Reşat Nuri Güntekin _ Akşam Güneşi

Onu ilk defa bir haziran günü Sazlı Pınar yolunda gördüm. Viran bir köprünün başında köylülerle konu-uyordu.

Yakası kapalı boz ceketi, tozlu dolakları, iri dolgun ücuduyla bana evvelâ bir çiftlik kâhyası gibi göründü, füzünün yarıdan ziyadesini kapıyan beyaz güneşliği alanda yalnız çenesiyle dudakları görünüyordu.

Yanında dizgini boynuna bırakılmış bir kula at vardı.

Efendisi konuşurken at, köprünün ayakları arasında suyun içinden bitmiş gibi görünen ve kenardaki çürük tahta parmaklığı baştan başa kaplayan bir sarmaşığın yapraklarını yiyordu.

Yanından geçerken selâm verdik. Jandarma arkada-,-ım.

— Keyifler iyidir inşallah Bey, dedi.

Bir an, başını kaldırmıştı. Bu kılıkta bir adamdan umulmayacak kadar güzel, zeki bir çehre gördüm.

— Çok şükür çavuş… Sen de iyisin ya?

¦ Biraz önümden giden ihtiyar jandarma, köprünün öte başında atını durdurdu, beni bekledi.

Eski bir çizme gibi ¦iert ve kırışıklarla dolu yüzünde memnun bir gülümseme vardı:

— Şu adamı gördün mü Doktor Bey, dedi, Hani Cenabı Hak, Kitabında Hazret-i Peygamberin son peygamber olduğunu yazmasaydı ben, bu adama peygamber derdim.

— îyi bir adam öyle mi?

— İyi de söz mü Bey?… Cenab-ı Hak, meleklerin* böyle yaratmıştır. (M…) adasında onun gibi beş

kişj daha olsaydı işler başka türlü yürürdü… Dünya, böj’l^ adamların yüzü suyu hürmetine durur… Zatıâliniz Nazmijj Beyin adını hiç işitmedin mi? —¦ Hayır.

— Yeni geldin de ondan olacak… Bu adamı Adamı tanıyıp sevmeyen yoktur. Deminden geçtiğimiz Gâvc Köyünde bir balıkçı karısı onun resmini Hıristosun yanın asmış… Gözümle gördüm…

Yakında zatıâliniz de öğreneçeksin ya… Başka türlü bir adam, Doktor Bey…

Çavuş, pek fakir olan lügat dağarcığında onu anlat cak kelime bulamıyor, sıkıntısından yerlere tükürüyordı. I On beş gün evvel hükümet doktoru olarak (M…) e gelmiştim. İlk defa devre çıkıyordum. Mutasarrıftan köyleri iyi bilen bir arkadaş istediğim zaman bu ihtiyar jandarma çavuşunu vermiş, «Hacı İsmail’den iyisini bulamazsınız. Adayı karış karış bilir. İnsanlarını teker teker tanır.» demişti.

mutemadi bahar

ılık sakız kokuları içinde uyuşmuş gibi görünen bu sakin adası, Sarayın bir menfası hükmündeydi. Gözden düşen, fikirlerinden korkulan mabeyin adamlarını buraya mutasarrıf gönderirlerdi. İsmail Çavuş, kırk seneden ziyad’e bir zaman bunlara hizmet etmiş, her birinin meyil ve meşrebine göre hocalar, dervişler, hâkimler, münşiler, şairler ve musikişinaslardan mürekkep meclislerinde, içki âlemlerinde neler öğrenmemişti. Bu okuyup yazmayan kaba saba adam, bazen Saray tarihinin hususiyetlerinden bahseder, Nabi’den, Nedim’den beyitler okurdu.

Çavuş, pek az kimseyi beğenir, idare işlerini mütemadiyen tenkit ederdi. Zalim bir görüşü, zehir gibi bir dili vardı. Düşündüğünü mutlaka söylemek ihtiyacmdaydı. ¦ Fakat Saray adamlarından öğrendiği şekil nezaketi saye- -sinde fikirlerini çok kere dolambaçlı bir lisanla söyler, ba- ¦ şını derde sokmaktan kurtulurdu.

O sabah, kasabadan ayrıldıktan sonra mutasarrıfın *r hakkını teslim etmiştim. İsmail Çavuş, böyle teftiş seya- hatleri için bulunmaz bir adam, galiba

Çavuş İhtiyar jandarma, kalın kaşlarını kaldırıp yüzüme baktı, belli belirsiz bir istihfaf ile gülümsedi: :

Dininden sana, bana ne ki Doktor Bey… O, Allah ile kendi arasında bir iş… Benim atı da dereye sokup ab-dest aldırayım, beline köteği vurup secdeye yatırayım, yemini, suyunu kesip mükemmel oruç tutturayım… însan olmadıktan sonra ibadet etmiş neye yarar ki?… Beş altı yıl evvel burada İlyas Efendi diye bir doktor vardı… Toprağı bol olsun, gâvur muydu, çıfıt mıydı ben de bilemem amma, nice Müslümanlardan iyi idi. Başı darda kalana medet ederdi… Hâşâ sümme hâşâ, ben Cenab-ı Hakkın yerinde olsam bu İlyas Efendinin kabrine her gece nur indirirdim.

Gülerek :

¦— Tövbe de Hacı Çavuş dedim, günaha giriyorsun.

İhtiyar jandarma, şaka ettiğimi anlamıştı. Fakat ciddiyetini hiç bozmadan garip bir günah nazariyesi atmaya başladı:

t—< Günah, aklının ermediği işe girişmek, ibadullahı zarara sokmaktır bey… Sen, işini bilmeden doktorluk edersen günah olur… Ahmed’in, Mehmed’in, Yorgi’nin, Mişon’un koyununu, kuzusunu çalarken, ben, jandarma İsmail, yerimde rahat oturursam günah olur… Koyun çobanlığı etmesini bilmeyen adam mutasarrıflık, kadılık etmeğe kalkarsa günah olur.

Taşın kime ait olduğunu anlamış, gayri ihtiyari gü-lümsemiştim. O da boyalı pos bıyıklarının içinde gizlenmiş sinsi bir gülümseme ile devam etti:

— Günah, dilden çıkmaz Doktor Bey… Günah, elden çıkar…

On dakikadan beri etrafımızı saran, ağır kokularıyle başıma hafif bir afyon sersemliği veren ağaçlar, yolun bir dönemecinde birdenbire açılıyor, karşıda yüksek bir sırt görünüyordu.

İhtiyar jandarma, yine hayvanını durdurdu :

— Parmağımın doğrusuna bak Doktor Bey… Şu tepenin tâ ucunda, uzun uzun ağaçlar var…

Onlar servidir. Nazmi Beyin çiftliği o ağaçların ardmdadır… Tâ denize kadar iner.

— Bu adam yerli mi Çavuş?

__ Eh, yerli sayılır ya… Bu Ayazma çiftliği ona babasından kaldı… Rahmetli, otuz beş yıl evvel burada mutasarrıftı… Bir mübarek adamdı. Adaya çok iyiliği vardı. Zatıâliniz bu Nazmi Beyi tanışan çok seveceksin Bey… Zatıâlinizin de ona benzer bir iki halini gördüm… Hele geçen gün o Meşincioğlu Kerim Beye yaptığın işe parmak ısırdım… Zatıâliniz kuzu gibi uslu görünüyorsun amma, kızınca, maşallah, barut gibisin.

İhtiyar jandarmanın bana gösterdiği muhabbet ve emniyet, sebepsiz değildi. Geldiğimin üçüncü, yahut dördüncü günü idi. Kasabadaki ilkokuldan bir şikâyet geldi… Kontratçı, bir zamandan beri okula fena et veriyormuş… O gün de öyle yapmış… Okul müdürü, ihtiyar, sakin bir adamdı.

Gazeteye sarılı bir et parçasını elinde sallıyor, teessüründen âdeta ağlıyordu : «Beyefendi evlâdı vatanı elimizle öldüreceğiz… Kerim Bey isminde, eşraftan, daha doğrusu mütegallibeden bir kontratçımız var… Bir türlü diş geçir emiyorum… Herif, aynı zamanda vilâyet meclisinde de üye.

İcabeden bütün makamata baş vurdum. Kimseden imdat yok!»

Zaten daha ilk geldiğim gün, bu yadigârın başka bir olayını haber almıştım. Müdüre :

— Siz müsterih olun… Etleri bana gönderin!… dedim ve beş dakika sonra belediye dairesinin önünde mahalle köpeklerine güzel bir ziyafet verdim. Köpeklerle beraber halk da sokağa toplanmıştı. Fakir bir kocakarı, kaldırımın üstünde çırpınıp bağırıyor: «Efendi oğullarım, Allah, peygamber rızası için bana da bir parça verin… Kokmuş et bana dokunmaz; ben, yıllanmış kurban eti yemeğe alışığım.» diye yalvarıyordu. Belediyenin önü bir bayram yerine dönmüştü.

Yarım saat sonra Meşincioğlu Kerim Bey, dairedeki küçük odamı mübarek vücuduyla şereflendiriyordu. O bir nevi derebeyi idi. Hükümet memurlarına uşak gibi muamele etmeğe alışmıştı. Vurmadan oda kapımı açtı. Küstah bir tavırla masamın önüne dikilerek hırsından tıkanmış sert bir sesle :

— Efendi, sen kim oluyorsun, diye bağırdı.

Odaya girenin farkında değilmişim gibi sigaram dudağımın ucunda, başım önüme eğilmiş, yazı yazmağa devam ediyordum.

Masamın ucuna bir yumruk indi. •— Efendi, sana söylüyorum… Sen, Meşincioğlu’nün etlerini ne cesaretle köpeklere atarsın?

Başımı kaldırdım, sakin bir istihfafla yüzüne bakarak :

ı— Sen dışarı çık, dedim, Meşincioğlu Kerim Beyefendinin bir şikâyetleri varsa tabiî kendileri söylerler.

Birdenbire şaşırdı. Seyrek sakallarının her teli ayrı ayrı titriyordu,vücudu ispazmoza tutulmuş gibi oynuyordu :

— Sen benim Kerim Bey olduğumu bilmiyor musun?

Yalancı bir saflıkla gözlerimi açtım, aynı sakin istihfafla :

— Sen her halde Kerim Beyin uşağı olacaksın… Efendiden bir adam görev başında bir memura böyle muamele edilemiyeceğini bilir… Haydi bakalım, çek arabanı… Seni efendine şikâyet edip kovduracağım.

Kontratçının yüzünde bir damla kan kalmamıştı :

— Efendi… Efendi… Efendi!… ”

diye tıkanıyor, yumruklarını sıkıyor, üstüme atılacak gibi vaziyetler alıyordu.

Yavaş yavaş ayağa kalktım. Aynı sükûn ile:

__ Daha ne duruyorsun ya? dedim.

Yapacağım şeyi hazırlamıştım. İmam lataları biçimindeki siyah sof ceketinin ensesinden yakalayacak, eski bir koyun pöstekisi gibi kapıdan dışarı atacaktım. Hatta başı koridorun taşlarına çarpmasın diye tedbir bile almış, kapının dışında duran bir meşin hademe koltuğunu hedef tayin etmiştim. Fakat Meşincioğlu sertliği nisbetinde de kurnaz, zeki bir adamdı. Büyük heyecanına rağmen başına gelecek şeyi derhal anladı ve benimle mahkeme huzurunda hesaplaşacağını söyliyerek dışarı çıktı.

Vakayı tesadüfen kapıdan seyreden İsmail Çavuş, pek keyiflenmiş ve beni kahraman gibi görmüştü.

Adanın büyük, küçük bütün köylerini dolaştık. Beş gün süren bir devirde yol arkadaşım, köprü başında gördüğümüz adamdan birçok defalar daha bahsetti. Her yerde onun izine, eserine tesadüf ediyorduk: Burada tamir ettiği bir çeşme, ötede fakir talebeleri için her hafta para ve yiyecek gönderdiği bir küçük köy mektebi… Ondan, daha başka kimselerin de sevgi ve hürmetle bahsettiklerini işittim. Bir kadın : «Damadımı kasabada gümrük kolcusu yazdırdı. O olmasaydı kızımla torunlarım açlıktan ölecekti.» diyor, ihtiyar bir derviş : «Nur-ı basardan mahrum olmuştum. Nazmi Bey, beni İzmir’e gönderdi, ameliyatla gözlerimi açtırdı. Bu dünyayı onun sayesinde görüyorum.» diye ellerini açıp dua ediyordu.

Hasılı, İsmail Çavuşun sözlerini birçok kimselerin bir nakarat gibi tekrar ettiklerini işittim :

«Cenab-ı Hak, kitabında Muhammed’in son peygamber olduğunu

söylememiş olsaydı, ona peygamber derdik.»

(M…)de bir On Temmuz şenliği akşamı… Üç günden beri karısıyle beraber bende misafir olan bir doktor arkadaşımla belediye bahçesinin deniz üstündeki terasa-smda oturuyoruz… Güneş batalı epeyce zaman olmuş… Uzaklarda engin ile gök arasında sarı bir aydınlık izinden başka bir şey yok…

Bizden az ileride terasın renkli kâğıt fenerlerini yakmakla meşgul garsonları seyreden Madam İrma Ziya yanımıza geldi:

— Yemeğe daha biraz vakit var… Rıhtımın nihayetine kadar gidip gelelim mi? dedi.

Bu gece, bayram şerefine bütün kasaba donanıyor; allı, yeşilli fenerler, rıhtımın kıyısındaki sulara eski çevre oyalarını hatırlatan şekiller çiziyordu. Yemek vakti olduğu için deniz kenarı henüz tenha idi.

Yavaş yavaş yürümeğe başladık. Gazinolardan birinin bahçesinde bir Rumen mızıkası enginden esmeğe başlayan rüzgârla ve sulanmış yolların kokusu ile garip bir alâkası var gibi görünen mahzun, hafif bir parça çalıyordu.

Sade kasaba değil, köyler de bu gece şenlik yapıyorlardı. Uzak deniz kenarlarında, tepedeki köylerde funda ateşleri yanmağa başlamıştı. Madam Ziya, bana:

— Bu (M…) adası ne şirin bir yer, dedi. Bana pek bildiğim bir yeri hatırlatıyor gibi… Fakat bir türlü bulup çıkaramıyorum.

—ı Belki biraz İzmir’i dedim, rıhtımı onun meşhur kordonuna bir parça benzemiyor mu?

*— Güzel buldunuz… Hele bu gece… Siz burada uzun müddet kalmak fikrinde misiniz Kemal Bey?

— Birkaç sene ilişmezlerse memnun olacağım… Her halde şimdilik çok seviyorum… Sakin bir yer… Havası güzel, güneşi güzel, insanları zararsız.

— Fakat denizlerin ortasında bir parça kaybolmuşa , benzemiyor mu?

— Zannediyorum ki bu (M …) adası saadetini bir parça da yol uğrağı bir yer olmamasına borçlu… Burada ihtirasın hiç bir nev’ine tesadüf edilmez. Dağlarda çiftçilik, çobanlık eden Müslümanlarla sahilde balıkçılık eden Rumların gayet iyi geçindiklerini görüyorum… Ahali; az, fakat kolay kazanıyor, fazlasını istemek ihtiyacını duymuyor. Zaten burada büyük iş yapmak için maddî imkân da yok… Büyük ihtirasların sarsıntısını bilmiyen halk, bir parça çocuk kalmış… Hurafe ve efsanenin bu adada büyük bir mevkii var… Çocuklar; ihtiyarlara, ihtiyarlar; çocuklara az çok benzer… Erkeklerin sokaklarda, bahçe aralarında birbirlerini küçük parmaklarından tutarak ağır ağır, sallana sallana yürüdüklerini gördükçe zannedersiniz ki muayyen bir yerden gelmiyorlar, muayyen bir yere gitmiyorlar; öyle başıboş dolaşıyorlar… Adi günlerde size öyle gelir ki bunlar hayata küsmüş insanlardır. Fakat düğünlerde; bayramlarda, şenliklerde çocuk gibi bütün ruh-larıyle eğlendiklerini görür ve müsterih olursunuz… Kasabayı gördünüz. Haline göre, her şeyi tamam, şirin, medenî bir yer… Rıhtım için söylediğimi, kasaba için de tekrar edeceğim: Âdeta bir İzmir minyatürü… Yarından itibaren sizi biraz köylerde gezdireceğim… Hiç umulmayacak yerlerde eski köprülere, çeşmelere, namazgahlara, mescit, tekke ve ayazmalara tesadüf edeceksiniz.

Kırk, elli adım ilerimizde uzunca boylu, siyah elbiseli bir adam yürüyordu. Bir köşe başını dönerken bir an durdu, sigarasını yaktı. Kibritin alevini rüzgâra karşı muhafaza etmek için biraz yana dönmüştü : Ayazma çiftliği sahibi Nazmi Bey’i tanıdım.

Arkadaşlarıma :

— Keski biraz hızlı yürüseydik, dedim. Size Adanın en şayan-ı dikkat çehresini göstereceğim.. Öyle bir adam ki, Madam îrma, eğer Fransanızda yaşamış olsa öldükten sonra «kanonize» ederler, resmi önünde mum yakarlardı… (M…) adası onu bir peygamber gibi tanır ve sever.

Nazmi Bey girdiği dar bir sokağın karanlığı içinde kaybolmak üzere idi. Genç kadın gülerek :

— Yazık, dedi, bir peygamber görmek beni pek memnun edecekti.

Biraz sonra çarşı meydanında bir ikinci tesadüf oldu. Nazmi Bey, liman idaresinin kapısı önünde iki sakallı adamla konuşuyordu. Madam Ziya’ya :

— Şansımız var, dedim. Peygamber yine karşımıza çıktı. Kapının üstündeki «Yaşasın 10

Temmuz» levhasının ışığında yüzünü istediğiniz gibi seyredebilirsiniz.

Kadın, birdenbire arkadaşının kolunu yakaladı:

— Ah, bu yeni peygamberin Paris’te ne uslu bir ibadet ve itikâf müddeti geçirdiğini görmeliydiniz!

Genç kadın, inanılmayacak şeyler söylüyor, o bir çocuk gibi utanmaya, yalvarmaya devam ederek

:

— Rica ederim Madam, diyordu, zalim olmayınız… ” Ölüleri müsamaha ile anınız…

Karşınızdaki adam, bahsettiğiniz serseriyi utanmadan hatırına getiremiyen bir basit çiftçidir.

—-1 Peki, bu usluluğun sebebi ne?

O, kaçamaklı bir cevap vermek istedi:

¦— Gayet tabiî… Yaşımın ilerlemesi.

Madam Ziya, derin derin düşünmeye başlamıştı:

— Hayır Nazmi Bey, sizi çok iyi tanıyorum. Bu kadar büyük bir değişme için mutlaka başka bir sebep lâzım… Sakın bu, yine bir kadın parmağı olmasın?.

Genç kadın, onun itirazına meydan bırakmamak için Çabuk çabuk söze devam ediyordu :

— înkâr etmeyiniz, öyledir… Sizin cinsinizden sanlara ne gelirse onlardan gelir…

Nazmi Bey, bu defa gülüyordu :

— Bir kadın yüzünden yalnız bir adaya çekilmek!… Manastır hayatı yaşamak… Aziz Madam!

Bunlar, yalnız romanesk aşk masallarında tesadüf edilen şeylerdir. Hakikat büsbütün başka Madam… Beni askerlikten ayrılmağa, burada yaşamağa sevkeden sebepler bazı hayat mecburiyetleri olmuştur. Ailemin toprakları bakımsız kalmıştı. Vücudum yıpranmıştı.

Türkçeyi pek iyi bildiği halde nedense Nazmı Beyle Fransızca konuşuyordu. O, evvelâ bir yabancı dili uzun zaman konuşmamış insanlara mahsus bir ağırlık ve tereddütle söze başlamıştı.

Fakat devam ettikçe açılıyor, sözlerine tatlı bir akıcılık geliyordu.

Bu akşam, giyinişi de başka türlü idi. Biraz sonra, onun hükümet konağına verilen ziyafete davetli olduğunu öğrendik.

— Kalabalık cemiyetleri sevmiyorum, diyordu, fakat bazı böyle mecburiyetler oluyor ki kaçınmak kabil değil…

Nazmi Bey, Ziya ile karısını çiftliğe davet etti. Ertesi gün, ikindiye doğru onları kendi arabasıyle almağa geleceğini söyledi; sonra, tekrar benim elimi sıkarak,

— Yeni tanıştığımız için pek cesaret edemiyorum Beyefendi, dedi, fakat siz de küçük gönüllülük edip bize arkadaşlık ederseniz sevinirim.

Birkaç gün sonra yine bu Nazmi Bey için garip bir muhavere dinledim. Adayı teftişe gelmiş genç bir kurmay albay ile bir topçu binbaşısı şöyle konuşuyorlardı: Binbaşı —¦ Sizi temin ederim ki bu adam, ordu için bir leke idi. Onu Şam’da tanımıştım. Dünyada bundan daha küstah, sefih, serseri bir insana tesadüf etmedim.¦¦

Bir gece kendi gibi ipten, kazıktan kurtulmuş bir mahlûk ile Şam’ın en mutena bir çalgılı gazinosunu bastı, yüzlerce insanın içinde sahneden üç kantocu kızı alıp götürdü. Vaka esnasında kimse ağzını açmağa cesaret edememişti. Fakat onlar kapıdan çıkar çıkmaz bir gürültüdür koptu.

Ahali: «Hükümet yok mu? Kanun yok mu?» diye çırçır çırpmıyordu. Aradan beş dakika geçti geçmedi; daha vaka mahalline polisler ve inzibat memurları yetişmeden şantözleri tekrar sahneye getirerek küstah bir tavırla: «Hanımlar, efendiler! Huzurunuzu ihlâl ettiğim için affımzı temenni ederim… Bu sanatkârları kaçırırsınız, kaçır amaz-sınız diye arkadaşlarla bir bahse girmiştik, maksat latifeden ibaretti.» dedi. Kılıcını şakırdatarak sahneden atladı, doğru inzibat karakoluna gidip kendini teslim etti. Bu rezaleti yapan başkası olsa kurşuna dizmeseler bile, hiç olmazsa formalarını söküp sokağa atarlardı. Nihayet o zaman da öyle oldu. Kudüs’e mi, nereye götürmekle iktifa ettiler.

Albay, bu sözleri bir şüphe gülümsemesiyle dinlemişti; binbaşı bitirince cevap verdi:

—ı Bu zatın şahsını, hayatını pek iyi bilmiyorum… Fakat dokuz, on sene evvel onu emsalsiz bir kahraman olarak tanıdım… Memleket için, ordu için en büyük fedakârlıklara katlandı, aylarca her gün, her dakika ölümle yüzyüze yaşadı… Bu kabiliyette bir insanın…

Sözün alt tarafını dinleyememiştim. Çünkü telâşla gazinoya giren jandarma îsmail Çavuş, donanma fişeklerinin ateş alması neticesinde birkaç kişinin yaralandığını haber vermiş ve beni kapıya getirdiği

arabaya bindirerek vaka yerine götürmüştü.

Akşamla beraber yağmur da artmıştı. Yorgun hayvanlarını bir yokuş başında durdurarak arabanın fenerini yakan arabacı, sırtından meşin yağmurluğunu çıkardı:

— Bey, sen üşüyeceksin, dedi, şunu sırtına alıver… Eskiliğine bakma, temizdir…

— Sen kasvet çekme arkadaş… Yağmurluğunu giy… Ben Erzurum’dan yeni geldim… Böyle hava oralarda yaz ortasında bile zor bulunur.

Fakat arabacı söz anlamıyordu. Meşin perdeleri olsun indirmeden beni rahat bırakmadı ve geniş, yaylı arabanın bir köşesinde hemen tamamıyle karanlıkta kaldım.

Araba ağır ağır yokuşu çıkmağa başlamıştı. Başımı bir köşeye dayadım. Arasıra perdelerden birini aralıyor, başka memleketlerdeki yaz kadar güzel bir sonbaharda bıraktığım bu yerleri karanlık yağmurun altında birer birer tanımağa, hatırlamağa çalışıyordum.

(M…) adasında ilk memuriyetim dört buçuk ay sürmüştü. Günün birinde Erzurum sıhhiye müfettişliğine tayin edildiğime dair bir telgraf almış, fena halde sıkılmıştım. Fakat ordu doktorluğumdan kalma bir uysallıkla derhal emre itaat etmiş, kasabanın nihayetindeki küçük bağımı bırakıp yola çıkmıştım.

İki buçuk sene şimalin kar ve sisleri içinde dolaşırken çok kere (M…) adasını düşünürdüm. Onun suları ve toprakları üstünde, havanın boşluğu içinde pırıldıyor, titriyor görünen güneşlerini, ılık bir sakız kokusu ile sarhoş eden rüzgârını hatırlamak en büyük zevkimdi.

îkibuçuk sene sonra yine hiç beklemediğim bir zamanda bir telgraf geliyor, Bahrisefit vilâyeti sıhhiye müfettişliğine nakledildiğimi müjdeliyordu.

Bir teftiş devrinden yorgun bir halde merkeze döndüğüm zaman elime verilen bu telgraf, bana evvelâ (M . ¦ •) yi hatırlattı: «Orasını kendime merkez yapmak mümkün değil. Fakat Rodos’ta işe başlar başlamaz, ilk gideceğim yer orası olacak.» dedim. Nitekim dediğimi de yaptım. Fakat…

-s> Sevdiklerimiz vardır ki ayrı bulunduğumuz zamanlarda sık sık düşünürüz; ayrılığın sevgimizi artırdığını duyarız. İlk görüşeceğimiz gün için fevkalâde bir şeyler hayal ederiz. Fakat vaktaki kavuşma zamanı gelir. Onlar yabancı bir tavırla, lakayt bir bakışla bizi karşılarlar. Anlarsınız ki sizi onlara yaklaştıran ayrılık, onları bilâkis sizden uzaklaştırmıştır. Beni sisli ve yağmurlu bir günde yabancı bir çehre ile karşılıyan (M), bende âdeta bir hayal inkisarı uyandırıyordu.

Arabanın muşamba örtülerinde yağmurun çıkardığı sesleri dinliyerek bir hayli gittik. Sonra, birden bir sarsıntı oldu, hayvanlar bir şeyden ürkmüş gibi bir iki adım geriliyerek durdular.

Başımı uzatıp baktım, namazgaha gelmiştik. Setin yanındaki viran çeşmenin siperi altında bir gölge duruyordu. Araba fenerinin hafif ışığında tanıdım; Ayazma çiftliğinin sahibi Nazmi Beydi.

Hemen arabadan inerek koştum. O, beni bekliyormuş gibi, hiç bir hayret göstermeden kollarını açtı. Kalburdan dökülür gibi yağan yağmura ehemmiyet vermiyerek uzun uzun kucaklaştık.

— Beni unutmadığınıza teşekkür ederim, dedi.

— Unutmadım… İspatı da şu ki, vapur dün akşam, gece yarısından sonra bizi (M…} ye getirdi.

Bir gün bü resmî işlerimle meşgul olmadan çiftliğinize gittim, sizi bulamadım. Ailenizin istanbul’a gittiğini, sizin iki gün. den beri kasabada olduğunuzu söylediler.

¦— Ben de sizin geldiğinizi duydum… Bu sabah otel-de aradım… Bulamadım.

— Otelde değilim. Hoş bir tesadüf eseri olarak eski pansiyonumu boş buldum. Şimdi oradayım.

(M…) ye ilk gelişte bu Nazmi Bey için işittiğim şeyler bende ona karşı derin bir merak uyandırmıştı. Ziya ile karısını çiftliğe davet ettiği gün, sırf bu merak yüzünden, mühim bir işimi bırakarak onların peşine takılmıştım. O günden itibaren aramızda güzel, kuvvetli bir dostluk başlamıştı. Ben her fırsatta çiftliğe gidiyordum; o her şehre inişinde benim yol üstündeki pansiyonuma uğruyordu.

Mizaçlarımız da birbirine uymuştu. (M…) yi terket-tiğim gün iki arkadaş gibi birbirimizden ayrılmıştık. Vapurda son defa kucaklaşırken gayriihtiyari gözlerimiz yaşarmıştı. Güvertenin parmaklığına dirseklerimi dayıya-rak onun sandalla uzaklaştığını gördüğüm zaman hayretle kendi kendime bir şey sormuştum:

Benzer İçerikler

DOKUZ KEHANET-JAMES REDFIELD

yakutlu

Güneşsiz Dünya

yakutlu

Barla’da Diriliş

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy