TUTKUSU HÜRREM, GÜCÜ SÜLEYMAN, MASUMİYETİ İSE ESARETİYDİ!..
Üç kıtaya yayılan bir imparatorluk, sayısız entrikanın döndüğü bir saray, güç ve tutkunun kızı bir güzel, üç kalp ve bir aşk.
Osmanlı Sarayı’nın muhteşem atmosferinde, kudretle, aşkla kuşatılmış bir hayattı onunki. Çevresinde korkunç ölüm oyunları örülüyor, gölgelere sinmiş suikastçiler fırsat kolluyordu. Yaşamak için öldürmek zorunda kalmayı kabullenemeyen masum bir kalp ve çaresiz, telaşlı çırpınışları Osmanlı’nın unutulmaz dönemlerinden birinin saklı kılavuzuna dönüşecekti. Mihrimah’ı, elle tutulur hiçbir özelliği olmayan bir adamla evlenmeye zorlayan korkunç sır, annesi Hürrem’le arasındaki anlaşmada gizliydi. O güçte bir annenin, o tutkuda bir babanın kızı, Hafza’nın torunu, Sinan’ın açmazı, Rüstem’in gelini olmanın aykırı bir bedeli vardı. Artık ne Barbaros Hayreddin Paşa’nın kadırgaları, ne de Mimar Sinan’ın göğe astığı kubbeler güldürebilirdi kırgın prensesin yüzünü. Gözlerine çöreklenen tuhaf derinliğin esiri Mihrimah, kalbinden geriye kalan koca boşluğu, adını tarihe kazıyarak dolduracak ve…
…Hürrem-Mihrimah işbirliği, Cihan Devleti’nin kaderini değiştirecekti.
MUHTEŞEM SÜLEYMAN İLE BÜYÜK AŞKI, MOSKOF CARİYE HÜRREM’İN MAHZUN VE GÜZEL KIZIYDI MİHRİMAH.
İKTİDAR SAVAŞALRI VE AŞKLA YAZILMIŞ KADERİNİ, SÜSLÜ SARAY SALONLARINDA BİR YÜK GİBİ TAŞIDI.
ALKAZAR SARAYI
Sevilla İspanya, 1528
Uzun konçlu çizmesinin topuklarındaki sivri diş mahmuzların şakırtısına, sağ omzundan beline çaprazlama inen kuşaktaki kılıcın sesi eslik ediyordu. Anığı her adımda başındaki kocaman, geniş kenarlı şapkaya iliştirilmiş tavus tüyü titriyor plan, sol omzunun üstünden arkasına salıverdiği kırmızı peletinse uçuşarak peşisıra geliyordu.
Sevilla’daki Alkazar Sarayı’nın uzun koridorunda gruplar halinde toplanarak fısıldaşan kadınlar, bu çalımlı yürüyüşün sahibini meraklı göllerle takibe aldı. Konu bir anda imparator’un ateşli şehvet gecelerinden sızan dedikodulardan, suratını sık görmedikleri, fakat yakışıklı olduğunu kestirdikleri adama kaydı.
Elbisesinin göğsündeki sarıbeyaz çapraz anahtarlı papalık arması, Roma’dan geldiğini ele veriyordu. Sol eli pelerinin altında bir görünüp bir kaybolan kılıcın topuzlu bası üzerindeydi. Demek ki rahip değildi yabancı. “Böylesi daha iyi,” diye kıkırdadı göğüsleri elbisesinin yakasından fırlamak üzere olan kadın. “Hiç değilse onu yatağımıza almak için bir umudumuz olacak. Kim daha becerikliyse artık.”
Öteki kadınlar ipek mendilleriyle ağızlarını kapatarak gülüştü.
Kadınlardan biri, kocaman yelpazesini sallayarak kendini yabancıya göstermek için öne çıktı. “Gece kimin koynuna gireceğim belli oldu. Onu hiçbirinize bırakmayacağımdan emin olabilirsiniz.”
Yanına sokulan arkadaşı güldü. “Kraliçe’den sana kalırsa!”
Sütunların arasından İmparator’un teşrifatçısı göründüğünde, yabancı, koridorun sonundaki çift kanatlı, muhteşem kapının önüne kadar gelmişti. Kanatlarını ancak iki muhafızın çekebildiği ağır kapı yavaşça iki yana doğru açılırken, teşrifatçı, dar, yünlü pantolonun içinde kalçalarını kıvırarak “Sakın selamlamayı unutmayın,” diye fısıldadı. Açılan kapıdan dışarı, sıcak havayla birlikte kadınlı erkekli sesler dağıldı. İki yana dizilmiş muhafızlar, uzun saplı pirinç borazanlarını aynı anda kaldırarak öttürdü. Ortalığı bir cayırtıdır aldı. Borular sustuğunda eşiğe koşan teşrifatçı, sağ bacağını ileri doğru uzatarak yerlere kadar eğildi ve kadınsı bir sesle bağırdı.
“Ispanya ve Almanya’nın, Hollanda ve Belçika’nın, Sicilya ve Napoli’nin kralı, Avusturya Arşidükü, Büyük Roma’nın kutsal varisi ve koruyucusu, imparator Şarlken…”
Ardından borazanlar yeni bir cayırtıya başladı.
Yabancının dudaklarından “Hah,” diye bir ses çıktı ama iki yana dizilmiş meraklı saray kalabalığı, borazan sesinden, bu alaylı iradeyi duymadı. İçinden, Çizmemin imparatoru, savaş meydanları kaçkını, diye homurdanarak salonun öbür ucundaki yükseltiye kurulmuş tahtında oturan Şarlkene doğru ilerledi.
Borazanlar tekrar sustu. Teşrifatçı bu kez, “Papa Hazretleri!” diye bağırdı. “Kutsal Efendimiz Aziz Clemens’in özel elçisi, Floransalı soylu, Gioliano Ortaviano de Medici!”
Elçi, basının üstündt oluşturulan borazan tünelinin altından azamede yürürken, belli belirsiz etrafı incelemeyi de ihmal etmedi. Tavana yakın yüksek pencerelerin yanlarına geçirilmiş mızraklardan, renk renk bayrak ve flamalar sarkıtılmıştı. Çoğu, Şarlken’in kendi kendine ilan ettiği imparatorluğun, sarı zemin üzerine çift başlı siyah kartal armalı bayraklarıydı. Kutsal Roma Germen İmparatorluğunun bayrakları. Flamalarda mor renk hakimdi. Romanın kudretinin rengi.
Şarlken, tavandan uzanan dev avizenin altındaki dört basamakla çıkılan tahtından, yaklaşan elçiyi tilki bakışlarıyla süzdü. Başında, üç sene önce Papa’nın Roma’yı kurtarmak için mecburen giydirdiği imparatorluk tacı vardı.
Şamlı piç, diye geçirdi içinden Medici hırsla. Dünyada bu herif kadar şanslı başka biri yoktu. Deli anasıyla sülalesinden birileri, bir yıl içinde peş peşe ölünce İspanya, Hollanda, Belçika ve daha bilmem nerelerin taçlarına konmuştu. Atilla’nın bile yapamadığını yapmıştı. Germen sürüleriyle Roma’yı işgal edip Papa Clemens’i hapsetmiş, kutsal şehri yağmalatmıştı. Ve Clemens onu imparator ilan etmek zorunda kalmıştı. Medici’ye sorsalar, Hıristiyan aleminde Şarlken hariç herkes, büyük Şarlken’ın kutsal tahtıyla, tacına layık olabilir ama o asla, derdi. Küstah bakışlarla kendisini süzen adamdan o kadar nefret ediyordu.
Yüksek arkalıklı muhteşem tahtın berisinde duran kara cübbeli, kara sakallı, kara külahlı iki adama gözü takıldı, ikiz kadar birbirine benzeyen kargaburunlu adamların bakışları, krallarıninkine rahmet okutacak kadar uğursuzdu. Kraliçe Isabella’nın, daha küçük olan tahtı, kocasının sol yanında, fakat bir basamak aşağıdaydı. Kadının bakışlarında meraktan çok beğeni okunuyordu. Medici, Kraliçe’nin bu kadar iri göğüsleri nasıl taşıdığını merak etti bir an. Isabella’nın göğüsleriyle ilgili hayalinde canlananları silmeye çalıştı. Tüylü şapkasını cakayla çıkararak hafifçe eğildi.
Şarlken, yanındaki sehpadan kocaman bir salkım üzüm alıp ağzına götürdü. Isırmadan durdu. “Kutsal Efendimizden bana ne getirdin elçi?”
Medici, Şarlken’in çirkin ve mağrur sesiyle yavaşça doğruldu. Siyah üzüm tanelerini yerlere dökerek salkımı dişleyen İmparator’a dik dik baktı. “Hiçbir şey,” dedi usulca. “Getirmeye değil götürmeye geldim.”
Salondan bir anda hayret nidaları yükseldi. Arkalarda kaldıkları İçin elçinin sözlerini duyamayanlar, “Ne dedi?” diye sorarak, öndeki soylulardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu.
Şarlken’in de şaşırdığı belliydi. Salkım tutan elini Öfkeyle havaya kaldırınca sesler bıçak gibi kesildi. Hareketinin etkisiyle birkaç üzüm tanesi üstüne düşünce, kalan çöpü sehpaya fırlattı. Ne böyle bir cevap ne de böyle dik başlı bir ifade bekliyordu doğrusu. Elçinin bakışları da bir tuhaftı. Gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu sanki adam. Ne, diye bağırdı içinden. Ne bakıyorsan? Ne demek fimdi bu? Roma’daki o lanet ihtiyar, yine ne haltlar karıştırıyor?
Sorgulayan sinsi gözleri bir süte daha elçinin üzerinde dolaştı. Birden adamın bakışlarını çözdü. Söyleyecekleri gizli. Daha önce akıl ameliydim bunu. Her taraf Osmanlı’nın casuslarıyla dolu, diye mırıldandı içinden.
Kalktı. “Gel,” dedi Medici’ye. Şarlken, onunla birlikle ayağa fırlayanlara, oturun oturduğunuz: yerde dercesine aksi bit el İşaret yaptı. Dört basamağı öfkeyle indi. “Bahçede konuşalım,” diye tısladı elçiye. “Umarım keyfimi kaçırmanızın haklı bir sebebi vardır.”
Kızgın Sevilla güneşi alanda inanılmaz gül kokularıyla yıkanan bahçede bir süre konuşmadan yürüdüler. Sessizliği Şarlken bozdu.
“Casuslarınızdan gelen son haberler nedir?”
Medici, adamın damarına basmak için “Hangi casuslardan?” diye sordu. Uykuları kaçacak şimdi, diyordu içinden de. “Kutsal Efendimizin her yerde gözü, kulağı var. Siz neredekileri kastettiniz acaba?”
Şarlken, elçinin imasını anlamazdan gelmeyi tercih etti. Haklıydı adam. Papa’nın casusları her yerdeydi. Yatağının altından çıksa bile şaşırmazdı. Casusların bazıları kara cübbeler içinde, bazılarıysa kendini kiliseye satmış soylu kılığındaydı. Bir de fahişeler vardı elbette. Kutsanmış orospular! Komutanlarına şarap içirip koyunlarına girerek ağızlarından laf almaya çalışırlardı. Bu işi cennete gitmek için yaptıkları yoktu tabii. Romanın akınlarıyla cenneti dünyada yaşamaya uğraşıyordu onlar.
“Konstantinopol’dekiler elbette, Sinyor. Sakın bana Kutsal Efendi’nin, Süleyman’ı gece gündüz izlemediğini söyledi.
“Söylesem de kimse inanmaz. Hem, yalan günahtır. Günahtan korkarım.”
…
Ustam ve Ben Roman Özeti (Elif Şafak)(Yeni sekmede açılır)
Yorgun Mayıs Kısrakları(Yeni sekmede açılır)
Yeniçeri Kılıç Kından Çıkınca(Yeni sekmede açılır)
Keloğlan Keleşoğlan(Yeni sekmede açılır)
Ben Bir Gürgen Dalıyım(Yeni sekmede açılır)