Çamaşırcının Kızı Küçücük | Orhan Kemal


Yoksulluğu ve yoksunluğu en iyi anlatan yazarlarımızdan biri olan Orhan Kemal, Çamaşırcının Kızı’nda yer alan öykülerinde, yaşadıkları kıstırılmışlık ve imkânsızlığa karşın, gerçeğin acımasız soğuğundan, tükenmeyen hayalleriyle umutlarını diri tutma uğraşı vererek korunmaya çalışan insanların içinden sesleniyor. Önümüze serilen panorama, bir kez daha, ne denli büyük bir yazarla karşı karşıya olduğumuzun önemli bir kanıtı…

***

KÜÇÜCÜK

1

“Pişti”de çaylar gene onda kalınca, Allahlı kitaplı bir gamato salladı kahvenin rutubetli alacakaranlığına. O sıra oracıkta çay bardaklarını yıkayan kahveci ocaktan ok gibi fırlayıp “Gamatoyu hangi ineğin” salladığını sorunca da şafak attı. Kahvecinin Allahlı kitaplı küfüre şakası olmadığını bilirdi. Bilirdi ama sırtı sırtına üç gündür otuz altı çaydı yutulduğu!…
“Ha? Hangi inekti gamatoyu sallayan?”
Altındiş araya girdi:
“Boş ver Hasan Ağabey, ağzından kaçtı.”
“Ağzından mı? Senin ağzından mı lan?”
Sarı saçlarının dipleri ter içinde Erol, duru mavi gözleriyle suçlu suçlu güldü.
“Cevap versene lan!”
Ciddileşti:
“Kusura bakma ağabey, ağzımdan kaçtı.”
Dirseklerine kadar sıvalı kupkuru kolları, sivri burnu, burun köklerine akmış ufacık, simsiyah gözleriyle ağzına geleni bir yaylım ateş gibi püsküren kahveci, Sarı Erol’un sövülmedik yerini bırakmadıktan başka hızını alamadı, elinin tersiyle delikanlının burnuna vurdu:
“Kalk, kalk burdan inek. Gelme bir daha kahveme!”
Kanayan burnunu avucu içine alarak kalktı, arkadaşlarının arasında kahve kapısına yürüdü. Hasan Ağabey’in içeri girmiş çıkmış, vurmuş vurulmuşluğunu biliyordu. Sonra gene biliyordu ki, harama uçkur çözer, denk getirdi mi çalar çırpar, esrar, afyon, eroin satar, kullanırdı ama, dinine Allahına da bağlıydı. Kahvesinde Allaha küfredildiği zamanki öfkesi, gözlerinin önünde karısına sataşıldığı zaman duyacağı öfkeden aşağı olmazdı. Kahveden çıkarlarken Erol’u omuzundan tuttu:
“Nereye?”
Erol’un duru mavi gözlerinde korku, kekeledi:
“Git, dedin gidiyorum Hasan Ağabey…”
“Yutulduğun çaylar ne olacak?”
“………………?”
“Burası Dingo’nun ahırı mı?”
“Estağfurullah Hasan Ağabey.”
“Sökül mangırları!”
Altındiş’ten filan medet olabilir miydi? Baktı, her birinin yüzüne ayrı ayrı baktı. Yoktu. Hiçbiri oralı olmuyordu.
“Sökülsene lan!”
Yıllarca önce, babasının sağlığında, okuldan kaçtığı için odunla dayak yediği sıra yaşlı gözleriyle nasıl baktıysa gene öyle baktı.
Hasan Ağabey anlamıştı:
“Madem paran yok ne diye oturuyorsun kumara?”
Canını dişine takarak:
“Yarın,” dedi, “yarın getiririm.”
“Fıkara ananı sıkboğaz edip mi?”
“Yok, değil.”
Altındiş’le ötekiler gülerek bakıyorlardı. Olsa belki verirlerdi ama onlarda da yoktu. Sonra, ne diye sallamıştı Allah kitaplı küfür? Bilmiyor muydu Hasan Ağabey’in şakası olmadığını?
Kahveden çıktılar.
Mahalleye lacivert bir akşam inmişti. Köşe başlarındaki ampullerin pırıl pırıl kıpırdandığı serin bir akşam. Parkın arkasındaki sinemanın alabildiğine açık pikabının sesi bu serin, bu yalınayaklı mahalle çocuklarının kovboyculuk oynadığı, japone kollu kızların sinema önlerinde tur attıkları lacivert geceye parazitli parazitli yayılıyordu.
Sigara için elini cebine attı, yoktu. O da yoktu Allah belasını versin. Ama düzeltecekti bu mangır işlerini. Yarın kulübe gidecek “Yüzlüğü veriyor musunuz?” diyecekti. Vermediler mi. Ateşspor’la anlaşıp elliliği alacak, bir hafta on gün, idareli giderse bir ay mangırlı dolaşacaktı.
“Bi cigara versenize!”
Hangisi olduğunu anlamadan uzatılan sigarayı aldı, Altındiş’in çaktığı kibritten yaktı. Bir şey değil, fena küfretmiş, fena tartaklamıştı. İçeri girdi çıktıysa, vurdu vurulduysa ona neydi?
Aklından geçenleri biliyormuş gibi Altındiş:
“Boş ver…” dedi.
Duru mavi gözleriyle ayıldı:
“Büyük diye ses çıkarmıyorum, vuruyor bir de.”
“Yarın mangırı kimden iyi edeceksin? Ayten’den mi?”
Sahi, bunu hiç düşünmemişti. Ateşspor’un elliliğine fit olmaktansa asılırdı Ayten’e. Borçlarını öder, beklerdi kulübünün yüzlüğünü. Zehir gibi sol haftı. Evvelki hafta Ateşspor’la yaptıkları maçta karşısındaki sağ açığa adım attırmış mıydı? Herifi esaslı bir dizle çürüğe çıkarmıştı da umumi kaptan “Yaşa Erol!” dememiş miydi?
Kendini Ayten’lerin çürük tahta perdesi önünde buldu. Avlu kapısı açıktı, girdi. Ayten’in Tahmis’teki tuzculardan birinde çuval dikiciliği yapan, kalın bacakları parmak parmak varisli teyzesi maltız başına çömelmiş, cızırdayıp duran tencereyi karıştırıyordu.
Sertçe sordu:
“Nerde Ayten?”
“Bilmem. Sinemaya diye çıktıydı.
Elindeki kaşığın burnuyla maltızın yanındaki teneke kutudan bir parça Vita yağı alıp cızırdıyan tencereye koydu. Yeni yağ acı acı çıtırdadı.
“Ne yapacaksın?”
“Lazımdı.”
“Annen ne yapıyor? Nasıl oldu böbreklerinin ağrısı?”
Elindeki sigaranın külünü sinirli sinirli çırptı:
“Ne bileyim yahu. Demek sinemaya diye çıktı?”
“Sinemaya mı, parka mı, tur mu atıyorlar, bilemem.”
Hâlâ cızırdayan tencereyi geride bırakıp avludan çıktı. Kızı bulsa iyi olacaktı. Sinemaya gittiğine göre mangır tutuyordu herhalde. Mangır tutuyorsa. Çok değil, bir beşlik, ya da bir onluk… Hasan Ağabey’in borcunu temizler, üst yanıyla da kulübünden istediği yüzlüğün verilmesini beklerdi.
Altındiş’le ötekiler yazlık sinemanın iri ampulü altında afişlere bakıyorlardı. Film değişmişti. Boktan bir aşk filmi. Onlarsa vur kırlı kovboy filmlerine bayılırlardı.
Erol’u görünce haber verdiler:
“Seninki demin şu yana gidiyordu!”
“Ayten mi? Kim vardı yanında?”
“Kart bir karı.”
“Kart bir karı mı? Ne yana gittiler?”
“Parka doğru.”
Hızla uzaklaştı.
İkindiüstü park bekçisinin kırmızı lastik hortumla suladığı parktan lacivert geceye yayılan pikap, bol yıldızlı göğün altında serinlemeye çalışan insanlara neşe veriyordu. Fırının üstündeki harap pembe evin tam köşesinde yanan sokak lambasının ölgün sarı ışığı içinde kloş etekli kızlar, siyah eşarplı orta yaşlılar, sigaralarının ateşleri kırmızı kırmızı yanıp sönen, arada boğuk boğuk öksüren ağır uslu bir kalabalık.
Erol sevgilisini boşuna aradı. Elindeki izmariti bir fiskeyle fırlatmadan önce yenisini yakmak isterdi ama…
2
Kırpışan yıldızların altında deniz uslu uslu yatıyordu. Kıyıya çekilmiş sandallar, tuzlu ıslak balıkçı ağlarıyla yaş halatların arasında, nemli kuma yanyana oturmuşlardı. Yeni bir sigarayı tükenen izmaritinden tazeleyen kart karının çatlak sesiyle deminden beri anlattıklarına hak vermekle beraber, Erol’un nikahlı karısı olmaya da can atıyordu. Dünkü adamın sert kıllarla kaplı yüzü yanaklarını çok acıtmıştı sonra. Acıtmıştı ama, bol da para vermişti. Her gün gitse, her gün bol para sızdıracağını biliyordu. Arada Erol olmasa…
O gece, kış içinde karların savrulduğu gece Erol’la sabahladıkları ahırda Erol “Merak etme. Annemi gönderir istetirim. Nasıl olsa benim değil misin?” demişti. İnanıyordu Erol’a. Annesini gönderirdi, mutlaka gönderir, istetir, evlenirdi. Evlenseler ne iyi olurdu! Teyzesi çalışıyordu, Erol’un annesi de çalışıyordu. Tahtakale’de, Erol’la kendisi de çalışsalar, hep bir arada otursalar, çocukları olsa…
İçini çekişini mimleyen kart karı:
“Yoksa birine mi vurgunsun?” dedi.
Ayten yıldız ışığında mavi mavi gülüverdi.
“Boş ver. Gençsin, güzelsin, bir erkeğe kul olunacak devir mi? Et on liraya bulunmuyor, fasulye, pirinç, ayakkabı, elbise ona keza. Hem ne çıkar birini sevmekten? Sevgilin gene sevgili. Ruhu bile duymaz. Açık bir yol. Ha bir araba geçmiş, ha da bin araba. Benim elimde senin gibi neler var. kuruyemişçi sana abayı yakmış da onun için geliyorum. Yoksa…”
Kumları hışıldatan ayak sesleri duyunca sustu. Yanyana iki insan karaltısı önlerinden sigara içerek geçti.
“… yoksa adımımı atmam vallahi. Bu zamanda ne ana, ne baba, ne de sevgili. Deminki kocakarı annen mi?”
“Teyzem.”
“Annen yok mu?”
“Ne annem, ne babam.”
“Demek teyzen? Annen bile değil. Senin yerinde olsam, kuruyemişçiyi kaz yolar gibi yolarım. Herifte para tonla. Görmedin mi o gün kasasını? Aptallığı bırak da yemeye bak. Deli gençlik, insanı türlü havalara çevirir. Bu gençlik, bu güzellik geçicidir. Zamanında ben de senin gibiydim. Peşimden koşanlarım nah, böyleydi, kum gibi ama ben…”
“Sen de birini mi severdin?”
“Senin gibi, aklım tepemden bir karış yukardaydı. Sonum işte. Allaha çok şükür, o işlere tövbekâr oldum, vasıtalık yapıyorum. Başka geçimim yok ki…”
Sigarasından duman aldı.
“Önüme düştüler, sağdan vurdum, soldan vurdum, avuç avuç götürdüm yazının itine. Değil böyle senin gibi, çiçek gibi gezdirirdim deyusun oğlunu. Harçlığı da caba.”
“Sonra?”
“Sonra, benden alır götürür sevdiği postala yedirirmiş!”
Ayten’in içinden kıskançlığın sızısı geçti:
“Benimkinin benden başka sevgilisi yok!”
“Ben de öyle sanırdım…”
“Vallahi yok, bil ahi yok.”
“Bugün yoktur, olmayabilir ama…”
“E…?”
“Bir gün olabilir.”
“Hele olsun…”
“Ne yaparsın?”
Kendimi öldürürüm!” diyecekti, demedi. Uzaklara, taa uzaklara kaldırdı bakışlarını. Kayığının burnuna takılı karpit lambasiyle bir balıkçı kayığı geçiyordu süzülerek.
“Hiçbir şey yapamazsın. Deli deli ağlarsın bir iki, o kadar. Ondan sonra alışırsın. Yarın öğleden sonra, üçe doğru, unutma!”
Ayten eliyle saçlarını düzeltti. Adamın kıllı yüzü yanaklarını acıtıyorsa da bol para veriyordu. Erol’un bundan haberi yoktu henüz. Duysa, sağlama temizlerdi. Temizlemese bile ağzını burnunu kırar, basar gider, dünyada göz yummazdı. Hangi erkek göz yumabilirdi ki? Yumamazdı ama, Erol’la beş parasız yaptıklarını, boyuna yaptıklarını yüzü kıllı adamla pek pek iki sefer yapmışlardı da neyi eksilmişti? Şu karının dediği gibi, gerçekten de yoldu, ha bir araba geçmiş, ha bin. Üstelik bol para da veriyordu adam.
“Sevgilinin ruhu bile duymaz. Teyzene parayı verince ne dedi?”
“Hiiç. Sevindi.”
“Nerden aldın demedi mi?”
“Teyzeme para olsun da…”
“Tabii. Akıllı kadın da ondan.”
Kalktılar. Semt sineması başlamış olacaktı. Yerli bir aşk filminin sevda üzerine boktan konuşmaları bu İstanbul kenar mahallesinin koyu lacivert gecesine kaba kaba yayılıyordu.
Parkın kapısında tam ayrılacaklardı, Erol:
“Nerdesin lan?”
Karşılık verirken geriledi:
“Pakize Abla’yla deniz kenarında oturuyorduk.”
Elini kart karıya uzattı:
“Bana müsaade Pakize Abla.”
“Güle güle yavrum.”
Hızla ayrıldılar.
Ayten, Erol’un elini tuttu. Onu az önce kart karıyla yan yana oturdukları tuzlu balık ağlarıyla ıslak halatların oraya çekti. Uzaklardaki balıkçı kayığı karpit lambasıyla dönüyordu.
“Kimdi o karı?”
Ayten yanına oturdu, dirseğiyle delikanlının baldırına dayandı:
“Hiç. Bir tanıdık.”
“Seninle ne alışverişi var?”
“Teyzemin ahbabı.”
“Sana ne?”
“Hiiç…”
“Mangırın var mı?”
“Var.”
“Ver.”
“Ne kadar?”
“Ne kadar var?”
Az kalsın iki gün önce kuruyemişçiden aldığı paranın tümünü söyleyecekti.
“On lira.”
“Ver. Yarın, yahut öbür gün kulüpten bir yüzlük iyi edeceğim.”
“Peki, al.”
Delikanlının bugünkü antrenmanda taç atarken futbol topundan tozlanan sert eli onluğu şaşılacak bir çabuklukla aldı, sekize katlayıp pantolonunun bozuk para cebine yerleştiriverdi.
Kız iki eliyle delikanlının sağlam adaleli koluna tutunmuştu. Sonra kola yanağını dayadı. Bir kedi sokulganlığıyla, yavaşça sordu:
“Beni ne zaman isteteceksin?”
Delikanlı bundan öncekiler gibi parladı:
“Başlarım şimdi sinsilenden ha!”
“Peki peki, soran ben değilim.”
“Şu yüzlüğü alalım, iyi kötü bir iş uyduralım diyoruz, hala ne zaman isteteceksin. İstetmek kolay. Sonra? Neyle evleneceğiz? Evlendik. Ev kaydını neyle düzeceğiz?”
Kız, delikanlının kucağına boylu boyunca uzandı. Delikanlının elleri kızın belini kavradı. Kız titredi.
“Ev kaydını düzmek çok mu zor?”
“Zor tabii.”
“Ben de çalışırım.”
“Nerde?”
“Nerde olursa.”
“Erkeklerin arasında değil mi? Bana bak, çalışmaktan bahsedip durma kırarım çenelerini!”
Yattığı yerden iki eliyle delikanlının kuvvetli boynuna uzandı, tuttu, kendini yukarı çekti, dudaklarını genç adamın dudaklarına yapıştırdı. Sonra ayrıldılar.
“Beni erkeklerden niçin kıskanıyorsun?”
Karşılık alamayınca öpüşü tekrarladı. Dudaklarını az çekti, ılık ılık sordu:
“Hey böyle kalsak, dudak dudağa, kucak kucağa… Ha? Sen istemez misin? Niye cevap vermiyorsun? Yoksa…”
“Ne yoksası?”
“Benden başka birini…”
Delikanlının boynunu bırakıp kucağında hırsla doğruldu:
“Söylesene, benden başka birini mi yoksa?”
Delikanlı derin bir iç geçirdi:
“Yok canım…”
“Ya…”
“Şu Hasan Ağabey…”
“Kahveci mi?”
“Az kaldı cam, çerçeve indirecektim ama.”
“Niçin? Niçin Erol?”
“Hiç. Büyük diye hatır saydım.Yoksa vız gelirdi onun içeri girip çıkmışlığı…”
Olanları uzun uzun anlattı. Onluğu bunun için almıştı. Şimdi gidecek, parayı suratına fırlatacak, tabii bir daha da uğramayacaktı semtine.
Ayten sımsıkı sarılarak inledi:
“Erol, Erolcuğum…”
“Ne var?”
“Beni düşün!”
“Neyini düşünecekmişim senin?”
“Kavga etme.”
“Edersem n’olur?”
“Hapse atarlar seni!”
“Atarlarsa atarlar be! Hapse girmiyelim diyeite köpeğe boyun mu eğelim? Erkekliğe sığar mı? İşitirsen tuh demez misin bana?”
“Seni hapse atarlarsa ne yaparım ben?”
Delikanlı dimdik, tekrar kollarını boynuna dolayıp göğsü üstünde hıçkıran sevgilisine bakmıyordu. Gözleri ta uzaklarda, uzaklardaki koyu karanlığın içinde eriyip giden karpit lambasındaydı.
“Erol!”
“……………..”
“Erol diyorum.
“………………..”
Sarstı:
“Erol diyorum duymuyor musun?”
“Ne var?”
“Sar beni!”
Sardı. Biraz da isteksizlikle, kızı tuzlu ağlarla ıslak halatların üzerine sırtüstü yıktı. Kalktıkları zaman uzaklardaki karpit ışığı büsbütün silinmişti.
Ayten eteğini çırptı.
Erol dağılan saçlarını kirli tarağıyla çabuk çabuk taradı.
“Gidelim hadi.”
“Beni her zaman seveceksin değil mi?”
“Her zaman.”
“Benden habersiz, benden başkasını sevmiyeceğine söz ver!”
“Canım bırak bu saçmaları.”
“Seversen gözlerin kör olsun mu?”
“Olsun.”
“……………..”
“!!!!!!!!!!!”
Aytenlerin avlusunu çevreliyen tahta perdenin önünde ayrılmadan önce kız:
“Hasan Ağabey’le sakın kavga etme!” dedi.
Oğlan cevap vermedi.
Kız asıldı:
“Etmeyeceksin değil mi? Söz veriyorsun, kavga etmiyeceksin Hasan Ağabey’le değil mi?
“……………..?”
Niçin susuyorsun?
“……………….?”
“Yoksa, yoksa Erol… Kavga edersen ölü yüzümü öp. Söz veriyorsun değil mi?”
Kıza bakmıyordu. Dirseklerine kadar sıvalı montgomerisi, kabarık sarı saçlariyle kocaman bir horozu hatırlatıyordu. Sonunda:
“Etmem,” dedi, “merak etme.”
“Parayı götür güzellikle ver.”
“Hadi sen voltanı al bakalım artık!”
Kız avlu kapısından girdi. Islak iskarpinleriyle sevgilisinin ardından uzun uzun baktı. Ya şimdi gider de parayı adamın yüzüne fırlatırsa? Ya adam bıçağını çeker üstüne yürürse? Ya saplarsa? Ya da adamın bıçak çekmesine bırakmadan yumrukla adamı haklarsa? Ya karakola, ordan da hapse atarlarsa?

Kahveye geldiğinde Altındiş’le ötekileri gene pişti oynar buldu. Hasan Ağabey hep o dirseklerine kadar sıvalı kupkuru kollarıyla karşısına dikildi:
“Gene mi geldin lan? Ben seni bugün kahvemden kovmadım mı?”
Sekize katlı onluğu uysallıkla çıkarıp uzattı:
“Borcumu getirdim ağabey.”
Kahveci birden yumuşadı, hatta karşısında geniş omuzları, uzun boyu, mavi gözleri, sarı kıvır kıvır saçlarıyla bir heykel kadar sağlam delikanlıya acıdı. Onluğu bozarken “delikanlıyı madara eden” devire sövdü içinden: “Bizim zamanımızda birisi karşımıza çıkıp sövecekti de yutacaktık ha?”
Otuz sekiz çay parası, bardağı onyedi buçuktan, altı yüz altmış beşin üstünü verirken:
“Bak,” dedi, “aslan gibi delikanlısın. Allaha, kitaba sept etmesen de beni kızdırmasan olmaz mıydı? Ne diye birbirimizin kalbini kıralım şu fani dünyada be evladım?”
Boynunu zavallıca bükmüş delikanlıya adeta emretti:
“Geç arkadaşlarının yanına hadi!”
3
Ertesi gün üçe doğru Mahmutpaşa esnafının allı, yeşilli, sarılı, morlu ses kalabalığı içinden Tahtakale’ye indi. Pakize Abla kocaman yüzü siyah, sert kıllarla kaplı kuruyemişçinin dükkânında bacak bacak üstüne atmış, sigara içiyordu:
“Nerde kaldın be kızım?”
Şaştı:
“Üçe doğru dememiş miydiniz?”
Kocaman yüzü siyah, sert kıllarla kaplı adam bilek saatina baktı:
“Tam vakit, kızma!”
Karşı leblebici dükkânının kararmış simsiyah tahtaları, paslı kiremitleri üzerinden dükkâna vuran güneş bir kenardaki iğde çuvalını parlatıyordu. Ayten ne güneşin farkındaydı, ne de dükkânı ayıran buzlu camların ötesinde konuşulanların. “Nerde kaldın be kızımmış. Üç dedi, üçte geldik, bir de…”
Ablak yüzü siyah, sert kıllarla kaplı adam yeşil kasasının kapağını çekmiş, Pakize Abla’yla konuşuyordu:
“Oldu mu?”
“Olmaz, vallahi olmaz. İki kişisiniz madem, otuzardan altmışınızı alırım. Kıza da ne münasip görürseniz verirsiniz!”
“Ne verelim?”
“Ne verirseniz verin.”
“İki kişi olduğumuzu anlayınca aksilenmesin sonra?”
“Yok canım, aptalın biri.”
“Peki ne verelim?”
“Yedirip içireceksiniz, birer de onluk pasa edersiniz biter gider.”
“Demek sen altmış istiyorsun?”
“O da senin gül hatırın için. Yoksa vallahi ellişerden aşağı olmaz. Bir teyzesi var, ben olmasam şurdan adımını attırmaz. Sonra, nişanlı kız, biliyorsun.”
Ayten bir kenarda hâlâ sinirli, dikiliyor, ablak yüzü kısa, sert kıllarla kaplı kuruyemişçinin Yabanâbat’lı çırağına dikkat bile etmiyordu. Etse, nasıl yiyecek gibi baktığını görecek, uzun kirpikli iri siyah gözlerin gerisinde nelerin geçtiğini yüzde yüz anlamasa bile sezecekti.
Böyle bir kızla konuşmak, nişanlanmak, sonra da evlenmek isterdi Yabanâbat’lı. Geçende ilk gördüğü zaman beğenmişti. En çok beğendiği yeri gözleri. Gözleri çocuksu çocuksu bakıyor, gülüveriyordu. Alnı üstünde makasla şıp diye kesilmiş bebe saçları, yeni kabarmaya başlamış ufacık göğsü, kalçaları. Onunla yatmak değil de saklambaç, beştaş, köşe kapmaca oynanabilir, güneşi kaplayan büyük ağaçların nemli, koyu gölgesinde ekmek peynir, yeşil soğan yenebilir, şırıltısı ormanı dolduran kaynaktan kana kana içebilirdi.
Birinde komşu kızı Şadiye’yle Çamlıca’da koşmuş, oynamış, ekmek peynir, yeşil soğan yemişler, kaynaktan yan yana su içmişlerdi de, dönüşte kızın annesi ağzını açmış gözünü yummuştu. Ama bir başka gün gene Şadiye’yle buluşmuşlardı büyük çınarın altında. Ay vardı, yıldızlar kocaman kocamandılar. Derin gecenin bir yerlerinde bir köpek uluyordu, kamyon homurtuları, tramvay gıcırtıları geliyordu aşağılardan.
Ustasının sesi:
“Dükkândan bir yere ayrılma. Yediye kadar gelmezsem kapat git!”
“Peki usta.”
Dükkândan atlayarak çıkan kızın ince, ama dolgun bacaklarına takılı gözleriyle iğde çuvalına dayandı kaldı.
Berikiler, serin alacakaranlıkta elektrik ampullerinin sarı yandığı Mısırçarşısı’na daldılar. İki yandaki yemişçi dükkânlarını, vitrinlerindeki çengellere körpecik asılı süt kuzularını, kocaman rakamlı etiketleriyle ateş pahası tereyağlarını, yeşil, beyaz, sarı kalıp kalıp sabunları, kavanozlarda balları, reçelleri, küme küme zeytinleri, kaşar tekerlerini, halıları, kilimleri, vitrinler dolusu elektrik ütülerini, gaz sobalarını, kocaman taneli kehribar tespihleri, ağızlıkları, nargileleri, pastırma, sucuk hevenklerini yanyana geçip Eminönü kapısının çiy aydınlığında Pakize’den ayrıldılar.
Adam Ayten’i kolundan sımsıkı tutmuştu. Elinden kaçacak, ya da uçup gidecekmiş gibi; bir taksiye atladılar. Şoför memnun, taksi saatini çevirirken sordu:
“Nereye?”
Yüzü kısa, sert kıllarla kaplı adam Boğaz’da bir otel ismi verdi.
Alnı üzerinde uzun bir makasla şıp diye kesilmiş bebe saçlarıyla Ayten taksinin yarı inik pencere camından akıp giden dışarıya bakıyordu. Tramvay, dolmuş, otobüs, insan seli. Bu selin arasından şaşılacak bir hızla kayıyorlardı. Birdenbire güneşi yutan yanyana, sıra sıra, yüksek yapıtların arasından hiç bilmediği, şimdiye kadar hiç görmediği bir İstanbul’a çıktılar. Sonra başka, daha sonra daha başka bir İstanbul. Bu İstanbul, bu İstanbullar, boyuna değişen başka başka İstanbullardı. Tekerleri tırtıllı dev makinelerin toslayarak yıktıkları kocaman ağızlariyle yutmaya çalışan sahiçi devlerin toz bulutları arasından, yüksek beyaz duvarlar, taşları kararmış bir takım eski kemerlerin altından geçip, değişik İstanbullara dalıyorlardı. Değişen her İstanbul bir önceki İstanbul’dan başkaydı. Daha sonra tatlı bir eğriyle mavi denizin kıyısından bol bir güneşe dalındı. Bol güneş, mavi deniz, bulutsuz masmavi gök… Hoşuna gidiyordu bütün bunlar. Taksinin yarı açık penceresinden rüzgarın bebe saçlarını uçuruşu, değişik İstanbullara dalıp çıkmak, Boğaz’daki bilmem ne oteline gidecek kadar büyüdüğünü hissediş… Yanında kısa sert kıllarla yüzü kaplı, şu kalın kaşlı adam değil de Erol, Erol’u olsaydı daha hoşuna giderdi. Pakize Abla’nın o gece deniz kıyısında söyledikleri doğru olsa bile, boyuna değişen bu İstanbullar Erol’suz gerçekten tatsızdı. O gece, karların savrulduğu gece, ahırın sıcacık fışkısı üzerinde kolları arasına alıp, gözlerinin yaşını sert ovucuyla silerek söylediklerini nasıl unuturdu! Pakize Abla ne derse desin, bir gün Erol annesini gönderip istetecekti. Başkasına benzemezdi o, yalan söylemezdi, aldatmazdı. Yalan söyleyip aldatacağını bilse, inansa buna, kendini belki de…
Araba kuvvetli bir frenle süslü demir bir kapının önünde durunca düşündükleri sanki fırlayıp gitti. Sarı pancurları çekili, yeşilliklere gömülmüş bir oteldi. Kapıdan girdiler. Basıldıkça çıtırdayan kırmızı, daracık bir yoldan mavi etekler boy atmış çiçeklere sürtüne sürtüne geçti. Birkaç basamaklık taş bir merdiveni adamla yanyana çıktı, küçük küçük mavi camlarla işli sarı boyalı bir kapıdan holün insansız loşluğuna girdiler. Loş bir sessizlik, loş bir tenhalık. Geçtiler. Tertemiz bir merdivenin yeşil, kırmızı çiçekli muşambalarını çıktılar. Yeni bir dehliz, bir sofa, sofaya inik beyaz perdeleriyle suçlu suçlu bakan pencereler. Bu pencerelerden birinin yanındaki kapıdan odaya girince, tenhalık birdenbire şarap şişelerinin duru kızıllarında bozuluverdi: Yuvarlak bir masa, üzerinde küçük kırmızı turplarla işli salata, kocaman bir beyaz tabakta ince bir dilim beyaz peynir, bir başkasında dilinmiş hıyar turşusu ve masa başında sivri çenesiyle tilki yüzlü bir adam:
“Nerde kaldınız be yahu?”
Gözlerinin akları damar damar kızarmış bu adamı da, birlikte geldiği kuruyemişçi gibi, beğenmedi Ayten. Beğenmedi ama, ne çıkacaktı beğense? Değişecek olan neydi?
Kanatları iki yanlara açık pencereden denize, denizin ötesinde tatlı, yeşil bir eğrilikle yükselen kıyılara, kıyılardaki kırmızı kiremitli köşklere, mavi göğe bakıyordu. Erol bilseydi buralara geldiğini! Bereket bilemezdi. Tanış hiç kimseye de rastlamamışlardı. Rastlasalar, mahalledeki Arnavut Sabahat gibi birine rastlasalardı. Sabahat için neler diyorlardı… Beyoğlu’nda, bilmem ne sokaşındaki bir randevu evine girip çıktığını görmüşler de inkardan gelmiş, Kuran’a el basmıştı yalan diye. Madem Kuran’a el basmakla bitiyordu iş, o da basardı gerekirse. Hem de iki elini birden!
“Küçük hanım, bizden sıkıldın galiba!”
Döndü. Sivri çenesiyle tilkiyi hatırlatan adamdı, gülüyordu sinir sinir. O da gülmeye çalışarak:
“Estağfurullah…”
Dedi ama, yoktu estağfurullahı mestağfurullahı; sıkılıyordu işte. Ne diye gelmişti sanki? Kalkıp gitse, bir daha da gelmese böyle yerlere. Onu zorlayan mı vardı?”
Tam bu sırada tuvaletten dönen uzun boylu, siyahlı kadını da beğenmedi. Her halinden “orospuluk” akan, sarhoş, sert bakışlı, anasının gözü bir kadın. Otuz beşlik. Belki daha azdı ama Ayten onu mahalledeki Süheyla Abla’ya benzetmişti birden. Bakkalın karısı yırtık Süheyla Abla. Hiç sevmezdi. Lafı ağzında, küfürbaz. Kocasının veresiye defterlerini karıştırır, genç güzel borçlu kadınlara açardı ağzını yumardı gözünü. Teyzesi demişti ki Ayten’in: “Kocasını kıskanıyor. Borçlarımnı parayla değil, başka şeyle ödeşeceklerini sanıyor!…”
Ayten başının bir davranışı ile alnındaki saç tutamını sanki geriye attı. Alışkanlık. Oysa bebe kestirmişti alnındaki saçını. Ona neydi siyahlı kadının yaşından, Süheyla Abla’ya benzemesinden? Dudağının koyu vişne ruju, gözlerinin kuyruk kuyruk sürmesi…
“Haydi bakalım abla, şerefe!”
Önündeki ince, uzun bardağa şarap konmuştu, habersiz. Aldı. Tokuşturdu, içti. İlk içmiyordu şarabı. Erol’la çok içmişlerdi. Erol’dan önce de içmişlerdi Semra’larla, geçen yıl. Hem de ne sarhoş olmuştu ne sarhoş. Sahi Semra’dan haber çıkmamıştı bir daha. Dal gibi bir deniz gediklisine kaçmış. Bolu’ya mı, Trabzon’a mı ne gitmişlerdi. Yaman kızdı. Birbirine çaktırmadan sekiz sevgiliyi öyle bir idare ederdi ki. Semra sekiz sevgiliyi idare ederdi de ondan aşağı mı kalacaktı?
Yüzü kısa kıllarla kaplı kuruyemişçiye göz ucuyla baktı: O da sevgili miydi? Allah yazdıysa bozsun. Hacı ağaydı o be, bal gibi hacı ağa. Dizine oturunca nasıl titriyordu enayi, neler söylemiyordu! “Yavrum,” “Nonoşum,” “Bir tanem,” “Elmasım…”
Gülüverdi.
Siyahlı kadın adamlara göz kırptı. İki yudumla daha şimdiden kafayı bulmuştu aptal. Bunu da “Karı” diye mi alıp getirmişti yani kuruyemişçi. Değer miydi, masrafa değer miydi?
“Ne süzülüp duruyorsun kızım, içsene!”
Çekinerek baktı:
“Ben mi?”
“Hayır ben!”
Gözlerini siyahlı kadından kaçırdı. “Kızımmış. Niye kızın oluyormuşum. Benim annem senin gibi kaşar mıydı?”
Yıllar yılı annesi diye hatırladığı alnı mavi tülbentle bağlı siyah saçlı kadının kuru, bembeyaz yüzünü gene sanki mavi bir duman gerisinde görür gibi oldu. Çok yapraklı ağaçların arasındaki harap toprak ev, bir su arkı başında boğula boğula öksürürken tıkanarak çömelen kır sakallı… kupkuru bir kadın, kuvvetli güneşin altında sarı mısır tarlaları, gıcırtılı sesleriyle kara kargalar…
Buralar nerelerdi? Adı neydi bu memleketin? Alnı mavi tülbentle sarılı kadın, kır sakallı ihtiyar nerdeydiler şimdi?
“Kızım senin aklından zorun var mı?”
Siyahlı kadının kötü kötü çatılmış kaşları.
“Benim mi?”
“A vallahi aptal bu. Dut yemiş bülbül gibi oturulmaz burda. Orospuysan orospuluğun hakkını ver. Çocuk avutmaya gelmedik buraya!”
“Orospu”dan ötesini duymadı. Önündeki masaya bir yumruk!
“Ben orospu değilim!”
“Ya?”
“Sensin orospu!”
“Ben mi?”
Masaya bir diz, şangırdayan şişeler, şarap bardakları, tabaklar. Bir tokat. Ayten iskemlesiyle yuvarlandı. Kalkmaya çalışırken bir tekme. Adamlar araya girmese öldürecekti belki de. Hüngür hüngür ağlarken:
“Seni, dedi, seni Erol’a söylersem!”
Sonrası toz, duman. Bileğinden bir başka odaya çekiliş, yayları paslı paslı gıcırdayan bir karyola, kirli beyaz örtüler…
Uyandığı zaman geceydi. Çırılçıplaktı karyolada. Kuruyemişçi değil, tilki yüzlü adam horluyordu karyolada.
Karyoladan korkuyla atladı. Şuraya buraya serpili pembe külotunu, pembe kombinezonunu, mavi kloş entarisini aldı, giyindi çabucak. Kapıya gitti, kilitliydi. Gözlerini odada korkuyla dolaştırdı. Kanatları artlarına kadar açık pencerelerden aydınlık gece, Boğaz’ın karanlık suları görünüyordu.
Pencere yanındaki iskemleye usullacık oturdu. Kuruyemişçi nerdeydi? Siyahlı kadın? Canları cehennemeydi Ah şimdi Erol’un yanında olsa, başını dizine koysa, ağlasa, ağlasa, ağlasa…

Benzer İçerikler

Parist e Balay – Jojo Moyes – Online Kitap Oku

yakutlu

Balkan Acısı

yakutlu

Kırmızı Saçlı Kadın | Orhan Pamuk

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy