Bozkurtların Ölümü | Hüseyin Nihal Atsız


Bozkurtların Ölümü, Türk milletinin ana yurttaki hayat mücadelesinin, kahpelik ve entrikalarla saldıran düşmanlarla boğuşmalarının, “hangi duyguyla sönüp dağılıp küçüldüğümüzün”, ardından Türk düşüncesi yaşasın diye kanımızı nasıl akıttığımızın şanlı bir destanıdır. Bu ulu atalar erdeminin yazılışındaki sürükleyicilik ve tiplerin kuvveti, bütün okuyucuları kendine bağlayacaktır. Bu eser de diğer Türk romanları gibi birçok tabloyla süslenmiştir.

Birinci Bölüm
I
621 YILINDA BİR YAZ GECESİ

Atlılar geniş çayırlara dağılmışlar, dinleniyorlardı. Atından inmemiş olan Yüzbaşı Işbara Alp buyruklar veriyor, atını öteye beriye sürüyordu. Gece basıp ortalık iyice kararınca o da atından indi. Çerilerin yaktıkları ateşe doğru yürüdü. At uşağı Çalık onun atını almış, gezdiriyordu. Bu gece yüzbaşının gönlünde bir sıkıntı vardı. Bilmeden iş görüyordu. Ateşe doğru ısınmak için yürümüştü. Ateşe yaklaşınca yaz olduğunu, ısınmak gerekmediğini hatırladı. Çeriler et kızartıyorlardı. Ateşe varınca erlerden birisi yere diz vurarak yüzbaşıya bir çamçak kımız sundu. Işbara Alp kımızı dikti. İsteksizce içti. İkinci bir erin sunduğu et kızartmasını almayarak yanlarından ayrıldı. Biraz ilerideki büyük ağacın dibine geldi. Bir oyuğa oturdu. Baktı, dalakaldı… Türkeli’nin parlak ışıklı ayı dört yanı ışıtıyordu. Çeriler birer ikişer otlara uzanıyorlar, uyuyorlardı. Kimisi atını tımar ediyor, birisi de kızdırdığı demirle kolundaki yarayı dağlıyordu. Onbaşı Yamtar ateşin uzağında oturmuş, hem pusatlarını gözden geçiriyor hem de kızarmış bir et parçasını yiyordu. Savaş günlerinde onbaşı kendisini iyi kullanır, çürük tahtaya basmazdı. Üç günlük yemeği bir günde yer, sonra üç gün ağzına bir lokma koymadan dayanır, gücünü de kaybetmezdi. Savaştan önce de kılıcını biler, oklarının ucunu keskinleştirirdi. Onbaşı kılıcını iyice biledikten sonra bir de denemek istedi. Yerden bir ot kopararak kılıcın keskin kıyısına değdirdi. Ot bu dokunuşla kesilivermişti. Aynı zamanda arkadan bir ses duyuldu: “Kılıcın keskin ama usun1 da keskin mi?”

Yamtar başını çevirmeden cevap verdi: – Sırasında o da keskindir. – Öyleyse bil bakalım, bu gece yüzbaşı neden bunlu?2 Bu sözleri söyleyen kişi yavaşça Onbaşı Yamtar’ın yanına çöktü. Bu, Onbaşı Pars’tı. – İki gün önce Çuluk Kağan’ın önünde yapılan kılıç oyunlarında Yüzbaşı Işbara Alp yenildi. Onun için sıkıntılı duruyor. – Yüzbaşı kime yenildi? – Tunga Tegin’e. – Yüzbaşı bunun için neden üzülsün? Tunga Tegin’i kılıçta kimse yenemez ki yüzbaşı yensin. Hem yüzbaşı yenilse de gene bahadırlıkta Tunga Tegin’e denk sayılır. Kılıç oyununda Tunga Tegin, Işbara Alp’ı yendiyse at yarışında, ok atmada da Işbara Alp, Tunga Tegin’e üstün geldi. – Peki öyle ise neden sıkılıyor? Onbaşı Pars birkaç yudum kımız içtikten sonra cevap verdi: – Binbaşı olacaktı, olamadı. Yamtar biraz düşündü. Bu sebep onu kandıramamıştı. – Işbara Alp, binbaşı olmadım diye bunalacak kişilerden değildir, dedi. – Ben de binbaşı olmadığı için sıkılıyor demiyorum. – Ya ne diyorsun? – Işbara Alp binbaşı olamadı. Buna da İçing Katun sebep oldu. Yüzbaşı buna kızıyor, diyorum. – Yüzbaşı buna nasıl kızar? İçing Katun, Çuluk Kağan’ın evdeşidir.3 – Evdeşidir ama Çinlidir. İki onbaşı uzun zaman sustular. Dalmış gibi idiler. Onbaşı Pars söze başladı: – Gözümle gördüm: Kağan’ın otağı yanında yüzbaşı, Katun’u selamlamadı. Görmemiş gibi yaptı.

– Doğrusunu istersen yüzbaşı haklıdır. Katun neyse ama, bizim elimizde tutsak olan Çinliler de artık işlere karışmaya başladılar. – Işbara Alp da bunun için Çinlilerden tiksinir. Katun’u selamlamadığı için binbaşı olamadı. Öfkeden uykusu kaçmıştır. – Bizim Çuluk Kağan bahadır, iyi kağandır ama şu Çinli kadını almasaydı daha iyi olurdu. – Bu Çinli kadın bizim başımıza kötü işler açacak diye korkuyorum. – Çin’de eskiden Sui Kağan ailesi vardı. Şimdi Tang Kağan ailesi çıktı. Bu kadın eski ailedendir. Çin’de gene kendi ailesinin başa geçmesi için Çuluk Kağan’ı kışkırtıyor diyorlar. – Kışkırtırsa ne çıkar? Bizce hepsi bir değil mi? – Orasını yüzbaşı bilir. Bana kalırsa susup uyumak daha iyi. Sıkıntılı nesneler konuşup boşboğazlık etmekten terlemiş, sırılsıklam olmuşum. Işbara Alp, karşı yatan kara dağlara bakarken, yarın o dağın ardında toplanıp Çin’e akın edecek orduyu düşünüyor, akın olduğu hâlde neden içinin sıkıldığını anlayamıyordu. Koca çayırlıkta çıt kalmamıştı. Rüzgâr üflemiyordu bile… Işbara Alp büsbütün sıkıldı. Börkünü başından, sadağını sırtından çıkardı. Genişlemek, sıkıntısını gidermek istedi. Boşuna… Dönüp ardına baktı. Bütün atlar başları yukarıda, kulakları dikilmiş duruyordu. Yüzbaşı: “Sıkılan yalnız ben değilmişim” diye mırıldandı. Uyuyan çerilerin arasını gezmek için börkünü giyip sadağını takındı. Şaşılacak şey! Uyumuş, dalmış gibi gözüken, çıt çıkarmayan bu çerilerin hepsi uyanıktı. Yattıkları yerde yıldızları, ayı seyrediyorlar, çevreleriyle terlerini siliyorlardı. Geceleyin böyle bir sıcak şimdiye dek görülmemişti. Yüzbaşı yeniden eski yerine geldi. Gökyüzüne baktı. Gözleri gökte dikili kaldı. Batı yanından kara bir bulut hızla geliyordu. Bu bulut bir Çin atlısına benziyordu. Yeryüzünde bir ot bile kıpırdamazken gökyüzünde bulutun bu kadar hızlı dolaşmasını yüzbaşı iyi bulmadı… Kendi kendine, bir uğursuzluk olacak diye düşündü. Tam o sırada yanından yıldırım gibi bir şeyin fırladığını gördü. Bu bir hayvan, belki de bir tilki idi. Nereden çıkıp nereye gittiği belli değildi. Canı sıkılan yüzbaşı tilkiye benzeyen bu hayvanı da görünce birdenbire sadağa el attı. Yıldırım hızı ile yayına bir ok yerleştirdi. Düz çayırlıkta kaçan hayvanı gezleyip4 oku fırlattı. Yüzbaşının oku boşa gitmişti. Işbara Alp otuz beş yıllık ömründe ilk defa attığını vuramamıştı. Birdenbire yüzünde bir soğukluk duydu. Sonra hızla geriye dönerek bağırdı: – Çalık! Sert bir ses cevap verdi: – Buyur! – Toplan borusu çal! Fakat Çalık daha boruyu dudaklarına götürmeden ışıklı gece birdenbire karardı. Ay görünmez oldu. Bir boradır koptu. Yıldırımlar ortalığı inletmeye, yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başladı. Çalık’ın keskin borusu öterken çeriler yıldırım hızı ile fırlayarak atlarına koştular. Yüzbaşı bir sıçrayışta atına atladı. “Ardımdan gelin. Tez davranın!” diye haykırdı. Korkunç yıldırımlar sağdan, soldan çatlarken; dolu, yüzlerini acıtırken yüz atlı karşıki dağa doğru doludizgin at sürdüler. Yüzbaşı karşı yatan kara dağın eteklerindeki sığınaklara erişmek istiyor, atlılar ardı sıra yarışıyordu. Fakat bu yarışma uzun sürmedi. Rüzgâr kendilerine doğru yaman bir uğultu ile esiyor, atların ve erlerin soluğunu tıkıyordu. Yüzbaşı durmadan olduğu yerde atını şahlandırarak yüz geri etti: – Geri dön! Dörtnala! diye bağırdı. Atlar kamçılandı. Atlılar şimdi öncekinin tam aksine koşuyorlardı. Fakat rüzgâr karmakarışık esiyor, gidilecek yolu şaşırtıyordu. Atlar kesiliyordu. İliklerine kadar ıslanmışlardı. O güzel çayırlık batak olmuş, atların yolunu kesiyordu. Şimdi yarım günde geldikleri yere doğru kaçıyorlardı. Dayanıklı atları ile oraya pek çabuk varabilirlerdi. Fakat rüzgâr onları yoruyor, karanlık ve yağmur, yollarını şaşırtıyordu. Böylece bir zaman koştular. Yağmur kuduruyor, rüzgâr deliriyordu. Artık atlar da, erlere kulak asmaz olmuştu. Bir aralık yolları bir inişe geldi. Karanlıkta bu inişe saldırdılar. Burası ağaçlık bir yerdi. Buraya gelmek onlar için çok kötü oldu. Yağmurlar bu inişte sert akan bir dere yapmışlardı. Yıldırımlar ise ağaçlığı kavuruyordu. Korkunç takırtılarla düşen iki yıldırım bütün atları çileden çıkardı. Kişneyerek dereye atıldılar. Çalık’ı üzerinden atan at deli gibi boşluğa doğru koşarken üzerine düşen bir yıldırımla yanıverdi. Çalık talihli çıkmıştı. Birkaç atlı dereye kapılmışlar, bağırıyorlardı. Kimse kimseye yardım edecek durumda değildi. Atından düşmemiş bir Işbara Alp kalmıştı. Atsız kalan erler ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Kimi atını tutmaya savaşıyor, kimi sığınacak bir yer bulmaya çabalıyordu. Bir onbaşı kılıcını çekmiş, kendi buyruğundaki erleri bir düzene koymaya çalışıyordu. Yıldırımlar sıklaşmıştı. Yüzbaşı bir an durdu: “Türk Tanrısı bizden yüz mü çevirdi?” diye düşündü. Sonra sert, gür sesiyle şöyle haykırdı: – Hepiniz buraya gelin, yanımda toplanın! Erler bu buyruğa baş eğerek toplandılar. Işbara Alp bağırdı: – Tanrı ya bizden yüz çevirdi, yahut kılıçlarımızı keskinleştirmek istiyor. Tez olun. Kılıçlarınızı çıkarıp şuraya yığın! Ortalığı bir an, bir kılıç şakırtısı bürüdü. Çeriler kılıçlarını üst üste yerdeki tümseğe fırlattılar. Yüzbaşı da en üste kendi kılıcını attıktan sonra “Ardımdan gelin!” diye bağırdı. Çerileri biraz ileride, ağaçlıktan uzaktaki kayaların yanına getirdi. Artık geri dönmenin de imkânı kalmamıştı. Sular yukarıdan aşağıdaki dereye karışıyor, dere de boyuna kabarıyordu. Işbara Alp bağırdı: – Kayalara sıkı yapışın. Dayanan kurtulur. Gücü kalmayanı sular alıp götürür! Çeriler dizlerini aşan suyun içinde kayaların çıkıntılı, sivri yerlerine tutundular. Sular yükseliyor, yıldırımlar biraz ilerideki kılıç yığınının üstüne düşüyordu. Onbaşı Yamtar, bulunduğu kayanın yukarıya doğru sivri ve irice olduğunu görünce tek eliyle hemen kemerini çıkardı. Yanındaki iki çeriye buyurdu: – Daha bütün gücümüz tükenmemiştir. Beni sıkı tutup şu kayışı kayanın sivriliğine bağlamama yardım ederseniz üçümüz de kurtuluruz. Daha birkaç kişi de kurtulur. Sıkı tutunmazsanız üçümüz birden sulara kapılır, gideriz. Haydi bakalım sen suya sırtını verip yaslan, bizi koru. Sen de beni tut, sulara kapılmadan şu kayışı düğümleyeyim! Onbaşı Yamtar, kemerini ortasından iyice düğümledi. Sarkan iki ucunu aşağıya uzattı. Bu uçlardan birini kendisi tuttu. Birine de çerilerden biri yapıştı. Öteki çeri onbaşıya asılmıştı. Su bellerine yaklaşıyordu. Artık yıldırımlara aldıran yoktu. Güçleri kesiliyordu. Soluyorlar, ellerini kayalara sıkıca kenetleyerek sulara kapılmamaya uğraşıyorlardı. Işbara Alp hâlâ atının üstünde idi. Yayının kirişini kayanın sivriliğine takmış, demirini de eliyle tutuyor, böylece sulara karşı kendini de, atını da koruyordu. Onbaşı Yamtar şimdi kayaya ilmiklediği kemerine daha sıkı sarılmaya mecburdu. Çünkü artık onbaşıya asılan çeri tek değildi. Bunlar birbirine sarılarak uzayan belki yirmi kişi olmuşlardı… Fakat Yamtar itiraz etmiyor, irkilmiyor, yalnız kemere daha sıkı tutunmaya uğraşıyordu. Bu ara yıldırımdan daha keskin, gök gürültüsünden daha güçlü bir ses yükseldi. – Kurt Kaya, elini çöz!.. Ve ondan sonra ortalığı gene yıldırımların sesi bürüdü. Işbara Alp tam zamanında gürlemişti. Herkesten daha yukarı bir yere tutunan yüzbaşı çakınların5 zaman zaman ışımaları arasında Yamtar’ın bütün yaptıklarını görmüş, sonra da birbirine tutunarak uzayan bu insan zincirini hiç seslenmeden gözleriyle kovalamıştı. Gönlü daima Tanrı’nın kendilerinden niçin yüz çevirdiğini aramakla uğraşıyordu. İşte durmadan Çin’e akıyorlar, yağıdan bir an uzak kalmıyorlar, kılıçlarının kında uyuduğu, yaylarının gerilmediği, okların sadaklarından çıkmadığı bir tek gün geçirmiyorlardı. Fakat Tanrı gene niçin kızmıştı? Yüzbaşı bir yandan bunu düşünüyor, bir yandan da Yamtar’ı gözlüyordu. Birden parlayan bir çakının kısa ışığında sivri kayanın bir alay çeriye güç dayanan eski kayışı her an artan bir çabuklukla kemirip eğelediğini gördü. Ne yapacağını gene bir çakın hızıyla kararlaştırdı ve haykırdı: “Kurt Kaya elini çöz!..” Kurt Kaya, Yamtar’ın ardına yapışan erlerin arkadan onuncusuydu. Yüzbaşının buyruğunu alınca bir an tereddüt etmedi ve kara, azgın sular bu on eri bir anda yuttu. Yüzbaşının ikinci defa gürleyen sesi Yamtar’a da tehlikeyi bildirdi: – Yamtar; sıkı dur kayış kopacak… Genç onbaşı bir davrandı. Kendini, arkasındaki bütün ağırlığına rağmen insan gücünün son gayretiyle ileriye almayı başardı. Diğer eliyle de kayanın bir çıkıntısını yakaladı. Şimdi daha çok emniyette idiler. Yukarıdan aşağı akan sular hızını saklamakla beraber yağmur dinmiş, rüzgâr kesilmişti. Her biri, bir yere ilişen çeriler birer birer toplanmaya başlamışlardı. Üzerlerine yapışan sırsıklam giyimleri altında şimdi her biri biraz daha uzun görünüyordu. Işıyan günün altında yüzbaşının buyruklarını yapmak için öteye beriye koşuyor, yardım gereken arkadaşlarına el uzatıyorlardı. Kargaşalık daha bir müddet sürdü. Gün yerden bir ok boyu yükseldiği zaman her şeyi düzelmiş, yerli yerine gelmiş buldu. Yüzbaşı Işbara Alp işlerin yoluna girdiğini görünce çerilerine bağırdı: – Haydi, kılıç yığınına varın. Herkes kendi kılıcını bulsun! Çeriler davrandılar, yıldırım, kılıçların bazılarını parçalamış, dağıtmıştı. Işbara Alp’ın kılıcı en üstte, eskisinden daha parlak, daha keskin duruyordu. Atlarını yitirmiş olanlar arıyorlar, hayvanları adlarıyla, ıslıklarla çağırıyorlardı. Uzaktan kişnemeler işitiliyor, ölmeyen atlar birer ikişer ortaya çıkıyorlardı. Bazılarının atları dönmüyor, bazen gelen atların da atlıları artık yaşamıyordu, Işbara Alp kılıcına bakıyor, yıldırımlarla eskisinden daha çok keskinleşen kılıcını Tanrı’nın kendisini yarlıgaması diye alıyordu. Fakat bu fırtına, bu dolu? Bu sular, bu ölen çeriler?.. Tanrı hem yarlıgıyor hem de kızıyor muydu?

….

Benzer İçerikler

Seni Kaybettim – Nicole Williams Online Kitap Oku

yakutlu

Gençlik Güzel Şey | Ekin Kadir Selçuk

yakutlu

Peygamberden Sonra – Lesley Hazleton – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy