Buzdan Kılıçlar | Latife Tekin


Yoksulların hakikatli düşmanı yazı! Seni pılık pırtık hayatımızın muammasını daha da koyulaştırmak için kullandım. Buzdan Kılıçlar üç kardeşin; Hazmi, Mesut ve Halilhan ile onun en yakın dostu Gogi’nin hikâyesini anlatıyor. Varoşların bu “pılık pırtık adamları”, batık şirketlerini yeniden canlandırmak için didinip dururlar. Ancak Halilhan’ın hem dert ortağı haline gelen hem de gözü gibi baktığı Volvo marka arabası, kardeşler arasında hep sorun olur. Varsılların dünyasının kıyısında, bir gecekondu mahallesinde yaşayan bu karakterler, hayatın karşılarına çıkardığı güçlüklere, hayal kırıklıklarına, dışlanmalara ve küçümsenmelere buzdan kılıçlarla karşı koymaya çalışırlar.

Gelgelelim Volvo’sunun aldığı darbelere bile göğüs geren Halilhan için, en yakın dostu Gogi’nin ondan yüz çevirdiği gerçeğiyle yüzleşmek, hiç de kolay olmayacaktır. İlk kez 1989 yılında yayımlanan Buzdan Kılıçlar için, “Yoksulların, kendilerini küçümseyici bakışlarla süzen insanlara keşfedilmedik bir bilinçle numara yaptıkları düşüncesiyle yazdım,” diyor Latife Tekin. Ve ekliyor: “Yoksullardan yakınanların aklına nedense, yoksulluk içinde yaşayan insanların aklı fikri olabileceği düşüncesi gelmiyor.” Buzdan Kılıçlar, görmezden gelinenlerin dünyasını derin bir duyarlıkla ele alıyor.

Uzaklarda ağlamaktan gözleri jüt olmuş pılık pırtık adamlar, on yedi gün aralıksız yağan karın dindiği sabah, saçaklardan söktükleri ince uzun buzlarla oynayarak camiye doluştular. Şu dünyada kader arsızlarını şaşırtacak ne kaldı ki! Caminin iç avlusundaki kocaman eskimo evini ve yedi cücelerin kardan heykellerini, öyle bir umursamadılar ki, onların gördüklerine ve anlattıklarına inancım ta kökünden sarsılıp devrildi. Ama ne yapayım? Büyücünün boşa üflediği soluklar gibi güven vermiyor da olsalar, yaşadıkları hayat esrarlı ve dev bir mıknatıstan daha çekici. Yoksulların ruhları en iyi birbirleriyle tanışır ve anlaşırlar! Yoksulluk ölüm kadar kesin ve keskin olan tek şeydir ve yoksullar, bu gerçeğin baskısına direnebilmek için, yoksul olmayanların asla öğrenemeyeceği sessiz işaretleri ve gizli dilleriyle yüzyıllardan beri durmamacasına mırıldanıyorlardır.

Ceplerinde yoksulluk bilgisi denen küstah bir kurbağa gezdirmiyor olsalar, hayatın kendilerine verilmediğini bile bile, başkalarının zalim dünyasında, ayakkabılarının uçlarına basarak sürekli bir korkuyla var olmayı göze alabilirler miydi? Nereden bileceksiniz bunu! Karın içinden çıkıp rüzgâr çekirgeleri gibi şehrin üstüne savrulan bu adamlar, oynadıkları oyunlardan artakalan dekorları topladıkları depolardan farksız küçücük evlerinde, eşyalarına nüfuz ede ede yaşıyorlar. Hurdacılık yaptıkları zamandan kalma paslı pirinç karyolalar, tesisatını kurdukları mobilya çarşısından aldıkları metal arkalıklı sahte koltuklar, pazarcılık günlerinin anısı olan makine halıları, yolluklar… “Leri şarupdiende tisika cemi” deriz bizler eşyalarımıza. Yani “Yoksullar ülkesinin sınırlarını gösteren harita.” Karnımızı doyurmak için çırpındığımız her ânı eşyalarımızda dondurup saklamamız boşuna değildir. Soluk alıp verdiğimizi, geçmişte de var olduğumuzu kendimize kanıtlama ihtiyacı içindeyiz. Bedenlerimizi ve ruhlarımızı dünyanızın saldırılarından korumak için kurduğumuz şaşırtıcı, mucizevi savunma sistemimizin kıymetli bir parçasıdır dekorlarımız. Bu kadar sır verdiğim yeter!

Aşk işaretleri

Kılıç artıklarını kara gömen yoksul malgatacılar, camiden sonra sisi aralayıp asfalta çıkmışlardı. Işıklı bir cismin kayan bir yıldız hızıyla kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu gördüler, sisi delip geçen ateşli oklarla vurulup büyülendiler. Kalbinden kıvılcımlar saçan bir kadın (dehşet ânında onu bir gök mahluğuna benzetmişlerdi) önlerinden vın diye geçip gidince, ne yana savrulacaklarını bilemediler.

Cisim değil, alevli meyve denen öldürücü aşkın hayaliydi bu! Halilhan Sunteriler, otomobiliyle jet gibi uçarak takılmış, bu hayali takip ediyordu. Pılık pırtık adamlar hızın sesinden ürküp dağılmışlardı. Otomobilin rüzgârına çarpıp bölündüler. Parça parça üşüyor, tir tir titriyorlardı. Halilhan Sunteriler kalbinden kıvılcımlar saçan kadına yaklaştı. Kalçasının fiyonk kıvrımına dumanlı bir bakış savurdu, debriyaja hafif ayak koydu, direksiyonu kaldırıma kırdı. Kadının alnından kol gibi siyah bir ırmak aktığını görünce hayrete düştü. İki ela kuş kanatlarını çırparak bu ırmakta yıkanıyordu. Ânında freni üfleyip selama durdu.

Kadın zehirli bir çığlık atıp sisin içine kaçtı. Kayıplara karıştı. Aşkın uçan kaçan evliyası (bu, arkadaşı Gogi’nin ona taktığı addı) pılık pırtık adamların yüreklerinden yükselen derin hayranlığı, bir dakika bile geçmemişti ki, boşa çıkardı, yolun kıvrıldığı yerde, dallarında karlarla durup duran ıhlamur ağacına çarptı, korkunç bir gürültüyle asfalta düştü. Sabah sabah aşk peşinde koşarken virajı alamayıp arkasını görmüş, alevli meyveyi sise kaptırıp havayı tersten yutmuştu. Pılık pırtık adamlar tepesine üşüştüğünde hayatının dolambaçlı yollarını hüzünlü farlarıyla ısıtan kırmızı volvosu kaputunu havaya kaldırmış, yaralı bir kuş misali soluyordu.

Halilhan Sunteriler o havalinin yoksulluk duygusunu bir otomobil biçiminde cisimleştirme şansına sahip olmuş ilk yoksuluydu. Bu yüzden (duygusu herkesinkinden farklı bir biçimde görünür hale gelince) eşyalarına nüfuz etmiş canlıların hüküm sürdüğü uzak bir uyduya benzeyen mahallesinde otomobili ve kadınlara dayanamayan yufka karakteri üstüne destansı bir mavra kurulmuştu. Bir ikindi vakti, mutsuz kadınların uğrak yeri saydığı yatırların önünde otomobiliyle pusuya yattığının haberini almışlar, aynı günün gecesinde onu camına vuran garip kuşların dava dosyalarına bakan insan bir avukata benzetip gülüşmeye başlamışlardı. Sabah sisinde aşk peşinde sürat çalışırken kaza yapması söylentilerin daha da alevlenmesine yol açtı.

Otocu çıraklar, mesleği öğrendik ayağına, volvoya derhal bir mazi uydurup ahaliyi kışkırtmışlardı. Halilhan’ın, “Evveliyatında sıfır vaziyette hurdalığa satılmış, kendisi esrarengiz bir arabadır,” diye tanıttığı volvosuna saniyesinde ölümcül hikâyeler yazıldı. Sonsuz bir açlıkla çarpan kalbini ateşli bir şenlikle saran insanlara, “kamyon tekerinden farksız kimseler” diyen Halilhan, umursamaz bakışlar edinip söylentilere karşı küçümser bir hava takındı. Bir otomobili sürmenin uyandırdığı zevki, bir kadını arkadan görüp bir pedal darbesiyle önüne geçmenin vücuda yaydığı heyecanı tahmin edemediklerinden, lafın ardına düşmüş, âciz bir şekilde yuvarlanıyorlardı! Volvo kıyılarındaki evlerini ıslak kibrit kutularına benzetip gizlice sevdiği, her gün derin bir eksiklik duygusuyla seyrettiği şehirden ona bir armağandı. Ayağını azıcık oynatarak muazzam güçlere hükmedebilen, bir direksiyon çevirmesiyle tonlarca ağırlıktaki araçlara yön verebilen tekniğin selamı…

Erişilmez bir dünyanın anılarıyla yüklü kıymetli bir parçayı ele geçirmiş olmanın gururuyla coşup Gogi’nin kulağına bir enerji kütlesinin kendisini güdümlediğini fısıldayan Halilhan, volvonun onları ülke ekonomisine yön veren kişilerle buluşturacağından kuşku duymadığını açıkladı. Parlak gelecek hayallerinin Gogi’yi sarmadığını biliyordu ama bu kişilerle doğru temas kurabilmek için onun tam kapasite çalışan beynine ihtiyacı vardı. Ününü bir başka sahada, hayatı yakın incelemeye alışıyla yapmış olan Gogi’nin çok yıl önce bu türden ruhuyel ve fiziksiyel hırslarla bağı kopmuştu. Gogi (gerçek adı Dursun Ahmet’ti) taze bir incirin içini açıp saatlerce bakmış, binlerce çekirdeğin birbirine değmeden durduğunu görüp bu mimari sırrı çözmeye karar vermiş özel bir insandı.

Eşyanın gölge düşümündeki dördüncü problemi kavramış, beşinci boyut meselesini anlamıştı. Halilhan’ın enerji kütlesi dediği şeyin sırrına erip geçeli sekiz-dokuz yıl olmuştu ve yedi aydır uzaydaki kara deliklerle uğraşıyordu. Bilgisiyle pratiğine yön veren, öğrendiklerini hayatına uygulamaktan kaçınmayan bir kişilik yapısı vardı. Örneğin, üyesi bulunduğu partiden başkanlarının Amerika’yı ziyaret etmesinden sonra soğumuş, onu orada android yapmış olabileceklerini düşünerek istifa etmişti. Halilhan’ın gelecek için çizdiği hayalî projeye ortak olma düşüncesine volvoya binip geldiği günden beri yaşadıklarını “jenerik gibi bir olaydan farksız” gördüğünü söyleyerek uzak durmayı seçti. Gogi’nin fikrince, oturdukları mahalleleri dışlayan şehrin son çemberi elektrik yüklü bir telden farksızdı ve görünmeyen gözetleme kulelerinde bir sürü politika kurdu, Halilhan gibi kimseler ülke ekonomisine yön veren kişilere yaklaşmasın diye nöbet tutuyordu. Dahası, volvonun çemberi yarma planlarına el verir bir hali de yoktu.

Gerçek şuydu ki, kıçı hurdalığa göçüyordu. Burnu çarpılmış, kaportası çökmüş, her yanında pas oyukları açılmıştı. Son kazadan sonra mafsalları berbat durumdaydı. Baskı organları can çekişiyordu. Askı organları ağlamaklıydı. Yaprakları, küpeleri, pimleri, kelebekleri ufkun ölü noktasına doğru yolculuğa çıkmışlardı. Kırmızı bir talihsizlik anıtından farksız karoserini toprağa gömülü evlerin arasında güçbela sürüklüyor, kedi gözlerini kısıp, “Dakor!” diyeceği akşamı bekliyordu. Zavallı volvo! Gogi’nin, “Umudumuz hayatımız kapalı,” lafını çok sevmesine karşın Halilhan Sunteriler imajinasyon gücüyle hayatına iyi bir yön vereceğine inanıyordu. Üç asit tankının sırlanması işinden kazandığı parayla otomobiline çenç yaptırdı. Hurda motoru atıp yerine fındık sekiz bağlattı.

Eski motorun numarasını fındık sekizin bloğuna çaktırdı. Torpidosunu yeniledi. Komple döşeme değiştirdi. Çençin ardından ortalığı hayırsız bir heyecan kapladı. Güya, alt takım bağlantıları yapılırken krikonun aniden kaymasıyla şanzıman ustanın göğüskafesine oturmuş, adam morta uçmaktan güçbela kurtulmuştu. Komple elektrik estelasyonu döşenirken de kuvvetli bir akım gelmiş, cereyanı veren kalfa yarım saat ayakta titremişti. Merakla sürüklenip otomobilin etrafını saran insanlar, Halilhan’dan rot balansın kız gibi olduğunu öğrenerek dağıldılar. Volvo kazanmış olduğu hassasiyetle direkman paranın yerini bulacaktı. Kaliteli bir sürüş elde ettiğini, asfaltta yüzercesine kaydığını açıklarken sesi berraktı. Ama beklenmedik bir anda yüzüne tuhaf, beyaz bir durgunluk oturdu. Sık sık uykusundan uyanıp pijamasıyla otomobiline yürümeye, pürüzsüz yeşil, ılık iki çakıltaşından farksız gözleriyle volvosunun camından gece bulutlarına, yıldızlara bakmaya başladı. Yoksul doğasının gereği, hayal ettiği bir durumun gerçekleşmesinin yarattığı hüznü yaşamaktaydı.

Volvonun aynasından yansıyan siyahi ışık ruhuna aktı, boşluklara sızdı, mülkiyet duygusundan yoksun bir dokunun kimyasına değdi. Halilhan’ın kendi içinde bir otomobile sahip olduğunu doğrulayacak bir karşılık bulması ne yazık ki imkânsızdı. Yüzüne yayılan hüzün yerini ağır ağır soluyan bir korkuya bıraktı. Kendilerini yaşadıklarına inandırmak zorunda kalan insanların dünyasında hayatın araçları gerçekliklerinden sıyrılırlar. Yoksullar onları boşluklarında durmaksızın çınlayan bir ses olarak duyarlar.

Çınlamaların ruhundaki titreşimlerinden doğan yoksulluk acısı dayanılmazdı. Volvoyla bütünleşebilmek için karısı Rübeysa’ya otomobilinin renginde kırmızı bir elbise diktirmeyi düşünecek denli çılgınlaştı. Sabahları volvonun su içtiği eski, yeşil bidonu atıp beyaz bir bidon satın aldı. (Zevk açısından kırmızıyla yeşilin ters uyumda olduğunu düşünen bir insandı.) Peşinden, tüm gücünü toplayarak volvoyu çizen mühendisin tasarımı kurarken en çok neyin etkisi altında kaldığını öğrenmeye çalıştı. Çenç esnasında tamirciler Regal’i, Granada’yı, 59’u yaratan adamlarla ilgili acayip aşk hikâyeleri anlatmışlardı. Sevilen bir kadının kasları kartal gibi süzülen 59’un arka kanatlarına ilham olmuş, bir sevgilinin balık gibi gözleri arka stoplara, dolgun kıvrak kalçaları çamurluğa yansıtılmıştı. Duygusal yönden volvonun yaratılışında kim bilir ne güçlü bir hayal saklıydı. Bir kayıt bulabilir umuduyla otomobilinin ülkesi İsveç hakkında ciddi araştırma yaptı.

Benzer İçerikler

Aşkale Yolcusu Kalmasın

yakutlu

Tufan – Kod Adı C.e.y.d.a – 3

yakutlu

Doğu Ekspresinde Cinayet – Agatha Christie

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy