Bu Tez Nasıl Bitecek? | Eyüp Aygün Tayşir


“Bu tez nasıl bitecek?” sorusu yüksek lisans ve doktora yapan öğrencilerin birbirlerine ve kendilerine sıklıkla sorduğu bir sorudur. Bazen yakınmayla, bazen yılgınlık ve bıkkınlıkla, bazen de hakikaten tıkanma ve çaresizlikle sorulur. Danışmanla yapılan görüşmeler, tez yazan arkadaşlarla fikir teatileri, lisansüstü öğrencileri için oluşturulmuş özel toplantılar da zaman zaman bu soruya yanıt vermeye yardımcı olmaz.

Bu Tez Nasıl Bitecek? Lisansüstü Öğrencileri İçin Araştırma Kılavuzu, bu sorunun önüne geçmeyi değil, nedenlerini tespit edebilmeyi öneriyor. Hazır yanıtlar sunan bir reçete vermektense, soruları ve yanıtları zenginleştiren bir yol arkadaşlığı vaat ediyor. Lisansüstü öğrencilerinin elinin altında bulunması gereken değerli bir tartışma kılavuzu…

“Bu kitap nihayetinde, kendisi de hâlâ öğrenmek için çabalayıp duran birinin iyi niyetli bir çabasından fazlası değildir. İyi örnekleri okumak ve benzetmeye çalışarak ilerlemek bizi zaman içerisinde ilminde ve sanatında önceki haline nazaran daha ‘usta’ insanlara dönüştürecektir. Ve bu sonu olmayan bir süreçtir.”

GİRİŞ

İçimizden, mesela öfkeli, kin dolu bir duygu geçtiği an uzakta denize bir yıldırımın düştüğünü görürsek, öfkemizle yıldırım arasında bir ilişki kurarız. Elektrikler kesildiği vakit, karanlık odada tavana bakıp hayallere dalmışken, birden lambalar yanınca, o sırada aklımızdan geçen şey ile ışık arasında aklımız hayal gücümüz? birilişki kurar. Ünlü köşe yazarı Celal Salik, yazları çift film seyrettiği sinemalarda, ne zaman bir huzursuzluğa kapılsa hemen filmin koptuğunu yazmıştı.
– ORHAN PAMUK, Masumiyet Müzesi afişi

İnsan, yaşamı boyunca sürekli çıkarımlar yapar, yargılarda bulunur, tespit eder, genellemelere gider, hüküm verir, indirger… Tüm bunlar, deneyim aracılığıyla varılmış sonuçlar olabilecekleri gibi, deneyimden bağımsız, sosyalizasyon aracılığıyla kazanılmış inançlar da olabilirler. Öte yandan, tüm bu çıkarımların, daha genel bir ifadeyle bu “inanışların”, deneyim sonucu mu yoksa sosyalizasyon sonucu mu öğrenildikleri ile doğru ya da yanlış olmaları arasında bir nedensellik ilişkisi yoktur.İnsanlar olarak, doğada var olduğumuz ilk anlardan beri çevremizde ve kendimizde gözlemlediğimiz her şeye bir açıklama getirebilme gayreti içindeyiz. İnsanlık olarak doğada bugün ulaştığımız konuma iyisiyle kötüsüyle ulaşmamızı mümkün kılan da bu merak ve çabamızdır. Öte yandan bu davranışımız, yani her şeye bir açıklama getirme gayretimiz, bizi çoğu zaman bilimsel açıdan hiçbir gerçekliği olmayan, hatalı çıkarımlara da ulaştırabilir.

Dolayısıyla, olguları bir neden-sonuç mantığı içerisinde açıklamak istediğimizde izlememiz gereken bir bilimsel yöntem olduğunu aklımızda tutmamız gerekir. Biz farkına varsak da varmasak da, diğer bir deyişle, bunu ister bilinçli bir eylem olarak gerçekleştirelim ister üzerinde düşünmeden ya da bir refleks gibi, vardığımız hemen tüm yargıların içinde bir nedensellik (neden-sonuç) ilişkisi mevcuttur. Örneğin, toplum tarafından iyi ya da doğru olduğu düşünülen davranışları sergileyenlerin yüzünün de güzelleştiğini iddia ederiz; “Ruhunun güzelliği yüzüne vurmuş,” deriz.

Burada aslında, farkında olarak veya olmayarak, ruh güzelliği olarak tanımladığımız olgunun fiziksel güzelliği artırdığı iddiasını dile getiririz. Kimi zaman, spor yapmanın zayıflamamıza yardımcı olmadığı kanısına varırız; “Her gün spor yapıyorum, kilom aynı,” deriz. “İyilik yaramadı,” ya da “rahat battı,” dediğimiz de olur. Sevgilimiz, eşimiz bizi terk etmiştir ve biz bunu hak edecek hiçbir şey yapmadığımızı düşündüğümüze göre bizi terk edene rahat batmıştır, o kötü bir insandır… Yani, komik ve kaba bir tabirle, “rahat batmasının” terk edilmeye neden olduğunu dile getirir ya da bu ikisi arasında bir ilişki olduğunu ima ederiz. Kimi zaman, doğal afetleri başımıza gelen bir ilahi ceza olarak nitelendiririz. İnsanlık yoldan çıkmıştır ve ilahi güçler bizi afetler aracılığıyla cezalandırarak uyarmıştır… Bize kötülük ettiğini düşündüğümüz birinin başına bir fenalık geldiğinde iseilahi adalet tarafından kollandığımız inancı belirebilir zihnimizde.

Küçük çocukların aşırı hareketliliği ve zaman zaman da iştahsızlıkları ile şeker yemeleri arasında bir ilişki olduğu kanısı yaygındır. Yakından televizyon izlemenin gözleri bozduğunu ebeveynlerimizden hepimiz işitmişizdir. Şarkılar, şiirler de kimi zaman açık ya da örtülü bir şekilde nedenselliğe dayalı yargıları, kavramlar arası ilişkileri yansıtır: “Gençken güzel olan kızlar, hep çok çirkin yaşlanmıştır…” ya da “Beni biraz anlasaydın, darılmazdık…” Özetle, epigrafa dönmek gerekirse, hepimizin içinde birer Celal Salik yaşar. “Cehalet mutluluktur!” deriz ya da denildiğini duyarız. Edgar Allan Poe, “İnanan mutludur, şüphe eden bilgedir!” der. Tüm bu yargıları, bilimsellik iddiası taşımayan anlatılar içinde, örneğin edebî bir metinde bir karakterin ağzından duyduğumuzda pek sorun yoktur çünkü o karakter, anlatı içindeki rolüne uygun olarak çalar, adalet dağıtır, ölür, sarhoş olur, indirger ve elbette, eğer gerekliyse, geneller. Ancak kurmacanın bizlere sunduğu bu görece özgürlük, bilim söz konusu olduğunda yerini farklı bir yaklaşıma bırakmak durumundadır. Bilim, duyulduğunda kulağa hoş gelen, kişiyi felsefi tartışmalara, etik meseleleri düşünmeye sevk eden soruları elbette konu edinebilir; kimin mutlu olduğunu, hangi koşullar altında mutlu olunduğunu araştırabilir, araştırıyor da.

Ancak, bunu yaparken bir roman kahramanı gibi ahkâm kesemez; katı bir disiplin izleyerek yargıda bulunur. Bu noktada bir konuyu hemen açıklamak ve sonra bu açıklamaya bir daha değinmemek faydalı olacaktır. İster bizlerin kişisel yargısı, ister başkalarınca dile getirilip bize duyurulmuş yargılar olsun, neden-sonuç ilişkisine dayalı tüm bu inanışlar ve ilişki iddiaları, bilimsel açıdan doğru ya da yanlış olmalarından bağımsız olarak spesifik bir amaca hizmet ediyor olabilirler. Kimi zaman, iddia edilen nedensellik ilişkisi bilimsel açıdan hatalı ya da bilimsel açıdan anlamsız olsa da faydalı olabilir.

Örneğin, kişinin terk edildiğinde kusuru kendisini terk edende bulması daha az acı çekmesine, süreci kolay atlatmasına yardımcı olabilir. Lakin gerçekle yüzleşmemiş olması aynı zamanda kişinin tekrar tekrar terk edilmesine sebep de olabilir. “Geceleri tırnak kesmek uğursuzluktur!” Evet, bu inancın yaygınlaşması mantıklıdır çünkü özellikle elektriğin bu denli kolay ulaşılır olmadığı dönemlerde gece karanlığında, belki bir mum ışığında, kesici bir cismi bedene yaklaştırmak sıklıkla yaralanmalara sebep olmuş olabilir. İlahi adalete inanmanın da kişiyi psikolojik pek çok sorundan alıkoyarak faydalı olması muhtemeldir.

Öte yandan, yine bu inanç, kişiyi hakkını aramamaya yöneltebilir, bir toplumda hukuk normlarının gereğince yerleşmemesine de neden olabilir. Bu bağlamda, bu eser, yanlış ya da sorgulanmamış oldukları halde doğruymuş gibi dile getirilen sözde neden-sonuç ilişkisine dayalı yargıların toplumsal işlevlerini tartışma dışında bırakacak. Benzer şekilde, bilimsel açıdan doğru bir neden-sonuç ilişkisini yansıtan yargı cümlelerinin toplumsal işlevleri de bu eserin tartışma alanının dışındadır. Fakat şunu vurgulamak gerekir: İnsan şüphe etmediğinde ve duyduğu, dinlediği, okuduğu her şeye sorgulamadan inandığında, gündelik yaşantısının bu durumdan olumsuz etkilenmesi olasıdır.

Düzenli olarak düşük yapan bir kadının bu durumu tıbbi olmayan, metafizik bir yanıtla açıklaması, örneğin, öte âlemlerin kötü huylu varlıklarının çocuklarını karnından çaldıklarına inanması, bu kadının psikolojisini oldukça olumsuz bir biçimde etkileyebilir; en azından, çok istediği evlada sahip olma ihtimali olduğu halde onu kucağına alamadan bu dünyadan göçüp gidebilir. Böyle inançları olan insanlar, büyülü gerçekçilik akımını izleyen edebî eserler içinde hoş görünseler de gerçek yaşamda hem kendileri hem çevreleri için bir ıstırap kaynağı olabilirler.

Bir diğer deyişle, bilimsel düşünmek yaşam kalitemizi artırabilir; başımıza gelen ve rahatça isim versek de anlam vermekte kimi zaman güçlük çektiğimiz olayların (örneğin, aldatılmak, stres, mutluluk, işten ayrılma, nankörlük, göç, kilo almak ve benzerleri) kuramsal (theoretical) açıklamaları olduğunu fark etmemize imkân verebilir. Böylece, eğer varsa, sorunun nerede ya da kimde olduğunu da objektif bir şekilde tespit edebiliriz.

Bilimsel düşünme, diğer pek çok faydasına ek olarak, yalnız olmadığımızı, kötü şeylerin sadece bizim başımıza gelmediğini anlamamızı sağlayabilir. Bilim kusursuz değildir. Bilimsel bir araştırma sonucunda bulunulan yargılar, yanlış ya da kasıtlı olarak saptırılmış olabilir. Okuduğumuz bir gazete haberi, bir makale bizi belirli bir satın alma davranışına yönlendirmek için ya da belirli bir ideolojiyi sevdirmek amacıyla kaleme alınmış, yani görünürde bilimsel olabilir. İçinde sayılar vardır, üstünde bilim insanlarının adları yazılıdır, belki İsviçreli bilim insanlarıdır bunlar… Bilim tarihi şarlatanlık hikâyeleri ile doludur ve bu şarlatanlıklarla kişisel kazancını artıran pek çok bilim insanı olduğunu biliyoruz.

1960’lı yıllarda şeker tüketiminin halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini örtbas etmek ve suçu yağ tüketimine yüklemek için şeker endüstrisini temsil eden organizasyonun bazı Harvard Üniversitesi profesörlerine ödeme yaptığı bilinir. Basit bir internet taraması, bahsettiğim bu konu ile ilgili onlarca makale ve haberi önünüze getirir.1 Günümüzde, özellikle araştırma laboratuvarlarının özel sektörden aldığı maddi destekler düşünüldüğünde, araştırma kurumları, bilim insanları ve özel sektör arasındaki bağımlılığın bu gibi görünürde bilimsel çıktılarla hâlâ karşılaşmamızda etkili olduğu ifade edilebilir ya da kimi zaman ideolojik gerekçeler, inanışlar ve bir inancı kanıtlama arzusu bilimsel açıdan etik olmayan davranışlara yönelmeye, araştırma sürecinin çeşitli aşamalarında kasıtlı olarak manipülasyonlara başvurmaya neden olur.

Bu bağlamda, fizik antropolojinin tüm dünyada yaygın olarak benimsendiği yıllarda yapılmış bazı araştırmalarda, belirli bir ırkın deri renginin, kafatası biçiminin diğer ırklara üstünlüğü dile getirmeye araç edilmiş olması bu duruma bir örnektir. Zamanında son derece “bilimsel” oldukları iddia edilen bu araştırmalar bugün ırkçı, kafatasçı olarak nitelendirilir.2 Öte yandan, bunları bilebilmemizi, yani bunların sözde ya da görünürde bilimsel olduklarını anlamamızı olanaklı kılanın yine bilimin bizzat kendisi olduğu hiçbir koşulda unutulmamalıdır.

Ayrıca, kimi zaman, bilim insanları da yanılabilir. Bir zamanlar her sözüne inanılan bir bilim insanının gün gelip yanıldığı anlaşılabilir. Elbette, bilim tarihi, bir zamanlar şarlatan olduğu iddia edilenlerden farklı bir zamanda özür dilemek zorunda kalındığını da kaydedebilir. Son olarak, her şey bilimsel bir biçimde ilerlediğinde de bilim sonsuz bir güce sahip değildir; gerçeği bilebilmenin sınırları vardır. Bu bağlamda, pozitivist bilime yöneltilen post-modern eleştirilere de bu eser içinde yeri geldiğinde değinilecek, onlar da tartışmaya konu edilecektir. Doğa bilimleri bile her zaman “kesin” olarak bilemez, kesin açıklamalar getiremez. Olgulara ilişkin açıklamalarımız, dile getirdiğimiz nedensellik ilişkileri her zaman eksiktir. Bununla birlikte, bugün daha konforlu bir yaşam sürmemizi olanaklı kılan her türlü bilgiyi bilimsel açıklamalara borçluyuz.

Benzer İçerikler

Gözyaşı Konağı – Şebnem İşigüzel Online Kitap Oku

yakutlu

Fener Balığı | Nuray Atacık

yakutlu

Şehristan Rivayetleri | Serhat Poyraz

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy