“Bir zamanlar toprak, su ve güneş ışığından ibarettim. Annem onları yavaş yavaş içine çekiyor, dallarının uçlarına kadar taşıyordu. Sonra annem tomurcuklandı, çiçek açtı ve sonunda ben şekillenmeye başladım. Çekirdeğim, etim ve derim oluşsun diye, annemin gövdesinden azar azar emdiğim canımın parçalarını güneş ışığıyla karıştırdım. En nihayetinde olgun, sulu bir şeftali oldum. Şimdi Pulat ve Sahibali beni yiyecek ve kısa bir süre sonra onların etlerinin, kemiklerinin ve saçlarının bir parçası olacağım.” Şeftali, yeni yaşamlara gebeydi. Daha şimdiden bir ağaç olmanın, birbirinden güzel meyveler vermenin hayalini kuruyordu… Onun şeftalilerini yemeye ise sadece bu iki köylü çocuğun, Pulat ile Sahibali’nin hakkı vardı… Bir Şeftali Bin Şeftali Üzerine Düşündüren Sorularla!
Küçük, yoksul bir köyün kenarında, çeşit çeşit meyve ağaçlarıyla dolu sulak bir bağ vardı. Bu bağ çok büyüktü, ağaçlar da çok sıktı. Öyle ki bağın bir ucundan bakınca diğer ucu görünmezdi. Köyün ağası, yıllar evvel topraklarının çoğunu küçük parçalara bölüp köylülere satmış ama bu bağı kendisine saklamıştı. Ağanın köylülere sattığı topraklar hem çorak hem de engebeliydi; üstelik köylülerin topraklarını sulayabilecekleri bir su kaynağı da yoktu. Vadinin ortasındaki tek düz arazi ağanın bağıydı; diğer çorak toprakları, tepeleri ve yokuşları köylüler satın almış, buralara arpa ve buğday ekmişlerdi.
Her neyse, bırakalım şimdi bunları bir kenara; çünkü belki de bunların hikâyemizle pek bir ilgisi yoktur… İşte bu bağda iki şeftali ağacı vardı; bu ağaçlardan biri diğerinden daha küçük, daha gençti. Bu iki ağacın yaprakları ve çiçekleri tıpatıp aynıydı; bu yüzden onları gören herkes ikisinin de aynı türden olduğunu ilk bakışta anlardı. Büyük olan ağaç aşılıydı. Her yıl, insanın avucuyla kavrayamayacağı kadar kocaman, lezzetli, kıpkırmızı şeftaliler verirdi.
Öyle ki insan bunları yemeye kıyamazdı. Bahçıvanın dediğine göre, bu büyük ağacı yabancı bir uzman kendi ülkesinden getirdiği sürgünle aşılamıştı. Bu kadar masraf edilen bir ağacın meyvesinin ne kadar değerli olduğunu varın, siz düşünün. Her iki ağacın gövdesine de kem gözlerden sakınmak için nazar duası asılmıştı. Küçük şeftali ağacı ise her yıl binlerce çiçek açmasına rağmen bir tane bile meyve vermezdi. Ya çiçekleri solar ya da şeftalileri daha olgunlaşmadan kuruyup dökülürdü. Bahçıvan, onun için elinden geleni yaptı ama küçük ağaç bana mısın demedi.
Her yıl yeni yeni dalları, yaprakları oldu ama bir kez olsun şeftali vermedi. Bahçıvan küçük ağacı da aşılamaya karar verdi, nitekim aşıladı da ama yine değişen bir şey olmadı. Anlaşılan bu iş inada binmişti! Bahçıvan bıkmış usanmıştı bu durumdan. Bir oyun oynayıp küçük ağacı korkutmak istedi. Gidip bir testere aldı, karısını da yanına çağırdı, küçük şeftali ağacının önüne geçip testerenin dişlerini bilemeye başladı. Testere iyice bilenmişti ki bahçıvan geri geri gitti, ardından da küçük ağaç artık şeftalilerini dökemesin diye onu kökünden kesip atacakmış gibi ileriye doğru atıldı.
Tam testereyi küçük ağacın gövdesine indirecekti ki karısı onu kolundan yakaladı, “Ölümü gör kesersen,” dedi. “Sana söz veriyorum, küçük şeftali ağacı önümüzdeki yıl güzel, olgun meyveler verecek. Baktık ki yine tembellik ediyor, işte o zaman onu ikimiz birlikte keser, ocağa atarız; varsın yanıp kül olsun.” Ancak gelin görün ki bu tehditler de ağacın aklını başına getirmedi. Şimdi hepiniz küçük şeftali ağacının derdinin ne olduğunu, ne diye şeftalilerini olgunlaştırmadığını merak ediyorsunuzdur. Öyleyse bundan sonrasını kendisinden dinleyelim.
Dinleyin! Kulak verin çünkü küçük şeftali ağacı konuşmak istiyor. Hiç ses çıkarmayın, bakalım küçük şeftali ağacı macerasını nasıl anlatacak: Yüz, yüz elli şeftali bir sepetin içindeydik.
…