Bir yazarın gözünden, bir kitabın yayıma hazırlanma macerası!
Koray Avcı Çakman, düş sihirbazlığını üstlendiği Bir Kitabın Macerası’nda, okurun hayal gücünü gezintiye çıkarıyor; kitapların yayıma hazırlık serüvenini gizem dolu bir hikâyeyle buluşturuyor.
“Bir yazar nasıl yazar, bir kitap nasıl ortaya çıkar?” sorularının izinden giden bu hareketli roman; yazarın yaratım sürecinden editörün yazılı metne sunduğu katkıya, illüstratörün rolünden yayın yönetmeninin sorumluluk alanına, yayıncının dağıtım-tanıtım-satış çalışmalarından korsanla mücadelesine uzanarak, bir kitabın ardında yatan onca gizli kahramana ve yoğun emeğe saygı duruşunda bulunuyor.
“Hayatım roman!” diyenlerin dünyalarına konuk olup, sözcüklerini kâh bir saka kuşunun cıvıltısında kâh bir kabak kemanenin tıngırtısında arayan Koray Avcı Çakman; bir fikrin kitaba dönüşme aşamasında, hikâyelerin her zaman yazarın ayağına gelmediğine, bazen de yazarların onları arayıp bulduğuna dikkat çekiyor.
Ünlü yazar Luna Tulgar Mavi, taşındığı yeni evde yeni bir kitap yazma hazırlığındadır. Soluk soluğa bir macera kaleme almalıdır, ama nasıl? Başlangıçta her yazar gibi, ‘Bu kez bir şey yazamayacağım,’ hissine kapılıp endişelense de çok geçmeden ilham perisi yardımına yetişir. Kararını vermiştir: Bu kez kahramanı bir kitap olacaktır. Haylaz bir rüzgârın uçurduğu, obur bir keçinin kemirdiği, oyunbaz bir maymunun sakladığı, korsanların kaçırdığı bir kitabın macerasıyla okurlarının karşısına çıkacaktır. Oysa atladığı önemli bir ayrıntı vardır: kendisi düş dünyasında dolanırken peşine takılan Gizçöz ekibi. Çınar ve arkadaşları ne yapıp edip üç sandıkla karşı apartmanlarına taşınan bu esrarengiz yazarın sakladığı sırrı açığa çıkarmaya kararlıdır. Sahi… bir yazar, sandıkta ne gibi sırlar saklayabilir ki?..
Henüz basılmamış bir kitabın başına gelen komik ve gizemli olayları konu edinen bu sürükleyici roman, yazarların dünyasını anlamaya ve yayıncılık sektörünün işleyişini kavramaya yönelik değerli paylaşımlarda bulunuyor.
Koray Avcı Çakman’ın, içindeki çocuğu canlı tutan her yaştan okuruna armağan ettiği Bir Kitabın Macerası, yazarın hayatından ve yazma serüveninden de önemli izler taşıyan, “yaşayan” bir eser.
ÜÇ GİZEMLİ SANDIK
Ağacın dalına tüneyen saka kuşu penceredeki çocuğu, çocuk da merakla dışarıyı izliyordu. Kuş ne kadar sakinse, çocuk da o kadar heyecanlıydı. Çok geçmeden kuş havalandı, çocuk telefona sarıldı. “Tuna, koş gel çabuk!” “Niye? Ne oluyor?” “Çok gizli. Çabuk bize gel!” Tuna, matematik sorusu çözmekten bunalmasaydı, günlerden de cumartesi olmasaydı belki de bu çağrıya uymazdı. Evdekilere, “Ben arkadaşıma gidiyorum!” diye seslendi. Hemen ardından annesinden beklenen soru geldi: “Dersini çalıştın mı sen bakayım?” Sondaki e’yi uzatarak yanıt verdi Tuna: “Eveeet.” En yakın arkadaşının iki sokak ötede oturuyor olması iyi bir şeydi. Çınarlara varması beş dakika sürdü sürmedi, Tuna’ya kapıyı Çınar’ın ikizi Pınar açtı. “Sen miydin?”
“Yoo, Tuna kılığında başka birisi.” Kız suratını ekşitti. “Çok komiksin. Bu esprileri Çınar’dan mı öğreniyorsun?” Çınar, Pınar’ı omzuyla şöyle bir ittirdi ve Tuna’yı kolundan tutup odasına doğru sürükledi. İçeri girer girmez de pencereyi işaret etti. Tuna, dışarıda kurulu bir sirk, park etmiş bir uçan daire ya da kırmızı bir zürafa görmeyi beklemiyordu ama az da olsa şaşırmayı umuyordu. “Beni bunun için mi çağırdın?” diye sordu sokaktaki kasası eşya ile dolu kamyonu göstererek. “Şişşt, sessiz ol.” Tuna, bu kez gözlerini kısarak baktı sokağa… Acaba Çınar, onun göremediği neyi görüyordu? Aslında şu sürekli kaşınan koca göbekli adam biraz garipti. Kaşınmaya ara verip koca buzdolabını nasıl da öyle hop diye kaldırıvermişti. Diğer adamsa neredeyse bir elektrik direği kadar inceydi. O da kamyonun kasasındaki eşyaların arasına daldı ve gözden kayboldu. Çok geçmeden elinde bir kutu ile ortaya çıkıvermeseydi tüm bunlar belki Tuna’ya enteresan gelebilirdi. Oysa her şey sıradandı işte! Kamyonun kırmızı rengi bile… Daha fazla dayanamayıp, “Neler oluyor?” diye sordu. “Birileri taşınıyor, karşı apartmana.” Tuna’nın sesi bu kez alaycıydı. “Bak bu çok ilginçmiş! Of Çınar! Hayatında ilk kez mi taşınan birilerini görüyorsun? Unuttun mu, biz de bu şehre iki sene önce gelmiştik.” “Kimin taşındığını öğrenince yine böyle konuşacak mısın bakalım?”
Tuna meraklanmak için hâlâ yeterli delile sahip olmadığı kanısındaydı. “Kimmiş?”
“Bilmiyorum!”
“Ha ha ha… Çok komiksin.”
Ama Çınar’ın hiç de öyle şaka yapıyor gibi bir hâli yoktu.
“Bu taşınan çok gizemli biri ve biz Gizçöz olarak bunu
çözeceğiz.”
“Ne olarak, ne olarak?”
“Gizçöz…”
“O da nerden çıktı, gofret adı gibi!”
“Grubumuzun bir adı olmalı. Gizem çözüyorsak Gizçöz iyi bir isim bence ortak!”
Tuna, tanıdığı günden beri arkadaşının polisiye dizilere ve bilgisayar oyunlarına ne kadar meraklı olduğunu biliyordu. Aslında o da severdi bunları. İki arkadaş, bazen günlerce bilgisayar oyunundaki bir karakterden söz edip dururlardı. Bazen de Çınar kendini iyice kaptırır, “Ah, keşke biz de böyle esrarengiz olaylar yaşasak ya!” derdi. Yine de Tuna, onun işi bu kadar ileri götüreceğini ve bir grup kuracağını düşünmemişti. Tabii iki kişi ne kadar grup sayılırsa… Tuna’nın aklından bunlar geçerken Pınar pat diye odaya dalıverdi. “Neler karıştırıyorsunuz siz burada?” “Hiiiç!” dedi Çınar, Tuna’ya göz kırparak. “Sana kaç kere söyledim, öyle dalma odama diye…” “Aaa, öyle mi? Önce sen benim odama çat kapı girmemeyi öğren o hâlde!”
Pınar, bunu söyledikten sonra saçlarını şöyle bir savurdu ve kapıyı çarparak çıktı. O an, Tuna’nın, iyi ki tek çocuğum, diye düşündüğü anlardan biriydi. Taşınma işini merak eden yalnızca Çınar değildi. Karşı apartmandaki Hurnur Hanım da olan biteni kâh pencereden kâh kapı deliğinden izleyip duruyordu. Öyle ki kapı pencere arasında gidip gelmekten iyice başı dönmüş ve sonunda kapı deliğinde karar kılmıştı. Tek gözünü deliğe dayayıp pürdikkat geleni geçeni gözetlemeye koyuldu. Koca göbekli adamın buzdolabını yukarı çıkarmasını izlerken kurabiyeler yandı, kitaplıklar taşınırken ocaktaki süt taştı. Geçen kış başladığı örgüyü aynı azimle örseydi şimdiye çoktan bitirmişti. O anda onun aklında ne örgü ne kurabiyeler, ne süt ne de ocakta fokur fokur kaynayan çorba vardı. Sırasıyla üst kata saman sarısı koltuklar, yemyeşil dolaplar, mor masa ve pembe sandalyeler çıkınca, “Aaa, bu da ne böyle, her biri ayrı renk! Ay kim taşındı ki, pek de zevksizmiş,” dedi kendi kendine. Hurnur Hanım’ın en sevdiği renk kırmızı, en sevdiği desen ise beyaz üzerine kırmızı puantiye idi. Evdeki tüm eşyaları da bu zevkini yansıtıyordu. Sadece salondaki masa örtüsü, beyaz üzerine kırmızı değil de, kırmızı üzerine beyaz puantiyeli idi. Ayağında benekli terlikleri, önünde de yine benekli önlüğü ile kapıdan gözünü ayırmadan izlemeyi sürdürdü.
Onca renkli eşyadan sonra, yukarıya kahverengi, eski ahşap bir sandık çıkarıldı. Derken aynı boyda bir sandık, bir sandık daha… Hurnur Hanım’ın hayal gücü maceraperest bir çocuk kadar kuvvetli olsaydı pekâlâ üst katına bir korsanın taşındığını düşünebilir, sandıkların içi hazinelerle dolu olmalı, derdi. Ama Hurnur Hanım’daki en baskın duygu meraktı, düş gücü değil. Ona göre sandıklar, kendi dolaplarının içi gibi ıvır zıvır yüklüydü. Tarçınlı kurabiyeler kömürleşip, süt yanığı kokusu tüm apartmanı sararken Çınar cama burnunu dayamış, aşağıda olan biteni izliyordu. “Hım… Üç sandık! Hazine mi var acaba içlerinde?” “Anneannemin evinde de bir tane böyle sandık var,” dedi Tuna.
“İçi turuncu, sarı, yeşil rengârenk örtülerle dolu.” “Bu anneanne sandığına benzemiyor ortak. Öyle olsa bir tane olurdu. Tam üç sandık çıktı yukarı. Üstelik sabahtan beri sokağın başında da siyah bir minibüs duruyor.” “Eee, ne olmuş duruyorsa?” “Oradaki adamın teki burayı gözlüyor.” “Senin gibi merak etmiştir, kim taşınıyor diye…” Çınar, bir yandan konuşurken bir yandan da elindeki deftere not alıp duruyordu. Tuna, “Ne yapıyorsun sen?” diye sordu. “Gizçöz defterine ipuçlarını yazıyorum.” “Of Çınar! Bence tüm bunları bırakıp matematik sınavına çalışsak daha iyi olur. Sınavın kötü geçerse, problem yerine gizem çözüyordum diyemezsin Ayşen Öğretmen’e.”
“Şışşt, kafamı karıştırma! Üç sandık ve bir dolap, bir de siyah minibüs. Plakası? Of, plakayı tam olarak göremiyorum.” “Üç sandığı bir dolaba bölersen ya da sandığı dolapla çarpıp, minibüsü de eklersen ne çıkıyormuş sonuç? Beş sandalye mi, yoksa bir tabure mi? Yoksa siyah bir Mercedes mi?” “İşi sulandırmasana ortak!” Saka kuşu tekrar at kestanesinin dalına konduğunda eşyaların hepsi kamyondan indirilmiş, sokağın başındaki minibüs gözden kaybolmuştu. Luna Tulgar Mavi, rüzgâr doğudan batıya doğru eserken taksiden indi. Uzun pardösüsünü düzeltti ve arka koltuktan Kıkoku’nun kutusunu alıp yeni taşındığı binaya doğru yürüdü. Girişte onu ilk karşılayan, yanık tarçınlı kurabiye ile karışık keskin süt kokusuydu. Yavaşça çıktı merdivenleri. Kokunun en yoğun olduğu kata gelince durdu. Kapı deliğinden dışarıyı gözetleyen Hurnur Hanım, ‘Hımm, demek yeni komşumuz bu,’ diye düşündü. Ama gizemli komşusu kapının önünde öyle dikilince bir an panikledi. ‘Yoksa onu izlediğimi fark etti mi?’ Hemen peşinden de, “Kapının içini gören gözleri yok ya!” diyerek çabucak kendini aksine inandırdı. Luna, bir av köpeği gibi etrafı koklaya koklaya yukarı çıktı. Yeni evinden içeri girince ilk iş Kıkoku’yu saldı. Pardösüsünü asıp salona geçti. Kanepeye uzanır uzanmaz yorgunluktan göz kapakları kapanıverdi.
“Söbitika… Söbitika!” diye sesler duydu. Yavaşça kalktı yerinden. Sesler arka taraftaki küçük odadan geliyordu. Ayak uçlarına basarak o yöne doğru ilerledi. Neredeyse dilini yutacaktı; karşısında tülden, kocaman kanatları olan biri duruyordu. “Se-sen de kimsin?” “Söbitika… Söbitika…” Luna, söylediklerinden hiçbir şey anlamadığı bu yaratıktan korkmuştu. Buna rağmen merak duygusu daha ağır bastı. Acaba Tüykanat ona ne anlatmaya çalışıyordu? Başka bir dilde mi konuşuyordu? Bir an gözü masanın üzerindeki kalemlere ilişti. Ürke ürke kalemlikten bir kalem çıkardı ve çekinerek garip yaratığa uzattı. “Yaz… Söylemek istediklerini yazabilir misin?”
Tüykanat, kalemi kaptığı gibi masanın üzerindeki notluğa sarıldı. Luna dikkati elden bırakmadan yavaşça Tüykanat’a yaklaştı. Onun yazdıklarını güçlükle okuyabiliyordu. Çünkü kelimeler neredeyse daha yazılırken siliniveriyordu. Okuyabildiği şuydu: “Sözcükler, birileri sözcükleri çalmış.” Luna afallamıştı. “Sen kimsin? Ben ne yapabilirim?” Sorusunu yanıtlamasını beklerken karşısındaki esrarengiz yaratık yok oluverdi. Luna, kan ter içinde uyandı. “Ne garip bir rüyaydı!” diye mırıldandı. O, kanepede uyurken Tuna ve Çınar biraz ders çalışmışlardı. Çünkü şimdilik Çınar’ın gözleyip de üzerine konuşacağı bir konu kalmamıştı. Az sonra kardeşi yine pat diye daldı odaya. “Biliyor musunuz karşıya kim taşınmış?” “Hı hı, bir uzaylı taşınmış,” dedi Tuna. “Sensin o! Luna Tulgar Mavi taşınmış.” Çınar, heyecanlanmıştı. “Biliyordum işte! Biliyordum!” Pınar şaşkındı: “Sen, Luna Tulgar Mavi’yi tanıyor musun?” “Yoo,” dedi Çınar gayet doğal biçimde. “Ama ismi bu kadar ilginç biri, bakkal ya da kasap olamaz. Tam dedektif ismi…”
“Off! Bazen seninle ikiz olduğumuza inanamıyorum. Bu kadar çok bilgisayar oyunu oynayıp dizi izleyeceğine azıcık kitap okusaydın böyle saçmalamazdın. Yeni komşumuz, bir yazar.” Çınar, elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi kalakalmıştı. “Luna Hanım’la annem öğlen markette tanışmışlar,” dedi Pınar, kardeşinin canını sıkmış olmaktan memnun biçimde. Çınar kaşlarını çattı. “Tamam, hadi çık odamdan! Bir daha da öyle dalma. Yoksa anneme söylerim seni. Anneee!” “Gıcık, ne olacak!” dedi Pınar, odayı terk ederken. Tuna, kankasının hayal kırıklığını yüreğinde hissetti. “Asmasana suratını ortak. Baksana elimizde çözecek yepyeni bir şey var.”