeyler görmeyi umarak çevreme baktım. Bildiğim gibiydi bütün görüntüler. Ömrümü içinde geçirdiğim üçgenin görünmez prangasını sürükleyerek geçtim yollardan. Kelepçelerimi göstermeden selam verdim üç beş mahalleliye. Artık işe gitmemin bir anlamı yoktu. Hele yayınevindekiler için hiçbir anlamı yoktu. Bir ara anneme uğramayı, yaşadıklarımı ona anlatmayı düşündüm. Ezan okunuyordu, vazgeçtim.
Sokağın köşesinden döner dönmez Hakkı’yı gördüm. Dükkânın önündeki meşrubat kolilerini içeri taşıyordu. Rengi atmış bir şapkayı siperliği arkaya gelecek şekilde takmıştı kafasına. Daha önce Hakkı’nın beyaz gömlek giydiğini görmemiştim hiç. Babam geldi aklıma, içim acıdı. Goncagül’ü bulabilmişler miydi acaba?
“Abi vallahi bütün gün arattım çocuğa ama bulamadık Goncagül’ü. Sen de harabenin oralara bakacaktın, orada da yoktu değil mi? Şimdi ben böyle deyince kızıyorsun ama kesin bir halt oldu buna. Artık köpek mi daladı, taksi mi ezdi bilmem ama çıkmaz bu hayvan artık ortaya,” dedi Hakkı. Ekşimiş peynir ve lavantalı deterjan kokularının arasında bir eğiliyor bir kalkıyor, alnında biriken ter damlaları meşrubat kolilerine akıyordu.
“Sen işe gitmedin mi abi?” dedi. Cevap vermedim, konuşmak istemiyordum Hakkı’yla.
“Altı şişe bira versene bana,” dedim, “soğuk olsun!”
Soğutmayan buzdolabından çıkardığı biraları pis kokulu siyah naylon torbaya koyarken “Vallahi imreniyorum sana abi,” dedi, “istediğinde gidiyorsun işe, istediğinde gitmiyorsun. Dedebey akıllı adammış, zamanında iyi mal yapmış. Bende o kadar kira geliri olsa, ben bir gün bile gitmem işe.”
Hakkı’yı öldürmek istedim. Mahallenin bütün geçmişi bilinen çocuğuydum ben, en eski sakininden bakkalına, muhtarından kedisine herkes konuşabilirdi hakkımda. Yeşil Ev ve ben; biz olmadan düşünülemezdi bu mahalle.
Bira şişeleriyle dolu torbayı alıp çıktım dükkândan. Hakkı arkamdan “Sıkma canını bu kadar abicim, ne olacak yani, yeni kedi buluruz mahalleye!” diye bağırıyordu.
Eve girdim. Sessiz. Boş.
Bir şişe bira açıp çalışma masama oturdum. Bugünden, bugün yaşadıklarımın ruhumda açtığı deliklerden ancak yazarak kurtulabilirdim. Babamın sözünü dinlemeliydim, yazmalıydım.
Defterimi önüme çektim, kurşunkalemimin ucunu açtım. Sayfanın sağ üst köşesine tarih attım. Aylardır kafamda dolaşan cümleleri yazarak başladım çalışmaya.
“Gün boyu süren açlığını bastırmak için eve girer girmez buzdolabına saldırdığında dondu kaldı; mıknatıslı buzdolabı süsüyle tutturulmuş bir not vardı karşısında, karısının el yazısını nerede olsa tanırdı.”
Hemen üstünü çizdim. Çok kötü bir cümleydi. Kalktım evin içinde dolaştım biraz, birkaç kitap karıştırdım, bir şişe daha bira açtım. Pes etmeyecektim. Kaçmayacaktım. Hiçbir limana yanaşmadan devam edecektim.
“Eve aç geldi, sabahtan beri bir şey yememişti. Mutfağa girer girmez olduğu yere çakıldı. Buzdolabının kapağına bir not tutturulmuştu. Karısının el yazısını hemen tanıdı. Son satırı okuyabilmek için bir iki adım yaklaştı: Gidiyorum artık. Hoşça kal!”
Bu daha iyiydi. Ama yine de içime sinmedi. Üstünü çizdim. Canım sıkıldı. Sayfayı koparıp buruşturdum. Böyle gerilimli anlarda müzik dinlemek iyi gelir. Babamdan kalma plaklardan birini pikaba yerleştirdim. İğneyi yerleştirmeden önce üfleyerek temizledim. Çiziklerle dolu plağın cızırtısı boş evde yankılanmaya başladı. İlk notalar duyulduğunda bir bira daha açtım. Bu sefer içine biraz da votka kattım.
Babamla Yeşil Ev’in arka bahçesinde, bir bankta oturup ıslıkla bu şarkıyı mı çalmıştık bugün? Bir rüyaydı elbette bu. Filmlerde, romanlarda karşımıza çıkacak türden bir düş sahnesi. Psikolojik açıklamaları da gayet netti. Zihnimin koridorlarında yürümüştüm büyük olasılıkla. Bilmediğim hiçbir şey anlatmamıştı babam. Balıkesirli orospu hikâyesini defalarca annemden dinlemiştim örneğin. Kendimle konuşurken biraz süslemiş olabilirim elbette. Neden olmasın?
Yırtılan sayfalar, beğenilmeyen cümleler, votkalanan biralarla geçen dakikalar geceyi getirdi eve, sessizlik omuzlarıma çöktü. “Yorgunum baba,” diye mırıldandım aynaya bakarken. Yorgundum.
Bir gölge gibi dolaştım evin içinde. Odalardan biri, tam orta yerde duran ütü masasını saymazsak, boş. Çocuk odası yaparız burayı, demiştik. Buzdolabında son bir şişe bira, yüzüne bakmaya değmez kahvaltılıklar, küflenmiş salça konservesi, mide bulandırıcı görüntüler. Su koymayı da unutmuşum. Oysa oda sıcaklığında bile içemem suyu, buz gibi olmalı. Neyse ki yarım şişe votkam buzlukta duruyor. Sinirle kapattım buzdolabının kapağını. Şiddetimin rüzgârı Melek’in mıknatıslı buzdolabı süsünün altındaki notunu şöyle bir havalandırdı.
Londra’ya gitmiştik birlikte. Melek ayarlamıştı her şeyi; üniversiteden bir arkadaşı İngiliz bir adamla evlenmiş, bizi evlerinde misafir etmekten büyük mutluluk duyacaklarmış, parayı da düşünmemeliymişiz, indirimli uçak bileti bulduğumuz için yurtiçinde tatil yapmaktan daha ucuza gelecekmiş, falan filan. Bu buzdolabı süsünü o gezide, yağmurlu bir yaz gününde, Notting Hill’deki küçük bir hediyelik eşya dükkânından, posbıyıklı, turuncu burunlu bir adamdan almıştık.
Son biramı votkayla karıştırırken belki bininci kez Melek’in notuna baktım. Yaba gibi y’lerini, artıya benzeyen t’lerini okşamak istedim. Oysa bir daha okumayacağım diye kaç kere söz vermiştim kendime?
Okumaya başladım.
Canım,
Yine de, yani her şeye rağmen “Canım” diye başlamak istedim. Yaşadıklarımıza, evliliğimize, kendimize saygısızlık etmek istemiyorum. Bu noktaya gelmek istemezdim, bir not bırakıp gitmek çirkin bir davranış biliyorum ama başka çare bırakmadın. En azından şu terapi işini ciddiye alsaydın keşke. Ama ondan bile kaçtın. Hep aynı şeyi yaptın, bir şeylerin biraz ters gitmeye başladığını hissettiğin anda kendi dünyana kaçtın. Bazen ne düşünürdüm biliyor musun? Sanki bilmediğim bir yerde bir dünyan vardı senin. Hani böyle fantastik filmlerde falan olur ya, konuşan ağaçlar, takım elbise giymiş tavşanlar, kendi kendine yazan kalemler… Anladın işte. Belki de o çocuksu hallerin yüzünden böyle düşünüyordum. Benim her gün kavga dövüş içine daldığım gerçek hayat ne zaman üstüne gelse oraya kaçardın işte. Hem de beni yanına almadan. Gitmen değildi beni üzen, beni de götüremeyecek kadar