Bukre (Bazı Aşklar Aşka İhanettir) | Kahraman Tazeoğlu


Güzellik, bakmayı bilen gözdedir sevgilim. Artık kendime layık olanı seçebiliyorum sayende. Bir insanın gözlerine bakıp, kalbini görebiliyorum her seferinde. Eskisi gibi değilim. Neden mi senden çok daha öndeyim? Herkesin dünyası kendi gördüğü kadardır sevgilim. Sen önüne bakarken, ben uzakları ezberledim. Sen olup bitenlerle ilgilenirken, ben olmayanın izindeydim.

Çivi çiviyi sökermiş, yalnızlığı kanatan hüzünlü şarkılar, yalnızlığa iyi gelirmiş. İşte ben bu şekilde hayata karşı direndim. Keşke bana akıl vereceğine, aklımı alacak kadar beni sevseydin. Ben, bir çocukluk edip büyüdüm işte! Sen büyümüşsün ama doğmamışsın bile. Ben, senin doğrundum sevgili. Ötekiler gelip geçerdi. Sen doğru olanı değil, geçerli olanı seçtin. Terk etmek kazanan olmaya yeter zannettin.

Bana, bir veba busesi bırakıp gittin; bak şimdi yerini başkaları aldı. Bu aşkın vebası sende, busesi bende kaldı. Seçtiğin yolda sana mutluluklar diliyorum. Unutmak alışmaktır. Unutursun demiyorum… Ama alışacaksın biliyorum.

 

***

 

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ………………………………………………………………..9
BUKRE………………………………………………………………..11
VEBA BUSESİ……………………………………………………..177
MERHABA EVLAT………………………………………………181
AŞAĞI MAHALLENİN HAYLAZ ÇOCUĞU……….187
MÜSAİT BİR AŞKTA GÜLECEK VAR…………………191
YALANCIYA……………………………………………………….197
ÖZLENENE………………………………………………………….203
UNUTULMAYANA…………………………………………….209
KALANA…………………………………………………………….215
GİDENE……………………………………………………………….221
KIYIDA………………………………………………………………..227
CAN YARAM………………………………………………………233
DUYGUSUZLUĞA YENİLEN………………………………243
İNTİKAM…………………………………………………………….249
GİTMEK………………………………………………………………255
UNUTULAN……………………………………………………….263
İÇİNDEN……………………………………………………………..269
FAZIL…………………………………………………………………..275

ÖNSÖZ

Yazdıklarımda, çaresizliğinize çareler arıyorsunuz; oysa ben çaresizliğimi yazıyorum, siz onları çare sanıyorsunuz. Aşk bir miras değildir ve kimseden kimseye kalmaz. Hayat verilmemiş bir sözü tutmaktır. Kimi yazar kimi yaşar. Yani demem o ki; öyle bir söz yazarsın ki bütün bir hayatı anlatır, öyle bir hayat yaşatsın ki bütün sözler anlamsız kalır.

BUKRE

(Bir zamanlar benim olan ellerin, şimdi neden ellerin?)

Gizli aldatmalar, sevdiğin insanı ‘üzerine basmadan’ çiğnemektir.

Kaç kez çiğnendiğini hiç bilmiyordu Bukre. Aşkın kü­çük kızıydı o… İstanbul’un dar sokaklarında, az önce öğren­diği acı gerçeğin yıkımıyla yalpa vuruyordu. Yanındakiyle birlikte iki kişilik bir yalnızlıktı artık onlarınki… Ayakları yürüyordu sadece. Kendisi geride kalmıştı çoktan. Akşamdı. Biraz önceki konuşmalar kafasının içinde tekrarlanıp duru­yordu. Sitem dolu nefesiyle, soluğunu tüketircesine haykır­mıştı terk edenine… “En acısı da ne biliyor musun?” demiş­ti. “Aslında sana hiç sahip olamadığımı, seni kaybettiğimde anlamış olmam!”

Hırsı soluğuna eş çıkıyordu göğsünden. Devam etti öf­keyle. “Meğer her şeyimmiş gibi davranan hiçbir şeyimmiş­sin sen! Aslında hiçbir şeyimi kaybettim ben!”

Bir çocuğun tüm dünyaya küsmesine, tek bir oyuncağı­nın kırılması yeter. O küskün çocuklardandı şimdi Bukre; kırılan oyuncağını gözleriyle tamir etmeye çalışan… Bakış­larını bir noktaya sabitlemiş olsa da yanından geçen umarsız insanların farkındaydı. Akşamdı. Belki birazdan bir yağmur başlardı. Hayat devam ediyordu. Hayat her şeyi “devam ederek” bitiriyordu. Bukre, bunu acı bir tecrübeyle, bir kez daha öğreniyordu; ama hiç ezberleyemiyordu…

Kendi durağını şaşırmış bir otobüs gibiydi kalbi. Akşam­ dı. Ve akşam, ağlamak için iyi bir sebepti. Kızıyordu Bukre her şeye, herkese. En çok da kendine… Hayat ne garipti. İnanmadan güldüğümüz bir şaka gibiydi. Bukre, karşılıksız sevmişti ve bunun karşılığı, karşılık alamamak olmuştu. Ama olsundu. O sevilmemeye de razıydı severken… O hep öyle severdi zaten… Tek hazmedemediği, sonraya ertelendiği halde gocunmadan beklerken aldatılmaktı! Alçaklık hiç bu kadar yükselmemişti. Gizlice aldatılmıştı. Aldatmanın aleni olanı mı olurdu sanki? Çiğnenmişti o, üzerine basılmadan…

Sessizliğe gömülmüştü uzun zaman. Elinden gelmeyen di­linden de gelmiyordu. Ve şimdi beklediği onu terk ediyordu. Belki de çoktan gitmişti… Belki de hiç gelmemişti… Ama şimdi o “Gelmeyen” hem suçlu hem yolcuydu. Bir başkasını seçmişti. Özür dilemişti.

“Ben seçilmeyenim! Bunun için benden özür mü dili’ yorsun?” diye haykırmıştı Bukre. Cevap alamamıştı. Sesi kısılmıştı. Kaybedenlerin önce sesi kısılırdı. Bir ayrılık daha büyütüyordu onu. Yaşça küçük olsa da sevdiğinden, aşkı çoktan geçmişti onu. O, küçücük bir devdi. Seçilmeyendi. Bir öykünün sonu zannederken kendini, daha girişinde kandırılandı.

Dünya artık onun için uyandığında başlayan kötü bir rüyaydı. Şimdi ne yapmalıydı? Seçilmemek onu sadece üzmeli miydi yoksa kahrından öldürmeli miydi? İnsan böyle zamanlarda ne hissetmeliydi? Üzgün olmaktan öteydi duy­guları ama ölüme de bir o kadar uzaktı. Eksik, yitik ve sahip­siz gibiydi. Öylece kalakalmıştı bir hiç gibi. Akşamdı. Hü­zünlüydü. Hüznü seviliyor sandığından değil, sevilmediğine yandığındandı…

Oysaki hiçbir günahı yoktu. Aşkın bir bekleme odası vardı. Orada oturup sırasını bekliyordu Bukre. Sevdiği erkeğin ona gelmesini… O erkek, arada bir odanın kapısından bakıyor ve gülümsüyordu. “Biraz daha bekle” demekti bu. “Biraz aşklarım var, bitirip geliyorum” demekti. Ona inanı­yordu Bukre. Daha doğrusu inanmayı tercih ediyordu. Hep öylesini tercih ederdi. Çünkü aşkta kör olanlar, sevgilinin yalancı olduğunu bilmesine rağmen, ona “Kanmayı” değil, “İnanmayı” seçerdi.

Kara talihine yanıyordu. Kendini acıyarak izliyordu. Ve ne çok ağlıyordu içinden “Bu aşka değer” diye… “Olsun… Bazı aşklar gözyaşıyla büyür” diyordu. Suskunlaşıyordu. An­lamaya çalışmıyordu içini. Kalbini aklıyla anlayamazdı ki…

Giden hep kazanıyordu… Ama kalan olmak Bukre’ye hiç yakışmıyordu. Üstüne asıl yakışmayansa, seçilmeyen ol­maktı. Bir ihtimali oynamak ne kadar gurur kırıcıydı. Sev­diği adam, iki kişinin arasında kalmıştı. İki kişinin arasında kalmak, aslında kimsesizliği seçmekti. Ve şimdi sadece özür diliyordu. “Üzülme” diyordu. “Üzülme…”

Nefret dolu gözlerle baktı sevdiği adamın gözlerine. O gözler artık sevdiği adamın gözleri değildi. Bir zamanlar ona söylediği bir cümle geldi aklına. “… Sana geldiğim zaman, gitmek için bir neden bulamıyorum…”

Üzgün ve nefret yüklüydü Bukre. Gözlerindeki öfkeyi saklamadan, “Üzgünüm…” dedi ona. “Ama beni bu hale ge­tirdiğin için değil; seni hak ettiğin hale sokamadığım için!” Fildişinden inşa ettiği aşk şimdi çürümenin tarihini yazan bir ahşaptı. Bukre ağlıyordu. Hiç konuşmadan yürüyorlardı. Akşamdı. Hiçbir şeyin yolunda gitmediği bir yoldaydı. “Bir öykünün sonuymuşum meğer; daha girişinde kandırmışlar beni” diye söylendi kendi kendine ve sustu. Artık sonun so­nuna gelmişti. Yürüdükçe susuyorlardı, sustukça daha ağır yü­rüyorlardı. Sevdiği adam dayanamayıp, “Neden susuyorsun?” diye sordu. Bakışlarını kaldırımdan ayırmadan konuştu Bukre. “Neden mi susuyorum?” dedi ve durdu. Kafasını kaldırdı, sevdiği adamın gözlerine son kez baktı. Geri geri bir iki adım attı ve yaşanan sonun son sorusunu sordu. “Ya anlamazsan?’

Bukre, artık cümleler değil, sessizlikler kuruyordu…

***

Sanki yolları o değil de yollar onu yürüyordu. Nereye git­tiğini bilmiyordu. Bilse ne değişecekti ki? Bunu da atlata­caktı elbet. Ama daha zaman vardı. Zamanı beklemek neyseydi de… Bukre’nin vakti kadar sabrı yoktu. Böyle günler insanın bir dosta en çok ihtiyacı olduğu günlerdi. Ayakları mı, yoksa yol mu? Acaba hangisi bunu biliyordu? Bu soru­nun cevabını bulamadan, kendini Selim’in kapısında buldu. Ah Selim! Bukre’nin yorgun savaşlarının yara sancısı… Se­lim… Bir insanın dost diyebileceği tek isim…

Zile.bastı. Biraz bekledi. Saatin farkında değildi. Tekrar bastı. Önce bir ışığın yandığını sandı. Sonra kapı açıldı. Ama hayır! İşık yanmamıştı. Sadece Selim gülümsemişti o kadar. Selim ışık gibi gülümserdi. Bukre’nin yüzüne baktı. Gülümsemeye devam etti. “Yine mi?” diye sordu.

Bukre’nin kederli yüzü o kederden sıyrılıp gülümsemekle, o kederi taşıyor olmak arasında kaldı. Selim’in nurlu gü­lümsemesine sığıştırarak hüznünü, “Yine” diyebildi sadece. İçlerinden birbirlerine sıkıca sarılmak geçti. Sarıldılar. İçleri içlerine geçti. Sonra içeri geçtiler.

Evde kimse yoktu. “Sizinkiler nerede?” diye sordu Bukre, salona geçerken üzgün sesiyle…

“Teyzemdeler” dedi Selim, Bukre’nin montunu alırken.

Salondaki üç kişilik koltuğa oturdu Bukre. Çocukluğundan beri girip çıktığı bu ev ona yabancı gibiydi sanki. Oy­saki hiç değişmemişti eşyalar. Selim’le saklambaç oynarken altına saklandıkları büyük ve ağır ahşap yemek masası, sırt kısımları uzun altı sandalyesi, masadan aşağı sarkan dan­tel masa örtüsü ve içinde annesinin plastik çiçekleri olan vazo… Hepsi aynı hüzünle duruyordu yerli yerinde. İnşaat ustası bir babanın kazanabildiği parayla aldığı basit eşyalar ve o eşyaları eşya yapan evin bir yerine saklanmış, görün­meyen huzur… Çok parası olmayan insanların az gösterişli yuvası…

Çantasından kâğıt mendilini çıkardı. Burnunu sildi. Vit­rindeki süs bardaklarının arasından aynadaki yüzünü gördü. Ağlamaktan şişen gözleri, kırmızılaşmış bumu ve dağılmış uzun saçlarına rağmen hâlâ çok güzeldi. Koltuğun üstünde duran bir kitabı fark etti. Selim’in okuduğu kitaplardan bi­riydi. Selim, aynı anda üç kitap okuyabiliyordu. Bunu nasıl başardığını hiç anlayamıyordu. Selim, kitap okumak için yaratılmıştı sanki. Kitaba uzandı. Üzerinde, Zamanın Man­zarası yazıyordu. Bir roman olmalıydı bu. Kitabın içindeki ayraç dikkatini çekti. Bir fotoğraf… Merve’nin fotoğrafı… Selim kitap ayracı olarak hep Merve’nin fotoğrafını kulla­nırdı. Merve, Selim’in hiçbir zaman duygularını açamadığı platonik aşkıydı. Selim için kendi hayatı iki bölümden olu­şuyordu. Merve’den öncesi ve Merve’den sonrası… Merve, onu ikiye ayırıyordu sanki. Tıpkı bir ayraç gibi… Merve ona hayatın neresinde kaldığını hatırlatıyordu.

Bukre, bunları düşünürken, elinde iki bardak çay ve ku­rabiye tabağıyla içeri Selim girdi. Tanıdığı en hamarat er­kekti o. Evde hiçbir şey olmasa bile mutlaka bir şeyler bulur buluşturur ikram ederdi misafirlerine. Onları ikramsız gön­dermezdi. İç içe geçebilen, kahverengi zigon sehpalardan en küçük olanını çıkardı ve tepsiyi büyük bir özenle üzerine koydu. “Tam senin istediğin gibi bir çay; açık ve üç şekerli” dedi. Bukre, şefkatle gözlerine baktı dostunun. Selim, ya­nına oturdu. Gözlerini Bukre’den ayırmadan, “Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı” dedi. Bukre şaşırmıştı. “Elin­deki kitapta yazıyordu” dedi Selim. Birden elinde sıkı sıkıya tuttuğu kitabı fark etti Bukre. “Gözlerine bakınca aklıma geldi. Ağlayınca daha da mı güzel oluyorlar ne?” dedi Selim.

Gülümsedi Bukre. “Şımartmaya çalışma beni” dedi. Bi­raz rahatlamış gibiydi. Kısa süreli bir sessizlik yaşadı ve öldü aralarında. Çayına uzandı sonra Bukre. Bir yudum aldı. “İşte çay budur” dedi.

Selim muzipçe, “Sen çayın kendisini değil, cesedini içi­yorsun” dedi. “Yaşayan çay şekersiz ve demli olur.”

Yüzüne alaycı bir ifade takınarak, “Yine konuşma bilmiş bilmiş…” dedi Bukre. Yine sustular sonra.

Sessizliği ilk Selim bozdu. “Dillendirilmeyen hüzün ze­hirler. Anlat bakalım nasıl oldu?”

Çayından bir yudum almaya yeltendi Bukre. Sonra Selim’in biraz önceki yorumu aklına geldi ve vazgeçti. Tek­rar zigon sehpanın üstüne koydu bardağı. Bu sonu ben hiç sevmedim Selim. Oysa ben onu sonum olsun diye seçmemiştim.”

Selim elinde çayıyla gülümsüyordu. “Kasım’ı yaşayamıyorsan, Eylül’de kalmışsın demektir Yavru Kuşum” dedi.

Benzer İçerikler

Sultanı Öldürmek

yakutlu

Evlerden Biri

yakutlu

FIRTINADAN ÖNCE-Jack Higgins

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy