Çakıcı’nın İlk Kurşunu TEREKE-SABAHATTİN ALİ

Önsöz

Sabahattin Ali, Türk edebiyatının önemli isimlerinden biridir. Önce şiirleriyle ortaya çıkar, sonra ise hikâye ve romanlarıyla tanınır. Eserlerinin listesi ilk yayımlanış tarihleriyle önsözün sonunda verilmiştir. Yirminci yüzyılın ilk yarısında verdiği bu eserlerle edebiyat tarihimizde kendine saygın bir yer edinen Sabahattin Ali, en çok hikâyeleri ile sevilmiştir. Hikâyeciliğimizde “toplumcu gerçekçi” tarzda yazdığı öyküleri ile bir mihenk taşı sayılır. Gördüklerini gayet sade bir dille, kısa ve açık ifadelerle anlatarak çarpıcı olmayı başarabilen bir hikâyecidir. Hikâyelerinde karakterlerinin kişisel yaşantılarını, onları oluşturan toplumsal koşullar içinde verir. Bireysel ile toplumsalı son derece başarılı bir biçimde birbirinin içinden geçirerek damıtır ve etkileyici bir şekilde hikâye eder.

Sabahattin Ali, hikâyelerinin çoğunda dünyayı ikiye ayırır; ezenler ve ezilenler. Bu karşıtlık eserlerinde, zenginler fakirler, aydınlar halk, saldırgan erkekler düşmüş kadınlar, jandarmalar köylüler, doktorlar hastalar gibi kılıklara bürünür. Her zaman ezilenlerden yana olan Sabahattin Ali, birçok hikâyesini keskin ve sarsıcı bir biçimde bitirir.

Sabahattin Ali, edebiyatçılığının yanı sıra politik görüşleriyle de dikkat çekmiş bir yazardır. Siyaset ile edebiyatın birbirinden pek ayrılmadığı 1930’Iarın ve 1940’Iarın Türkiye’sinde solcu bir yazar olarak tanınmış, bu çizgide eserler vermiş ve bu eğiliminden dolayı devamlı mücadele içinde yaşamıştır. 1948’de, genç yaşında, esrarengiz bir biçimde öldürülmesiyle Türkiye’de edebiyat siyaset ilişkisinin sorgulandığı bir kişi haline gelmiştir.

Türk edebiyatının en önde gelen hikâyecilerinden biri olan w yaladıkları ile bir dönem Türkiye’sinin sosyo-politik yapısını gözler önüne seren Sabahattin Ali, benim her zaman ilgi duyduğum bir yazardı. Kızı Filiz Ali 1997 yılında babasından kalan içi evrak dolu bir sandığı bana gösterdiği zaman çok heyecanlandım. Bu sandık ve içindeki kâğıtlar senelerdir Filiz Ali ve annesi Aliye Ali tarafından saklanmaktaydı. Bu evrak 1 ardan bazıları çeşitli vesilelerle çıkarılıp Filiz Ali ve Atilla Özkırımlı’nın hazırladığı Sabahattin Ali başlıklı kitapta olduğu gibi yayımlanmıştı. Çoğu Arap alfabesiyle kaleme alınmış olan bu yazılardan seçkileri eski yazı bildiği için Aliye Ali yapmıştı Fakat evrakın tümü elden geçirilmemiş ve içinde neler olduğu saptanmamıştı.

Filiz Ali bu işi benim yapmamı istedi. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden Zeynep Uysal, Engin Kilis Olcay Akyıldız’la bir ekip oluşturduk w sandığın içindekiler üzerinde çalışmaya başladık.

Eldeki malzemenin çoğu Arap alfabesiyle kaleme alınmıştı. 1928’deki harf devriminden sonra dahi insanlar ilk öğrendikleri harflerle yazmayı yeğlediklerinden, 1930 veya 1940″larda yazılmış olan birçok metin eski harflerle yazılmıştı. Mesela Sabahattin Ali’nin hikâyelerinin kendi el yazısıyla ve yeşil mürekkepli dolmakalem ile yazdığı orijinallerinin çoğu eski yazıydı. Aynı şekildi Sabahattin Ali’ye yazılmış mektupların hemen hepsi gene eski yazıyla yazılmışlardı. Bu yüzden bunları okuma sorunu on plana çıkıyordu. En erken yazılanların 1920’lerde yazıldığı göz önüne alınırsa 1990’larda ele alınan bu evrak 70 senedir bir sandıkta kapalı kalmış, solmuş, sayfaların kat yerleri yıpranmış, bazıları nem aldığı için lekelenmiş kâğıtlardı.

Bundan dolayı yazılan okuma faslımız uç yıl sürdü. Bu süreçte birlikte çalıştığımız ekibin dışında Prof. Dr. Günay Kut ve Yard. Doç. Dr. Zeynep Sabuncu bize çok yardıma oldular. Kendilerine burada bir kere daha teşekkür etmek isterim. Ayrıca, Kutlukhan Eri n ve öğrencilerim Şenel Gerçek ile Onca Tapınç ’a da yazıları okuma konusundaki yardımları için teşekkür ederim.

Ortaya çıkan malzeme çok çeşitliydi. Bu malzemeyi üç grup altında toplamaya ve yayımlamaya karar verdik. Birinci grup bu kitapta ele alınan Sabahattin Ali’nin yayımlanmamış eserlerinden oluşuyordu. İkinci grup Sabahattin Ali’nin hayatı boyunca karşı karşıya kaldığı hukuki sorunlarını yansıtan çeşitli mahkemelerinin tutanakları, savunmaları, mahkeme kararlarından oluşuyordu. Üçüncü grup ise, Sabahattin Ali’ye yazılmış çok sayıda mektupla onun birkaç kişiye yazdığı ve belli ki o kişilerden geri alıp sakladığı veya kendisi için bir kopyasını çıkardığı mektuplardan oluşuyordu. Sabahattin Ali’nin tüm eserlerini yayımlayan Yapı Kredi Yayınları bu malzemeyi üç kitap halinde yayımlamaya talip oldu.

♦♦♦

Sabahattin Ali’nin bu kitaba aldığımız yayımlanmamış eserleri arasında ikisi tam, biri bitmemiş üç kısa hikâye, bir uzun hikâye, on bir şiir, bir hikâyesinin opera formunda yeniden yazımı, ileride yazmayı planladığı hikâye ve romanlarına dair kısa notlar ve bazıları 1940″larda gazetelerde yayımlanmış sosyo-politik makaleleri yer alıyor.

Yayımlanmamış hikâyelerinden biri, “O Arkadaşım”, hem “sandık”tan çıkanlar arasında kendi el yazısıyla var, hem de 15 Mayıs 1928’de Irmak dergisinde yayımlanmış. Ama sonra Sabahattin Ali hikâyelerini bir kitapta toplarken bu hikâyeyi aralarına katmamış. Büyük bir bölümü mektup tarzında olan bu hikâye herhalde oldukça zayıf olduğundan sonradan da hiçbir hikâye kitabına alınmamış.

“Barsak” adlı tamamlanmamış hikâye ise, tam Sabahattin Ali üslubunda bir hikâye. Anadolu’da yapılan bir otobüs yolculuğu ile Kışlayan hikâyede nefis bir çevre tasviri ile beraber otobüsün içindekilerin birbirleriyle başlayan ilişkilerinin küçük ayrıntılarla çizimi var. Bozulan otobüsten inen şoför, muavin ve değişik tiplerdeki yolcuların birbirleriyle yaptıkları konuşmalar çok canlı ve gerçekçi. Aralarında oluşmaya başlayan bir gerilimle devam eden hikâye fazla ilerlemeden kesiliyor.

“Bir Hakikatin Hikâyesi” başlıklı hikâyenin anlatıcısı bir öğretmen ve öğrencilerinden bir kıza hissettiği aşkı anlatıyor. Sabahattin Ali’nin Aydın ortaokulunda öğretmen olduğu 1931 yılında yazılmış bu hikâye. Adının bir “hakikatin” hikâyesi olması ve Sabahattin Ali’nin bu hikâyeyi hiçbir yerde

yayımlamama olması dikkat çekiyor. Yazarın özel hayatından bir parçanın hikâyeleştirilmesi olabileceğini akla getiriyor.

Çakıcının İlk Kurşunu” adlı uzun hikaye, Türk edebiyatında hakkında çok yazılmış ve efsaneleşmiş bir kişinin hikâyesi. 1872-1911 yılları arasında Aydın’da yaşamış olan ünlü bir eşkıyanın, Çakırcalı Mehmet Ete veya Çakıcı Efe denen eşkıyanın hikâyesi. Edebiyatımızda bu konuda yazılmış birçok hikâye ve roman var. Sabahattin Ali bu hikâyeyi kendi üslubu ve politik görüşüne uygun olarak yeniden yazmış.

Abdülhamit döneminde geçen hikâyede Çakıcı’nın ilk kurşununu atıp dağa çıkmasını, Abdülhamit’e karşı Anadolu halkının isyanının başlangıcı olarak sunuyor Sabahattin Ali. Zeybekler anlatılırken onların “halis Türk ırkı” olduğu belirtiliyor. Zeybeklere ve Çakıcı’ya karşı Abdülhamit’in yolladığı güçler Arnavutlardan ve Çerkeslerden oluşuyor. Tüm bu düşman güçlerini Çakıcı ve çetesi yeniyor. Hikâyenin sonunda Çakıcı’yı ancak gene bir Zeybek vurabiliyor ama aslında başkasını vurmak isterken yanlışlıkla Çakıcıyı vuruyor. Yani Çakıcı sonunda ölüyor ama yenilmiyor.

♦♦♦

Hikâye sömürenler ve sömürülenler üzerine kurulu. Abdülhamit döneminde düzenin bozukluğu, ekonomik eşitlik olmaması çok zengin ve çok fakirlerden oluşan bir düzende “mütegallibe” ‘lerin (zorbaların) zulümleri anlatılıyor. Padişah tahtta kaldığı sürece hürriyet olamayacağı ifade edilerek meşrutiyet eleştiriliyor. Bu arada İttihat ve Terakki’nin de Çakıcı’ya düşman olduğu belirtiliyor. Çakıcı Efe’nin hikâyesi kurulu bozuk düzene karşı çıkan bir halk kahramanının hikâyesi olarak anlatılıyor.

Sabahattin Ali’nin yayımlanmamış eserleri arasında kendi el yazısıyla, çoğu hece vezniyle ve halk şiiri tarzında yazdığı bir tane de şiiri var. 1928 tarihli bir şiirini “yedi meşaleciler gibi” diye sunuyor. Ünlü “kurbağalı şiir” tarzında yazdığı biri küçük, dört kurbağalı şiiri daha var. “Sokakta Kalan Adam” ise, çok değişik tarzda bir şiir denemesi. Başlığı olmayan şiirlerden bir tanesi, belli ki 1932’de Konya’da hapisteyken yazdığı bir şiir. Bu şiirlerinin bir kısmının yanına resimler de çizmiş.

Bu eserlerin ardından bir opera metni geliyor. Sabahattin Ali “Kağnı” adlı hikâyesini opera metni olarak da kaleme almış. Üç perdelik bu opera metninde sahnedeki görsellik on planda; müzik ve aryalar ile ilgili bir bilgi yok. Sabahattin Ali, 1938 ile 1945 arasında Devlet Konservatuarı’nda öğretmen ve dramaturg olarak çalışmış. Bu sırada Alman tiyatro ve opera yönetmeni Carl Ebert’in tercümanlığını yapmış. Tiyatro ve opera ile ilgilendiği bu süre zarfında kendi eserlerini de sahne düzeni içinde yeniden düşünmek istemiş olabilir.

Sabahattin Ali kendi için tuttuğu kısa notlarda yazman planladığı hikâye ve romanların bir listesini yapmış. Önce hikâye veya romanların isimlerini koymuş ve ardından da bunların yazılması için okunmasını gerekli bulduğu eserleri not etmiş. Listede tarih yok ama yazılacakların bazılarını Almanya’da, bazılarını Türkiye’de yazmanın uygun olacağını belirttiğine göre bu listeyi Almanya’ya gitmeden hemen önce Almanya’ya gidişi belli olduktan sonra 1928’de yapmış olma olasılığı yüksek.

Sabahattin Ali’nin evrakı arasında, 1932 yılında Konya Halkevi’nde verdiği kadınlar hakkında bir konferans metni de var. Başlığı olmayan bu konuşmada ülkede kadın erkek eşitliği için gerekli olan zihniyet değişikliklerini tartışıyor ve kadınların eğitiminin önemi üzerinde duruyor. 1933’te yazdığı “Türkiye Hapishaneleri” başlıklı yazıda ise, Türkiye’deki suçlu insan profilini çıkarıyor. Türkiye hapishanelerindeki mahkûmların gerçek mücrim olmadıklarını, cehalet ile zihniyet ve telakki farkları yüzünden kanuna aykırı davrandıklarını belirtiyor.

Gazetelerde çıkmış altı makalesinden dört tanesi Ocak-Mart 1944 tarihlerinde Tan gazetesinde yayımlanmış yazılar. Bu yazılarında Sabahattin Ali zaman zaman Falih Rıfkı Atay’ın Ulus’ta yazdığı yazıları eleştiriyor. Daha sonra, 1947 yılında, Falih Rıfkı ile mahkemelik oluyorlar. Bu yazılar A. Metin imzasıyla çıkmış. Diğer iki makalesi Sabahattin Ali imzasıyla yayımlanmış. Bunlardan biri Ocak 1948’de Yirminci Asır ’da, diğeri Şubat 1948’de Zincirli Hürriyet ‘te çıkmış.

Bu makalelerde hürriyet kavramı tartışılıyor, devletin nüfus artışı önerisi eleştiriliyor, emperyalizmin tanımı yapılıyor, milliyetçiliğin iyi olduğu anlatılıyor. “Asıl Büyük Tehlike Bugünkü Ehliyetsiz İktidarın Devamıdır” başlıklı son makalede, Amerika’dan yardım alabilmek için ülkede kızıl tehlike varmış gibi göstermeye çalışan iktidarın eleştirisi yapılıyor. Bu makale Sabahattin Ali’nin öldürülmeden önce yazdığı son yazılardan olmalı. Bu yazıda oldukça sert bir hükümet eleştirisi dikkat çekiyor.

Sabahattin Ali bu makalelerin çoğunu zamanında gazetelerde yayımlamış. Gerek bunlar, gerekse yayımlamadığı iki makalesi Sabahattin Ali’nin toplumsal ve siyasal görüşlerini aksettirdikleri için bugün hâlâ önemli.

Sabahattin Ali’nin bu kitapta yayımlanan bilinmeyen hikâye ve şiirlerinin bazıları biraz savruk, belli ki üzerinde pek çalışılmamış. Bu bakımdan kendisinin yayımlamadığı ya da kitaplarına almadığı çalışmaları bugün gün yüzüne çıkarmanın yazara haksızlık olduğu düşünülebilir. Ama Sabahattin Ali gibi önemli bir yazarın kaleminden çıkan her şeyin ortaya çıkmasının, külliyatının tümünün görülebilmesi açısından gerekli olduğunu düşünüyorum.

O Arkadaşım

 

Benim insanlara pek benzemeyen ve insanlarla arası iyi olmayan bir arkadaşım vardı…

O arkadaşım Darülfünun’da okuyan bir kızla konuşurdu Bir gün araları bozuldu… Sebebini ben de öğrenemedim İkimiz de kızın bulunduğu yerden uzak bir memlekete gittik… O arkadaşım o kıza birçok mektuplar yazdı, ama birçok cevaplar değil bir tek cevap bile alamadı. Bu mektuplardan birinin müsveddesini odasında gördüm -fena şey ama- cebime aldım; çok garipti; canınız sıkılmazsa beraber okuyalım.

♦♦♦

Yavrucuğum!

Cevap vermediğin, vermeyeceğini bildiğim halde yine sana yazıyorum, bilemezsin kızım, kafan dökülecek tek kimseyi bile aşkla ararken bütün etrafındakileri boş, manasız görmek ne müthiş azaptır…

Değil burada, hatta hayatta tesadüf ettiğim kimseler arasında bile sen ön safı işgal edenlerdensin… Dökülmek, boşanmak ihtiyacını hissettiğim zamanlarda hep aklıma sen geliyorsun Beni istiskal ettiğin halde…

Hakiki samimiyetin ne olduğunu senden öğrendim yavrum… Bunun için bilhassa sana karşı aktör olmak saflığında bulunmayacağım. Bilirim ki seni aldatmak imkansızdır. Seni tasavvur edemeyeceğin kadar çok sevdim kızım…

Ben hayatta herkese karşı lakaydımdır.. Bu bende sevmek hissinin mefkudiyetinden değil çok fazla oluşundandır. Ben sevdiklerimi köpek gibi severim yavrum. Zelilâne severim. Muhabbetimi kendilerine verdiğim kimseler onu yüzüme fırlatsalar bile severim. Bunun için, bu derekeye düşmemek için kalbimi muayyen dereceye kadar herkese açmış, fakat içeri girmek isteyenlere kapılarını kapatmışımdır… Ama bazan çok kuvvetli veya çok kurnaz kimseler ya zorla, yahut da ben farkında olmadan oraya girmiş, yerleşmiş bulunuyorlar Onları çıkarmak benim gibi bir zayıfın yapamayacağı şeydir… Bu şekilde sevdiklerim hayatla üç dört kişiden ibarettir. Hazin bir itiraf ama içlerinde hiçbirinden de vefa görmedim…

Son zamanlarda bunların arasına yegâne kadın olarak sen karttır inanır mısın? Hepsinin önüne geçtin… Seni çok kızdırdım, çok sukut-ı hayale uğrattım, beni de herkes gibi gördün. Bütün kabahatlerin yalnız bende olduğunu itiraf ederim. Sana bir kara arkadaşı gözünden başka gözle baktım. Münasebetimizin istikametini değiştirmek istedim… O zaman… O zaman seni kaybettim…

Senin yokluğunun ne müthiş olduğunu seni kaybedince anladım kızım… Anladım ama!..

Hayatta fikirler çok büyük, kafalar çok küçük.. İnsanların kafaları sızın içinizi dolduran şeyleri istiap edemeyecek kadar mini mini.. Ben seni derin, muğlak gördüm. Beni anlayacak kadar derin… Ama… Kendim o kadar basitleştim ki sen bile -bu belki benim hüsn-i zannımdır, belki sen bana ait en ufak bir hisle dahi musab olmamışındır- şaşırdın bana. – Sen de herkes gibisin!… dedin. Değilim… Değilim yavrum… Ben herkes gibi değilim… Ben herkes gibi olsaydım… Bu vaziyette sana mektup yazabilir miydim? Sen herkes gibi olsaydın benim mektubumu okur muydun?

Korkarım ki sen de herkesin hissettiği saçma infiallerle bana çok kızdın… Fakat bunu yapmayacak kadar büyük olduğunu da iyi bildiğim için kendimi teselli ediyorum…

(Buraya kadar yazdıklarımı okudum, saçmaladığımı gördüm. Ama bu, itiyadım olan muvazenesizliklerimin hayatımda gösteremediğim için yazılarımdaki tezahürlerinden ibarettir. Affedeceğini tahmin ediyorum.)

Herkesin uyduğu infialler, herkesi bağlayan tahassüsler, zümrenin fevkine çıkmak isteyenlerin, çıkacak kabiliyette yaratılmış olanların sükut edemeyeceği bir halettir. Sen ki bundan birisisin kızım, niçin böyle yaparsın?

Mantık inhinaları yaparak sonunda kendimi müdafaa neticesine varacağımı tahmin ediyorsun değil mi?…

Ah… Halbuki öyle değil… Ben sına diyorum ki: Ne sen, ne ben diğerleri kadar düz düşünecek insanlar değiliz Bunun, kendimize hâiz olmadığımız kıymetleri izafe etmekte olabileceğini unutmayarak soylu yorum Ne sen, ne ben herkes gibi olamayız….

Sen orada zahiri arzularını tatmin edecek bir muhittesin, kendi nefsine de benim aleyhimde telakkilerde bulundun, onun için hissetmezsin. Lakin ben sensizliğin benim için ne berbat, ne gayrı kabili tahammül olduğunu feci surette hissediyorum.

Yarım saat kadar beraber oturmak, içimi bütün coşkunluklarıydı sana dökmek için en büyük çılgınlıkları da yapabileceğim…

İnsanlardan takarrüp ettiğim, insanların suratına tükürdüğüm zamanlarda, onların fevkine çıkan sana o kadar muhtacım ki!… Birbirlerine bu kadar yakın kimselerin buluşması enderdir. Biz tesadüfün bu lütfunu tekmelemeyecek kadar zekâ gösterelim… Ne dersin?

♦♦♦

Birkaç arkadaştan Darülfünun’a devam ettiğini öğrendim… Sen deli misin? Mektep insanların tabii istidatlarını öldürmek için yegâne vasıtadır.. Lise tahsili bu fiil-i katlı ikmal edemedi diye başka mekteplere girilir mi?.. Bu senin için, feyezan halindeki nehirleri yataklarında cereyana cebretmeye benzer; ki imkanı yoktur.. Sana kehanetfurûşâne söyleyeyim:

Sen Darülfünun’da okuyamazsın… Okuyamayacak kadar serserisin… Bilhassa hayatı bu kadarcık olsun gördükten sonra yeknesak mesai seni boğar. Sana karmakarışık bir iş, sana düz olmayan bir hayat lazımdır. Korkarım ki bunları çok geç anlayacaksın.

Hayatımızı normal insanlarınki gibi intizam ve kayıtlara tâbi kılman ne kadar istesek muvaffak olamayız. Ne kadar uğraşsak -birinin dediği gibi- su akar… değirmen döner…

Sana yalvarıyorum yavrum… Ve açıkça, terbiyesizce söylüyorum… Ben senden vücutlarımızın değil kafalarımızın birleşmesini istiyorum… Ötekini arzu etmek münasebetsizdir. Çünkü ne sen bana sadık kalırsın, ne ben sana… Hayat… ki yegâne zevki değişikliktedir, bir kişiye bağlanmak ancak aptalların işidir ve ben, beni aldatmayacak kadar alelade bir kadına tahammül edemem. Aldatmasına da cemiyetin henüz kıramadığımız kayıtları ile hayvani insiyaklarımız müsaade etmez… Şu halde aşk, zamanımızda biraz kafasını işletmiş olanların yapamayacakları şeydir…

Ben bunları ancak şimdi söyleyebiliyorum. Senden başkasına da söyleyemem, bilirim ki başkaları orijinalite göstermek için garabet ve ahlaksızlık yapıyor diyeceklerdir… Sen böyle düşünmezsin değil mi?

Yine: tekrar ediyorum: Kafalarımızı birleştirelim, bu şekilde kâinatla daha güzel alay edeceğiz…

Çünkü dünya… alay etmekten başka bir şeye yaramaz…

Ne olur bu mektubumu aldıktan sonra, bir kâğıda, hatta bir posta kartına okudum diye yaz ve imzanı atarak postaya ver. Sana daha uzun şeyler yazayım.

Boğuluyorum… Ah boğuluyorum. Allah aşkına bana yazmak imkânını ver. Güzel ve afacan gözlerinden öperim cicim…

♦♦♦

O arkadaşımın bulunduğu yerden ayrıldım. Bir müddet sonra akıllı olduklarını iddia eden insanların o arkadaşımı deli diye bir yere kapattıklarını duydum

Bir Hakikatin Hikâyesi

 

Beş altı ay evvel, yüksek rütbeli bir zabit benim de muallim bulunduğum mektebe kızını getirerek birkaç zümreden son sınıf bakaloryayı vereceğini, onun için sene nihayetine kadar derslere devamına müsâde edilmesini rica etti.

Genç kız ilk bakışta acaip bir tesir yapıyordu. Beyaz bir yüzü, omuzlarına dökülen uzun saçları, hafif tatlı esmer bir cildi, ince narin mütenasip bir vücudu vardı. Fakat gözleri çok tuhaftı. Donuk ela idiler, insan bunlara bakınca hiçbir şey anlayamıyor, fakat bunların manasız olduklarını da bir türlü kabul edemiyor, daha dikkatle bakıyor ve nihayet garip bir yorgunluk ve ürkeklik hissiyle başını çevirmeye mecbur oluyordu. Bu gözler insana korku verecek kadar esrarlıydı.

Derslere birkaç gün muntazaman, sonra ara sıra, daha sonra da nadiren devama başladı ve nihayet tamamen kesti. Bu birkaç gün zarfında konuşmak fırsatı pek zuhur etmedi. Benim derslerden başkaldırdığım yoktu ve teneffüslerde de başka çocuklarla konuşmayı tercih ediyordum. Hiç nazarı dikkatimi celbetmiyor değildi, ben sadece biraz çekingen durmak istiyordum. Fakat gitgide mektebe geldiği günler azaldı ve sonunda o mektebi, ben de onu unuttum…

Birkaç kere sinemada gördüm. Gözleri tekrar nazarı dikkatimi celbetti. Dağılırken bililtizam yavaş yürüdüm. Yanımdan geçerken başıyla selam verdi.

Bu birkaç kere vâki oldu. Bir hafta aklıma bile gelmiyordu, fakat pazar günü oldu mu, o akşam sinemaya gideceğin” düşünerek bir parça olsun sevinmekten kendimi alamıyordum.

Mamafih havalar biraz ısınınca sinemaya da gelmez oldu. Ve ben tekrar unuttum.

Bir arkadaşımla konuşuyorduk, nasılsa söz bu kıza intikal etti ve o bağırdı: “Harikulâde bir kız bu azizim, dehşet bir şey o, tepeden tırnağa kadar şiir o!”

Halbuki fevkalâde güzel değildi. Çehresi çok, çok mütenasipti, fakat orada kalıptan çıkmış gibi güzel bir ağız, bir burun dahi aramak faydasızdı…

Bütün çehresiyle gözlerimin önünde tekrar canlandı ve ben o andan itibaren bir daha bu çehreyi unutmadım.

Bu kızın bir fotoğrafı görülse ihtimal güzel değil denilebilirdi, fakat onun kendisini gördükten sonra çirkin kelimesi hiç kimsenin dudaklarından çıkamazdı.

Bu kızda anlaşılmayan bir şey vardı. Asıl insanı bağlayan da buydu. Güzel mi, çirkin mi anlaşılmıyordu. Sonradan kendisiyle konuşunca gördüm ki bu kız zeki mi değil mi bunu bile anlamak mümkün değildi. Bir muamma, cazip ve meraklı bir muamma gibi idi bu kız!

Ve ben ki her insanı küçük bir hikâye gibi okuyup geçmeyi büyük adamlığın şanından addetmek isterim, bu kız bende hayatımın sonuna kadar bitirmeye imkân olmayan muazzam bir kitap tesiri yaptı.

Ve ben o hale geldim ki, bütün kitaplarımı bu anlaşılmaz ve sihirli kitaptan bir satır okumak için feda edebilirdim. Bu kız kuyrukluyıldızlar gibiydi. Onlar gibi, görünen, parlayan bir kısmı vardı. Fakat kuyrukluyıldızların etrafını saran görünmez gaz tabakası gibi bu kızın etrafında da görünmeden civarını kasıp kavuran bir hava vardı. O, on adım uzaktan geçerken insan kendisine teemmürî bir şeyin, adeta sihirli bir rüzgârın şiddetle çarptığım duyuyordu.

♦♦♦

Geçenlerde burada bir garden parti verildi. Oraya yalnız onu görmek için gittim. Ve hakikaten orada bu kızdan başka hiçbir şey görmedim.

Birkaç arkadaş uzak bir köşedeydik. Yanımdakiler içiyorlardı, ben gözümle onu arıyordum.

Bir dans çaldı ve o yaşlıca bir zatla dansa kalktı. Boğulacak gibi oldum! Bu ihtimal onunla dans edebilmek ihtimali beni kendimden geçiriyordu. Ona temas edebilmek, onu kollarımın arasına alabilmek, onunla uzun uzun konuşabilmek… Kendimi rüyada zannediyordum.

Evvela dans teklifine cesaret edemedim, bu kadar saadete! tahammül edemeyeceğimi zannediyordum. Aynı zamanda reddetmesinden de korkuyordum.

Fakat sarhoş gibi olmuştum. Bir yudum içmediğim halde bütün etrafım gözümden silinmişti. Ve ben bu karışık, bu puslu ve dumanlı kalabalığın arasında yalnız onu sarih, vazıh ve aydınlık olarak görüyordum. Nihayet dansa davet ettim.

Aman Allahım!. Bu kız âdeta insan şekline girmiş bir âhenkten ibaretti. Vücudunun her hücresi gizli bir mûsikîye tâbiymiş gibi mevzun hareketler yapıyordu. O yalnız raks için, yalnız dans için yaratılmış gibiydi. Vücudunun bir mûsikî parçasının havada yaptığı ihtizazları andıran ihtizazları ve inhinaları vardı Ve hiçbir bestenin ondan daha cana yakın, daha tesirli olmasına imkân yoktu.

Ara sıra uzun bir kahkaha atıyordu ve bu kahkaha, suya atılan bir taşın hâsıl ettiği halkalar gibi bütün vücuduna yayılıyordu. Kollarımın arasında tuttuğum bu harikulâde vücutta kahkaha dalgalarının nasıl geniş kavisler yaparak dağıldığını, bu vücudu nasıl kıvırıp büktüğünü gördükçe deli gibi oluyordum.

Zâhiren çok sakindim. Gülüyor, havaiyattan, onun birkaç gün sonra vereceği imtihanlardan bahsediyordum. Fakat ben o akşam bir kadeh içmiş olsaydım!..

Fazla değil bir tek kadeh…

O zaman onu öpmekten kendimi men edemezdim. Ve bunu o kadar içten gelen mukavemet edilemez bir ihtiyaçla, o kadar zaruri bir şey olarak yapacaktım ki, kendisi bile belki hayret edecek, fakat buna mâni olmaya kalkışmayacaktı: Kadınlar böyle zamanlarda inanları o kadar iyi anlarlar ki! Mamafih o zaman her şey çığırından çıkmış bulunacaktı, çünkü bütün zahirî sükûnetime rağmen kafamın içi bir harp, bir ihtilal sahnesi gibiydi. Ve ben kendime sahip ve hâkim olabilmek için bütün irademi kullanıyordum.

İmtihanlardan çok korkuyordu. Halbuki onu sınıfta bırakmak değil, herhangi bir şekilde müteessir etmek bile insanın aklına getiremeyeceği bir ihtimaldi Ben onun bir dakikalık teessürünü görmemek için gözlerimin kor olmasına dua ederim. Fakat dünya insan olmayan insanlarla doludur ve onun korkmakta belki de hakkı vardı.

“Bir hafta sonra İstanbul’a gidiyorum!” dedim.

“Ne bahtiyarsınız” dedi.

“Maalesef!..” dedim.

“Niçin?” diye sordu.

“Gerçi, dedim, burasını o kadar çok sevmemiştim, beni buraya bağlayan bir şey yoktu, bir senelik ayrılık bende İstanbul hasretini adamakıllı uyandırmıştı ve bir hafta evvel gitsem, çok sevinerek gidecektim… Fakat şimdi. Bu akşamdan sonra… Buradan gitmek bana o kadar zor gelecek ki…”

“Sahi mi?” dedi.

Aman yarabbi! O kadar güzel, o kadar içe işleyici bir “Sahi mi?” deyişi vardı ki…

İkide birde, bir sözüme cevap olarak “Sahi mi?” diyor, ve ben bu kelimeyi bir hastaya verilen ilaç gibi gözlerimi kapayarak içiyordum.

Sarhoştu. Adamakıllı sarhoştu. Fakat ben bir kadının bu kadar güzel sarhoş olacağını tasavvur edemezdim. Sarhoşluk insanları çirkinleştirir, halbuki bu ki, sarhoşluğu güzelleştirmişti. Ben onu gördükten sonra içki aleyhtarı olanlara güldüm.

Bir kere beni reddetti:

“Yorgunum” dedi. “Biraz sonra dans edelim! Döndüm, bir köşeye çekildim ve gözlerimi kapadım. Gözlerimi açtığım zaman onu bir zabitle dans ederken gördüm. Ne olduğumu bilemedim. Mesele basitti: Yorgun filan değildi, sadece benimle dans etmek istemiyordu…

Bütün bu gecenin cazibesi, saadeti, neşesi, sihri bir anda yok oluverdi. Düşmemek için duvara dayandım. Dehşetli bir karışıklıktan başka hiçbir şey görmüyordum, önümden geçenleri tanımıyor, hatta nerede olduğumu bilmiyordum.

Bu vaziyet epeyce devam etti. Ve galiba bir ikinci dansta birdenbire gözlerimin aydınlandığını hissettim. Derhal kendime geldim ve onun ilk kalktığı yaşlıca zatla bir vals yaptığını gördüm. Önümden geçiyor ve bana bakıyordu. Gözlerinde (AIlah aşkına kusura bakmayın) demek isteyen bir mana görür gibi oldum. Bu belki de benim kendi vehmimdi ve sonra hafifçe güldü.

Gece benim için eski neşesini, eski kıymetini, hatta beş on misli fazlasıyla tekrar aldı. Ve son bir defa dansa kaldırdığım zaman annesinin ısrarıyla o zabiti dansa çağırdığını söyledi.

“Bana gücendiniz mi?” dedim.

“Hayır, dedi. gücenmek için sebep var mı?”

Ve ona ne kadar müteessir olduğumu, ve beni reddettiği için değil kendisini gücendirmiş olabileceğimi düşündüğüm için müteessir olduğumu söyledim….

Bu geceyi bütün teferruatıyla anlatmak imkânsızdı. Bir iki kelime kâfi O gece o gözlerimi kör etti ve kendisinden başka bir şey görmeme mâni oldu. Ben bu körlüğü takdis ederim.

Şimdi, her geçen dakikanın onu benim dimağımda unutulmaz bir hale getirdiğini hissediyor, onun bütün mevcudiyetime yerleşip sokulduğunu anlıyordum.

Hilkatin bu kadar itina ettiği bu nadir mahlûkun hiç farkına varılmadan, hiç anlaşılmadan yaşayıp gitmesi! Hiç kimsenin bilmediği küçük bir orman deresi gibi metrûk ve kimsesiz akması ve bir gün habersizce kuruması mümkündür.

Ve bu cinayettir.

Bu mahluk, anlaşılmak, sevilmek ve bahtiyar edilmek için yaratılmıştır.

Onu hiç kimsenin anlayamadığı bir şekilde anlayacağımdan. Onun ruhunun kendisinin bile farkına varmadığı derinliklerine süzüleceğimden eminim. Ve o da benim ruhumda benim bile bilmediğim şeyler keşfedecektir.

Onu kendi vücudumun bir parçası gibi ve her gün biraz artan bir muhabbetle seveceğimi biliyorum. Ve onu birçoklarının aklından bile geçiremeyeceği bir saadete götüreceğimi zannediyorum. Ona her şeyimi, her şeyimi vermek istiyorum Onda kendi dimağımın izlerini, kendi eserimi görünceye kadar vermek. Ve bu benim tarafımdan yapılmış bir fedakârlık delildir. Vermek burada benim için bir saadet olacaktır.

Hulâsa:

Ben onun uzak bir işaretiyle derhal hayatımı veririm.

Acaba o…

Bana elini verecek mi?

“Hayır.”

Barsak

 

Bergama’dan İzmir’e giden otobüsle belki otuz kişi vardık On sıralarda sıkış sıkış oturup hâlâ üzerlerinden atamadıkları uyku sersemliğiyle başları ikide bir önlerine düşenler arasında konuşan yoktu; yalnız orta yerlerdeki beyaz başörtülü bir kadının bucağındaki çocuk durmadan viyaklıyor, kamyonun üstündeki eşyaların arasında oturan muavinin türküsü motorun homurtusuna karışıyordu. Ben şoförün arkasındaki birinci sıranın sağ başında idim. Yanımda, yeni evli olduğu anlaşılan tombul bir genç kadın, onun ötesinde gözlerini ikide bir bana diken kocası vardı. Kamyon bir taşa çarpıp sarsılınca yahut bir dönemeci hızla geçerken bizi bir yandan bir yana savurunca, ya ben kadının üstüne, ya o benim üstüme abanıyorduk. Elimizde olmayan bu samimi yaklaşmalardan sonra kadının başı tıraşlı fakat bir hayli yakışıklı olan sarı bıyıklı genç kocası, suratıma nerdeyse bir tokat yapıştıracakmış gibi ters ters yüzüme bakıyor, fakat kalkıp karısıyla yer değiştirmeye de nedense utanıyordu.

Zeytinlikler arasından geçen ve birkaç tatlı bayır tırmanan araba biraz sonra, denizin birkaç yüz metre berisinde uzanan düz bir yolda ilerlemeye başladı. Çok geçmeden Reşadiye iskelesine geldik. Buranın balığı iyi imiş ama, vakit daha erken olduğu ve şoför ilerdeki Ali Ağa Çiftliği’nde daha güzel balık yapan bir Rum bulunduğunu söylediği için, iki kahve ile bir candarma karakolundan ibaret olan Reşadiye iskelesinde hemen hiç durmadan geçtik. Sağda, deniz kenarında birkaç zeytinyağı fabrikasının bacası yükseliyordu. Sol taraflardaki bayırlarda yeşil pelerinli çocuklar gibi taze fidanlarıyla bir çam ormanı başlıyor, ağaçlarının boyu büyüye büyüye dağlara tırmanıyordu. Otomobil, yumuşak sırtlan inip çıkarak, görülmemiş güzellikteki körfezlere, koylara bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyor, hazan denizin ta kenarından koşarak içini baygın yosun kokusuyla dolduruyor, bazan bir bayırın ardıçlarını toza bulayarak, denize tepeden bakıyordu. Böylece manzaranın insanı sersem edecek kadar sarsıcı olan güzelliğinden hiçbir şey kaçırmamak, aynı zamanda içerdeki kıskanç delikanlının tehdit dolu bakışlarıyla karşılaşmamak için başımı açık pencereden çıkarmış, tozdan ağırlaşan kirpiklerimin arasından dışarıyı seyrederken otomobil birdenbire durdu. Şoför küfrederek aşağı atladı, kapağı açıp, hâlâ sarsıla sarsıla işlemekte bulunan motoru dinledi.

“Pistonlardan biri kırılmış, gidemeyiz.” dedi. Sonra yukarıdan atlayıp yanına sokulmuş olan muavine dondu:

“Hadi sen Reşadiye’ye koş. Karakoldan Bergama’ya telefon et, başka araba yollasınlar.” Yüzü gözü tozdan görünmeyen oğlan:

“Vay canına, piston kırıldı ha?.. Tamir edemez misin usta?” diye sordu. Bu sırada takımlarını çıkarıp söylene söylene motoru sökmeye başlayan şoför patladı:

“Gevezelik etme ulan! Kırık piston yolda tamir edilir mi? Söküp İzmir’e götürmek lazım. Kim bilir kaç gün burada, Allah’ın kırında bekleyeceğiz. Hadi çeneyi bırak da bas’ Reşadiye’yi üç saatte zor tutarsın!”

Çocuk arkasını dönüp yolu tuttu. Bizim az önce yarım saatte aldığımız yolu bu oğlanın üç saatte gidebileceğim düşünmek insana garip geliyordu, ama onun hiç telaş etmeden, ayaklarını sürüyüp toz kaldıra kaldıra ilerlediğini görünce işin şaşacak bir tarafı olmadığı anlaşılıveriyordu. Herkes otomobil yolculuğunun bu gündelik vukuatını telaşsız karşıladı. Yalnız arka sıraların müşterilerinden, uzun, dalgalı saçlı, dar alınlı, küçük gözlü, ince uzun burunlu bir genç, besbelli bir Rum şivesiyle:

“Aman şoför kardeşim, buradan İzmir’e başka otomobiI geçmez mi? Geçen arabalardan birine beni atamaz mısın? Çok rica ediyorum!” diye, başı motor gömleğinin içinde kaybolan şöfore yalvarıyor, onun anlaşılmaz bir şeyler homurdandığını görünce: “Nasıl dedin? Ne buyurdun?” diye kendi kafasını da motorun içine uzatıyordu. Nihayet şoför, bir elinde İngiliz anahtarı öbüründe yağlı bir paçavra, yüzünden kirli terler süzülerek doğruldu.

“Yok be kardeşim, bu vakitten sonra buradan İzmir’e araba geçmez. Ayvalık postası çoktan gitti. Tenezzuh geçse de seni almaz. Otur işine bak!”

Rum delikanlı ümidini kestiği halde bu işi bir türlü kabul edemiyormuş gibi ellerini hızlı hızlı ileri uzatıp avuçlarını yukarı açarak yanımıza sokuldu. “İstanbul’dan beri işler ters gidiyor. Balıkesir’de teminatı geç verdik. Bergama’da malları beğenmedim, İzmir’de de eksiltmeyi kaçıracağız.”

Yolculardan köy muhtarına benzeyen yaşlıca bir adam: “Neyse sağlık olsun!” diye teselli etti.

Öteki derin bir içini çekip: “Ne yapalım, sağlık olsun!” diye cevap verdi sonra cebinden bir deste iskambil kâğıdı çıkararak etrafına bakındı: “Oynayan var mı?”

Sarı bıyıklı kıskanç delikanlı ile tombul karısı hemen atıldılar. Köylüler arasından hevesli çıkmadığı için ben de dördüncülüğü kabul ettim. Otomobilin biraz ötesinde, yolun deniz tarafındaki irice bir palamut ağacının altına arabadan çıkardığımız kara meşin kaplı minderleri taşıdık, halka olup dört kol altmışaltı oynamaya başladık. Ne yapacaklarını bilmeden şurada burada dinelen yahut yolun ilerisinde böğürtlen toplayan yolcular da yavaş yavaş etrafımıza biriktiler, hatta pek az zamanda, “İspatiyi ortak iste. Kupayı koz söyleme!” gibi akıl öğreterek oyuna karışmaya başladılar. Genç kadınla ben karşı karşıya idik. Otomobilin alçacık minderine oturunca gözlerini dikmeye mecbur kalan tazenin modaya uygun kısa eteği kâğıt almak veya atmak için her kolunu.

Çakıcı’nın İlk Kurşunu

 

Ödemiş için yolcularını alan posta arabası İzmir’den hareket etmişti. Arabanın içinde bir çiftlik sahibi, bir memur, bir papaz, üç de zeybek delikanlısı vardı. Her yolculukta olduğu gibi çiftlik sahibi, papaz ve memur, derakab birbirleriyle ahbap oluvermişler, derin, tatlı bir yarenliğe başlayıvermişlerdi.

Söze karışmayan ve daima susan zeybek delikanlıları, bunların görüştükleri sözlere ehemmiyet bile vermiyorlar, bütün zeybeklerde olduğu gibi ağır ve vakur oturuyorlardı. Bunların bu yarenliğe yabancı kalmalarının sebebi belki de yaşlarının daha pek genç, pek civan olmasından ileriye geliyordu.

Birisi henüz on altı yaşını bitirmiş, tıknazca, esmer bir delikanlı idi. Bunun diğerlerine nisbetle biraz kısa olmasına rağmen olgun adaleleri kuvvetli olduğunu gösteriyor, mağrur, ağır bakışları, ara sıra ağzından dirhemle tartarak çıkardığı sözler, cesur ve sabırlı olduğunu hissettiriyordu.

Diğerleri bundan iki üç yaş büyük olmalarına rağmen, ötekine nisbetle daha hafifmeşrep tavırlı olduklarını saklayamıyorlardı. Fakat bazen bu laubaliliği biraz daha ileriye götürmek istedikleri zaman, tıknaz delikanlının sert bakışı ile susuyorlar, istemeyerek susmaktan hâsıl olan sıkıntılarını gizlemiyorlardı…

Daha ilk bakışta yaşça küçük olanın, bunlar üzerinde bir nüfuza, bir kuvvete sahip olduğu görünmekte idi.

Arabanın diğer kaşesinde, bu hususlara dikkat etmeyi aklından bile geçirmeyen papaz, tatlı bir sohbete başlamış, yeni gittiği Ödemiş’te, merak ile tahkik etliği eşkıya Çakırcalı’nın nasıl vurulduğu hikâyesini anlatmaya başlamıştı.

— Yaman bir herifmiş, diyordu. Ortalığı kasıp kavurmuş, bir türlü yakalamaya imkân yok. Nasıl tutabilirsin, bütün köylüler, zeybekler elinde. Her köy, her ev onun… Bereket versin kır Serdarı Abdullah Çavuş’a. Ben onu Bayındır’dan da tanırım. O zaman eşkıya idi, arası da Çakırcalı ile açıktı. Şöyle etti, böyle etti, Çakırcalı’yı öldüreceğini söyleyerek, af olunup Kır Serdarı oldu. Üstelik bir de zaptiye çavuşluğu yakaladı. Kahpe herif dediğini de yaptı .Yaptı ama kancıklıkla vurdu diyorlarmış! Zaten öyle yapmasaydı, o canavarı öldürmenin yolu bulunur muydu?

Konya taraflarından olduğu anlaşılan bu Kum papazı tuhaf şivesiyle önüne ardına bakmadan mütemadiyen anlatıyor, bu ha valilere ilk defa gelen memur da hayretle kendisini dinliyordu.

Bundan evvelki sözleri dinlemeye tenezzül etmemiş olan zeybekler de, papazın bu bahsine kulaklarını açmışlar ve büyük bir alâka göstermeye başlamışlardı. Memur soruverdi:

— Çakırcalı’nın oğlu var mıydı?

— İşittiğime göre vurulduğu zaman on dört yaşında Mehmet adında bir çocuğu varmış. Başka bildiğim yok.

Yeni bir sarsıntı muhavere zeminini değiştirmişti. Şimdi yollardan, at ile yapılacak seyahatlerin daha iyi olduğundan bahsediliyor; geveze papaz bir türlü çenesini kapatmıyordu. Sözünün tam tatlı bir sırasında gözünü zeybeklere doğru çevirmiş ve korku ile;

— Aman! diye bağırmıştı.

Tıknaz delikanlı, elindeki topuzlu bir tabancanın namlusu nu papaza çevirmiş olduğu halde, tabancasına kurşunları yerleştiriyor, daha doğrusu dolduruyor ve boşaltıyordu. Papazın canı burnuna gelmişti.

— Aman oğlum o namluyu çevir. Şeytanın işi yok patlatıverir.

Delikanlı papaza bakmaya tenezzül etmeden işiyle meşgul olurken:

— Patlamaz! demişti.

Altı kişiyle dolmuş olan bu arabada papazın yerini değiştirmesine de imkân yoklu Zeybekler arasında çoktan beri yaşamakta olan bu papaz bunların âdetlerine de vâkıfı. Yine bir zeybek olan çiftlik sahibinin himayesine sığınmaktan hasla çare yoktu. Yalvaran gözü ile:

— Ağam himmet senden dedi.

Bütün zeybekler gibi vakur ve sessiz olan, söylemekten ziyade dinlemeyi seven çiftlik sahibi, ağzını açmak zamanının geldiğini anlamıştı. Delikanlıya:

— Adın ne senin evlat, nerelisin? dedi.

— Mehmet, Ödemişliyim.

— O tabancayı yeni mi aldın?

— Evet. İzmir’e yemiş götürüp sattım da…

— İyi ama… Papaz efendiyi korkutuyorsun. Ya onun namlusunu çevir veyahut dışarıya bak da

herifcağız da korkmasın. Deli zeybek, sen herkesi kendin gibi mi sanıyon…

Tıknaz delikanlı sözü dinleyerek namluyu çevirmiş ve papaza:

— De be kahpe nalı, amma da korkaksın ha.. Ben istemedikten geri gâvurun silahı patlar mı? demişti.

Saf ve ciddi bir surette söylenen bu söz herkesi gayri ihtiyari güldürmüştü. Artık büyük bir yük altından kurtulan papaz da gülüyordu.

— Aferin evladım… Senin baban kim?

Delikanlı hiddetle kaşlarını çattı:

— Onu bu silah patladığı zaman öğrenirsin! dedi

Çatılan kaşları, hiç de şakaya gelmeyeceğini gösteriyordu.

Papaz hürmet ve korkuyla karışık bir tavırla:

— Affet sen evlat. Bağışlayım, dedi ve sustu.

Artık bülbül gibi ötmüyor, sarsıntılar içinde ilerleyen arabanın kendisine ayrılmış olan köşesinde, beşikle uyuyan çocuklar gibi uyumaya çalışıyor, fakat ara sıra yine gözlerini açarak, zeybeğin silah ile oynayıp oynamadığına dikkat ediyordu.

Bu hâl ile Ödemiş’e kadar gelmişlerdi Arabada çocuk ile en ziyade alâkadar olan ve bu alâkasını belli etmeyen çiftlik sahibiydi. Bu gürbüz delikanlının çehresini hayalinde büyüttükçe büyütüyor, kime benzediğini araştırıyor, kim olması ihtimallerini düşünüyordu.

Arabadan indikten sonra çarşıya girdiği zaman, hâlâ gözü önünde on altı yaşındaki bu heybetli çocuk yaşamakla idi. Tesadüf onu çarşıda yine karşısına çıkarman. Artık kendisini adım adım takip ediyor, önüne gelene onun kim olduğunu soruyordu. Nihayet öğrenmeye muvaffak olmuştu.

— Çakırcalı’nın oğlu Mehmet.

Şimdi düşünüyordu. İzmir’e üzüm ve incir götürerek onun parasıyla silah almaktaki maksadı ne idi? Babasının intikamını alabilecek ve onun kanını arayabilecek bir vaziyette olan bu gürbüz çocuk, bu silahlarla yeni bir cinayeti mi ilan ettirtecekti?

Yavaşçacık omuzuna dokundu.

— Evlat, buraya gel. Görüşelim, ben S. Beyim…

Küçük Mehmet bu ismi pek iyi biliyordu. Babasının birçok zamanlar ondan bahsettiğini işitmişti. Hürmetle durdu:

— Buyur bey, dedi. Ne istiyon?

— Ben babanı çok severdim. Onun için seninle biraz görüşmek istedim. Gel şuraya oturalım.

Biraz ilerideki büyük bir kahvenin ağacı altına oturdular. Bey, kendisine hayretle bakan delikanlıyı, daha ziyade merakta bırakmamak için söze başladı:

— O silahları ne için aldın?

Küçük Çakırcalı birdenbire cevap verememişti.

— Aldım işte.. dedi.

— Öyle değil. Ben onları ne için aldığını biliyorum. Babanın intikamını almak için Abdullah Çavuş’u öldüreceksin.

Cevap vermedi.

— Niye susuyorsun?

Yine cevap vermiyordu. Beyin zorlamalarına dayanamayarak:

— Ulen bey, dedi. İnci beni söyletmek mi isteyon… Deyivereyim. Babamı kancıklıkla vuran bu kahpe herif beni de gördüğü yerde dövüyordu. “Yılanın oğlu yılan olur.” diyordu. Artık o küçük yılan büyüdü. İnci sen başında derleyiver.

Bu sözleri söylerken şimşek gibi çakan gözlerinden uyanan kını söndürecek hiçbir kuvvetin bulunmadığı görünüyordu.

S. Beyin saatlerce süren nasihati tesir etmemiş, bu ateşli kalbin, patlayacak isyanını bastıramamıştı. Neticesiz kalan uzun bir yorgunluktan sonra ayrılmaya mecbur kalmıştı.

Fakat S. Bey Ödemiş muhitinin yeni bir cinayet havasıyla kokmasını istemiyordu. Hemen Abdullah Çavuş’u buldurdu.

— Efe, dedi. Mehmet ile artık şaka etmek zamanı geçti. Onun gözlerinde senin için iyi bir hayır

görmüyorum. Sen benim sözümü dinlersen artık buradan çekilip İzmir’de git otur. Paran pulun var, yaşın da ilerlemiş.

Abdullah Efe, bu sözleri bir türlü gururuna yedirememişti.

— Ben mi o piç için Ödemiş’ten ayrılacağım!! Ulen bey sen de enik mi oluverdin! demişti.

Bu eski eşkıya, “Çakırcalı’nın oğlundan korkarak kaçtı” sözünün söylenmesine bir türlü tahammül edemiyordu. Hiddetle ayağa kalktı:

— Bu akşam onu bulayım da, yavuz bir terbiyesini daha vereyim, demiş ve uzaklaşmıştı.

♦♦♦

Akşamüstü Ödemiş’in kenar incirlikleri arasında patlayan bir martin sesi, şehrin içinde akisler yaparak çınlamıştı.

Dükkânları kapatan halk silah sesinin geldiği yere koşuşuyorlardı. Şehrin kenar mahallesindeki kadınların vaveylaları çoktan başlamıştı. Bu dar incirlik mahşerden bir numune halini gösteriyordu. Kadın, erkek, çoluk çocuk hepsi toplanmıştı. Bunların arasında, uzun boylu Kır Serdarı Abdullah Çavuş Kışından yediği bir kurşunla kana boyanmış çehresini toprağa doğru çevirmiş olduğu halde cansız yatıyordu.

Vakayı aynen görenler mütecessis olanlara anlatıyorlardı.

– Akşama doğru Çakırcalı Mehmet buralarda dolaşmaya başlamıştı. Ben kendini gördüm. “Ulen ne dolaşıyor dedim. Şimdi Abdulah Çavuş evine gitmek için buradan geçer, seni görür, yine döver.” Hiç cevap vermedi. Derken uzaktan Abdullah Efe’nin geldiğini gördüm. “Aha, dedim geliyo!

O istifini bozmayarak incirliklere saptı. Ben kaçtı sanmıştım. Abdullah Efe tam buraya geldiği zaman:

– Kıpırdanma efe, dur! diye bir ses işinim. Çakırcalı’nın oğlunu görmüyordum. Efe:

– Ne istiyon… diye bağırdı ve silahına sarıldı. Mehmet: Bahamın kanını, yediğim dayakların hesabını… dedi.

Ete de bir sipere atılmak istemişti. Bu sırada işittiğiniz silah patladı. Ete de bir ses diyemeden yere düştü.

Arkasından Mehmet elinde gümüşlü bir martin ile meydana çıktı. Biz de ağaçların arkasına saklanmıştık.

— Korkmayın kimseye zararım yok, dedi ve efenin ölüsünü muayene ettikten sonra

— Ölmüş! diye güldü. Ve şu sözü söyledi:

— Onu babamın gümüşlü martini vurdu! Ve incirlikler arasında kaybolarak uzaklaştı.

Cinayetten Sonra Çakıcı’nın İlk İltica Ettiği Köy

 

İkinci Abdülhamit’in, artık en ezalı zulümlere başladığı bir zamanda Ödemiş’te patlayan bu tüfeğin bu saltanatla eğlenecek bir ses olduğunu kim tahmin edebilirdi? Çakırcalı ilk kurşununun sesiyle beraber isyan sesini de yükseltmiş ve bir daha diri olarak ele geçmemeye ahd etmişti.

Bu on altı yaşındaki cesur zeybek, Abdullah Efe’yi vurduktan sonra iltica ettiği incirlikten deli ve mecnun gibi kaçmamıştı Bilakis incirlik içindeki yolun nihayetinde, takip edilip edilmediğini anlamak için bir hayli beklemişti. Bu ilk atılış kendisinde pek tabii olarak bir halecan husule getiriyordu. Rüzgârdan birbirine vuran dalların çıkarmış olduğu sesler kulağına kendisini takip etmek isteyen ayak gürültüleri gibi geliyor, karanlıkta, her ne sebeple görülen bir hayal, nazarında bir ordu kadar büyüyordu.

Fakat ne de olsa Çakırcalı diri teslim olmayacak, kendisini kolay kolay bir bonmarşe oyuncağı gibi kırk paralık bir kurşundan korkarak teslim etmeyecekti. Bu beklemesinin sebebi de bu azmini göstermek, karşısına gelecek kuvvetlerin, cesur kolları altında erimeye mahkûm kalacaklarını anlatmaktı. Filhakika efenin ölüsü başına kaymakam, müddeiumumi, jandarma yüzbaşısı dikilmişlerdi. Abdülhamit saltanatının, para ile elde ettikleri mansıplarına yerleşen bu insanlar, devlet ve millet işini hususi bir ticaret suretinde telakki etmeleri yüzünden daha ileriye gitmek istemiyorlar, kaymakamın:

— Katili takip edelim… sözüne,

_ Evet, diyen müddeiumumi, jandarma yüzbaşısının mani olarak gösterdiği karanlığı ileriye sürerek,

— Yüzbaşı ağa haklıdır. Sabah olsun, hayır olsun, cevabın, veriyordu.

Kaymakam da:

— Sabah olduktan sonra habisin başı üstünde padişahın keskin kılıcı adaletini gösterir, tesellisiyle kararı kabul etmekte gecikmiyordu.

Çakırcalı uzun müddet beyhude yere beklemişti. Ne gelen vardı, ne de giden…

Gecenin bütün karanlığıyla hükümran olduğu bu yerde, ne yapması lazım geldiğini düşünüyordu. Artık babasından miras çetenin başına geçmek lazımdı. Fakat çete efradı o kadar dağınık bir surette bulunuyorlardı ki, bunları tekrar bir araya getirme: için günlerce uğraşmak, çalışmak lazımdı.

Bütün bu uzun günler, belki kendisini takip edecek olan hükümet kuvvetlerine yalnız başına karşı gelmek mecburiyetini verecekti.

Şimdi İzmir’e beraber gittiği ve oradan yine beraberce avdet ettiği arkadaşlarını yanından savdığına pişman olmuştu. Kırda bayırda tek başına, babasından miras kalan martine ve İzmir’den satın alarak getirdiği revolvere istinat ederek kalmıştı. Bir müddet gümüşlü silahına hakti. Bu süslü martine bütün canıyla sarıldı. Hayatta kendisini himaye edecek yegane ve tek bir sevgili olmak üzere bunu buluyordu.

İncirlik içinde de fazla bekleyemezdi. Burayı yavaş, sakın adımlarla terk ederek dağa doğru yollanmaya başladı. Nereye gidecekti?

Zihninde tanıdık isimler birer panorama gibi geçmekte idi. Fakat her isme itaat ile iltica etmek, belki efenin akrabalarının bir hışmına uğramak olmayacak mıydı? Efenin almak suretiyle onunla akraba olmuş olan amcasının oğlu Kamalı Efe’ye gitmek vahim bir Akıbet tevlid etmez miydi?

Bulun bu düşüncelerle sabaha kadar durmaksızın yürüdü. Sabaha karşı, alacakaranlık bir zamanda, beş on evden müteşekkil küçük bir köyün önüne gelmişti. Babasının hayatla iken burada hürmetle muamele ettiği bir zeybek vardı. Ahmet Efe. Bu ete İzmir hükümet konağını Kısan ve Vali Naşit Paşa’yı, vali odacından harem dairesine atlatan yedi zeybekten birisi idi.

Kendisinin de anlayamadığı bir kuvvetin tesiri altında ayakları efenin kapısına doğru gidiyordu. Tüfeğin kundağıyla kapıya hafifçe ve hürmetle vurdu. İçeriden genç, narin bir kız sesi işitildi:

— Kim o?

— Efe orada mı?

Kız bu söze cevap vermemişti. Aradan bir iki dakika geçer geçmez, elinde martini, heybetle dışarıya fırlayan efe, martinili genci görünce hayretle yüzüne bakmıştı. Simayı tanımak istiyor, takat bir turlu toplayamıyordu.

Çakırcalı muti bir evlat gibi:

— Efe elini öpeyim dedi. Efe bilmediği veya tanıyamadığı bu gence öpmek için elini uzatmakta bir mahzur görmemişti.

— Op evlat… Amma da yaman zeybek olmuşsun ha! Sen kimin eniğisin?

— Çakırcalı’nın…

Efenin gözlen hayretle açıldı.

Cesur Çakırcalı’nın ölümüne onun kadar acıyan hiç kimse olmamıştı. Artık dakikalarca bu gürbüz delikanlıyı tetkik ediyor, elindeki martini ile heybetli bir arslana benzeyen bu gence bakmakla doyamıyordu.

— Haydi içeri gir.

Şimdi içeriye girmişler, ocağın kenarına yerleşmişlerdi. Efenin arışın güzel kızı Ayşe de çoktan kahve cezvelerini ocağa sürmüştü.

— Anlat bakalım oğul ne oldu? Baban rahmetli çok yavuzdu.

— Hiç, babamın kanını aldım.

Elenin hayreti daha ziyadeleşmişti. Zihninde Çakırcalı’nın yaşını hesap ediyor, onu bir türlü on beşten yukarı çıkaramıyordu.

— Ulen enik, kaç yaşındasın?

— On altı.

— Bakındı ha… Amma da yaman zeybek oluvericen!

Artık tam bir yarenlik başlamıştı. Çakırcalı bütün macerasını en ince teferruatına kadar anlatıyordu. Şair değildi. Fakat hayatın kendisine reva gördüğü zulüm ve gadirler altında inceldikçe incelen hassas ruhundan kopan ve taşan kelimeler en kuvvetli bir şairin kaleminden çıkmış kadar ahenktar oluyorlar, kendisini dinleyenleri onunla beraber dertler ve kederler içinde bırakıyorlardı. Babası vurulduktan sonra o neler görmemişti?

Basılan evinde, dipçiklerle dövülen kadınlar arasından cebren alınmış, kazada kaymakamın huzuruna çıkarılmış ve sonra bigünah bir masum olduğu halde atıldığı hapishanede, korkar ümidiyle günlerce dövülmüştü. Aç ve biilaç, ekmeğe muhtaç anasının evinden, vergi için son tencere bile alınmış, hatta o gün yemek pişirmek için komşudan bir tencere tedarik etmek mecburiyeti hâsıl olmuştu. Çakırcalı lakabı, onun alnına yazılmış bir mahkûmiyet levhası idi. Onun oğlu değil mi, dövülmeye, sürülmeye, elinde avucunda ne varsa hepsi gasp edilmeye müstehaktı. Bütün bu vahşetler karşısında ona derdini anlatacak, sözünü dinletecek tek bir kapı bile açık bırakılmamıştı. İki şerait karşısında bir fert ne yapardı? Ya âciz inleye inleye ölürdü veyahut da taşan bir su gibi akmasına mâni setleri yıkar geçerdi. Çakırcalı’nın oğlu acz ile ağlayarak ölmeye nasıl tahammül edebilirdi? Böyle bir hâl babasının şanlı destanlarını yok etmek, yakmak demek olmayacak mıydı? Ve:

— İşte bütün bunlar karşısında, babamın kanını, onunla beraber hakkımı aradım. Evvela Allah’ıma, sonra da silahıma sarılarak ilk kurşunu attım ve vurdum.

Sarı Ayşe Çakırcalı’nın anlattığı bu hikâyeyi, efeden daha ziyade bir alâka ile dinliyor, bu cesur delikanlıya gözlerini dikmiş olduğu halde, yiyecekmiş gibi bakıyordu.

Çakırcalı asabi ve müteheyyiçti. Genç yaşında başına gelen felaketleri, ilk katil olduğu gecenin sabahı hatırlamak ve sonra kendisine çizeceği yeni hayat programını henüz hazırlamamış bulunmak, bütün bunlar, onu asabi ve hırçın kılmıştı.

Anasını da düşünüyordu. Sağ ve salim olduğunu ona bildirmek kendisini çılgınca seven bu valideyi de azaptan kurtarmak lazımdı.

Efe, dedi. Anama nasıl haber iletsek. Efe düşünmeden cevap vadi:

— Biraz sonra Ayşe’yi göndeririz anlatır. Benim yanımda olduğunu söyler.

Şimdi ezici bir sükûnet hâsıl olmuştu. Kimse görüşmüyor fakat herkes düşünüyordu. Herkes dimağında. Aydın dağlarında akisler husûle getirecek yeni bir çetenin nasıl teşkil edilmesi lazım geldiğim kararlaştırmak istiyordu. Bu düşünceye Ayşe bile karışmış, o da genç dimağında birtakım programlar çizmeye başlamıştı. Hatta birçok arkadaş isimleri de veriyordu.

Efe söze karışmamış ve Ayşe’yi susturmamış olsaydı, yüzlerce isimden müteşekkil muazzam bir çete listesi hazırlayıverecekti Fakat ah bu:

— Sen işine bak, kahve pişir! ihtarı Ayşe’yi, ancak ve ancak bu ihtar susturabilmişti.

Ayran, yoğurt, yumurta, süt, yağ da ortaya konmuştu. Çakıcı bunları gördükten sonra açlığını anlayabilmişti.

Efe ile beraber, iştahlı bir yemeğe başladıkları zaman, Ayşe de oğlunun sıhhat haberini vermek üzere, Çakıcı’nın anasına doğru yollanmıştı. Yalnız ayrılırken başı gayri ihtiyari geriye dönüyor, onu arıyor, bu cesur zeybeği bir daha, bir daha görmek istiyordu.

Nedense Çakıcı’nın gözleri de kendisini takip etmekten vazgeçememişti. Fakat efeliğin şanından olmayan kadına yan gözle bakmak düşüncesi, bu gözlere zorlukla mihverini tebdil ettirtebilmişti.

Ayşe gittikten sonra, ortalığı sakin bulan efe söze başladı.

— İnci artık çetenin başına geçmelisin. Biraz acemilik olur ama, ben senin yanına yavuz, akıllı birisini koyarım. Babanın yetiştirmelerinden Hacı fena değildir. Onun sözünü dinler, isim senin de olsa,

Benzer İçerikler

DÖRT MEZHEBE GÖRE İSLAM FIKHI – Abdurrahman CEZİRİ

yakutlu

BAŞKALARININ ACISINA BAKMAK-Susan Sontag

yakutlu

DOKUZUNCU HARICIYE KOĞUŞU-PEYAMI SAFA

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy