Carmen Haremde | Raşel Rakella Asal


O yaşıyor. Tarihin en büyük aşk hikayesi kaldığı yerden devam ediyor.

Carmen, şimdi bizim topraklarımızda, aşkın sırlarını Doğu’nun büyülerinde arıyor.

Dünyaca ünlü Carmen eseriyle baleden operaya birçok sanat dalında ölümsüzleşen Fransız yazar Prosper Mérimée, ölümünden 140 yıl sonra Sefarad kökenli Türk yazar Raşel Rakella Asal tarafından bu romanda yeniden karşımızda. Bu heyecan verici, sürükleyici, en az Carmen kadar tutkulu olan Carmen Haremde romanı günümüz dünyasının hâlâ en yakıcı tutkularından birisi olan aşkın, geçmişle en güzel ve görkemli buluşmasını sergiliyor. Bu çok ilginç ve sürükleyici yeni hikâye, unutulmaz Carmen’in gayrı resmi bir devamı niteliğinde. Bu olağanüstü hikaye, Lamartine’in “Dünyaya bir kere bakmak zorundaysan sadece oraya bak!” dediği İstanbul’da,  1830’larda geçiyor üstelik…

***

I

HAKİKİ RİVAYETLER

1

1831

Yokmuş bir aha ey gül-ı rana tahammülün
Bağrın ne yaktın ateş-i hasretle bülbülün

Nasıl da yalnız hissediyordu kendini… Boğulacak gibiydi. Galata Mevlevihanesi’nin soğuk duvarlarına, bahçe içindeki heybetli ağaçların gölgesi düşüyordu. Şeyh, yüreğine çöreklenen karanlıkla baş edemediğini hissetti. Yorgun ve bitkin gibiydi. Şeyh Galib öleli otuz seneden fazla olmuştu ve şeyh her gün biraz daha kendi yalnızlığında kayboluyor, adeta tükeniyordu. Neredeyse yıllardır kimi kimsesi yoktu. Galib öldüğünde o daha bir çocuktu; buna rağmen onun gazelleri ve deyişleri adeta nefes gibi işlemişti içine. Bütün bedeni “Galib! Galib!” diye iç çekiyordu. Şeyh onu yaşamıyor, onu soluyordu adeta:

Yek- rengdir zeban-ı hakikatte hüsn ü aşk
Bang- i hezar şu’lesidir ateş- i gülün

Şeyh, hem Galib’in hayranıydı hem de onun o eşsiz eseri Hüsn-ü Aşk’ın. Uzun zamandır kendi divanıyla şiirler de yazıyordu, ama bir türlü o tuhaf ve büyülü ahengi yakalayamıyordu. Mesnevinin etkisinden kurtulup da kendi varlığına ait yeni ve çok başka dizeler yaratamadığını fark ettiğinden beri bir öfke denizinin içinde kaybolup gitmişti adeta. Hüsn-ü Aşk’ın baş döndürücülüğü karşısında çaresiz gibiydi; kalıcı bir eser yaratamayacağını içten içe biliyor, ama yazık ki bunu kabullenemiyordu. Hüsn-ü Aşk’ın mükemmelliği karşısında ruhu kıskanç ve kötümserleşen şeyh, en çok da bu kıskançlık yüzünden harap oluyordu. Bir oğlan, babasını nasıl inkâr eder, onu nasıl kıskanırdı? Çaresizliğine, ne yapsa baş edemediği yalnızlığı eklenirken zihnindeki tüm güzel düşüncelerin karanlık ve dipsiz bir kuyunun dibinde sonsuzluğa doğru kayıp gittiğini fark etti. Bu efkâr içinde şeyh şimdi kendi şiirlerini ezberden söylemeye devam ediyor ve gizlice şarabını içiyordu:

Var renkte de âlemde de en hakiki gülizar
Dem-i halet, meşk-i feryadı adamakıllı bozar

Olmuyordu. Ne yaparsa yapsın harfleri onun gibi ustalıkla bir araya getiremiyordu işte! Şeyh, Galib gibi yazamıyordu. Öyleyse neden onu şeyhliğe getirmişlerdi. Şeyh olmanın kuralları arasında elbette güzel deyiş söylemek, güzel yazmak yoktu, yine de şeyh öyle bir bellemişti ki Galib ile rekabeti, birisi ona, ondan bir mısra az ya da çirkin yazdığını söylese oracıkta son nefesini verecekti.

Küçüklüğünde Mesnevi ile büyümüştü. Derviş hikâyeleri, çile sohbetleri, erenlerin efsaneleri, Yunus ve bilcümle sufi ve büyük sıfatlı, erdemli kişilerin menkıbeleriyle… Her gece Mevlâna Celâleddin Rûmi rüyasına girerdi. Gündüz okuduğu beyitleri gece rüyasında tekrar eder, Rûmi denen o yüce şahsın huzurunda okurdu.

Rüyalarında mekânı her zaman Konya’ydı. Son rüyasında da aziz Mevlâna’nın sağlığında henüz yapılmamış olan Mevlâna Türbesi’nin etrafında dolanırken bulmuştu kendini. Mevlâna’yı da, onun Mesnevi okumasını dinlemek üzere hemen yanı başında görünce, doğrusu ya hiç şaşırmamıştı. Uyandığında içini o güne kadar hiç rastlamadığı bir huzur kaplamıştı. Bu huzur, hayatı boyunca onunla gelecek gibiydi. Ta ki gönlü o kıskançlık ateşine kendini kaptırıncaya kadar. Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk’ına imrenmeye, Galib’den daha güzel şiirler yazmayı aklına koyuncaya kadar…

2

Masanın üzerindeki mühürlü mektubu bir türlü açamıyordum. Uzun zamandır Versailles ile bir ilişkim olmamıştı. Soğuk damga ve mührün kalıbı, açıkçası evrakın oradan geldiğine delalet ediyordu.

Yavaşça evrakı açtım. Mühür kırıldığında saç diplerimde bir sızlama baş gösterdi. Her şeyi sessizlik içinde yapmayı seviyorum. Nesnelerin bir sesi ve düzeni vardır. Onlarla konuşamasak da olaylar, nesneler dünyasından bize haber taşırlar. Olayları kaçırmamak için onları sessizce takip etmek gerekir.

Zarfın içindeki resmi bir yazıydı. Alelacele kaleme alındığı her halinden belliydi. Divit ucundan damlayan mürekkep, yazılı olmayan yerleri de nokta nokta kirletmişti. Birden bu yazının, yumuşak üslubuna rağmen öfkeyle kaleme alınmış olabileceği aklıma geldi.

Saygıdeğer Mösyö Mérimée

Bir müddet sizi, gizli bir evrakın tevdi edilmesi münasebetiyle, İstanbul Sefarethanemizde misafir etmek istiyoruz. Başkonsolos Mösyö Thouvenel’in acil daveti üzerine yapacağınız gemi seyahatinin ayrıntıları size özel ulak vasıtasıyla bildirilecektir. Bu bahsi görüşmek üzere yarın sabah 10.00’da sizi aramızda görmek istiyoruz.

Saygılar.

Fransa Hariciye Nezareti

Aklımda kalanlar bunlardı. Böyle resmi yazışmalara genelde maruz kalmasam da, nadiren aldığım mektupları saklama konusunda da pek isteksizimdir. Mektup Mösyö Thouvenel’den geliyordu; onunla daha önce seyahat yazarları adına verilen bir resepsiyonda tanışmıştım; Mösyö Thouvenel ise o tarihten sonra İstanbul’a başkonsolos olarak atanmıştı.

Kütüphaneme baktığımda İstanbul hakkında sadece bir kitap bulabildim: Voyage à Constantinople : fait à l’occasion de l’ambassade de M. le comte de Choiseul- Gouffier à la Porte ottomane.

Çok iddialı bir kitap olmamasına rağmen yine de fikir verici sayılabilirdi. Bununla yetinmeyip akşama doğru Paris sokaklarına dalarak favorim olan birkaç kitapçıya ve sahafa uğramaya karar verdim. Oralarda muhakkak bir şeyler bulacağımı ümit ediyordum. Bu konularda şanslı da sayılırdım. Neyi nerede aramam gerektiğini her zaman iyi bilirdim; biraz sezgilerim, daha çok da araştırma ve incelemeye olan merakım beni her zaman asıl hedefime mucizevi şekilde yönlendirirdi. Geç saatlere kadar sokaklarda dolaştım. Her zaman uğradığım kitapçılardan birisi kapanmıştı. Sahaflar ise kış mevsimi sebebiyle kitaplarını depolara saklamışlardı. Kışın dükkânlarını ısıtmaları zor ve pahalı oluyordu. Rutubetten az etkilenen nispeten yeni kitapları raflarında tutmuşlar, kalanları ise mahzene almışlardı. İstanbul üzerine yekpare bir kitap aslında yoktu. Daha çok mecmua ve Doğu rehberlerinin bazı bölümlerindeki İstanbul seyahat notları ve bilgilerden oluşan bir tomarı çantama atıp, vakit epeyce ilerlemişken nihayet eve dönebildim. Öyle ya da böyle, İstanbul’a hazırdım. Okumadıklarımı, bilmediklerimi artık orada öğrenip pekiştirecektim. Bu sürpriz gelişme aslında beni epeyce heyecanlandırıyordu. Pencerenin hemen önündeki koltuğa kendimi öylece bırakıp rahatlamaya çalışırken, İstanbul’la ilgili topladığım mecmua ve birkaç kitabı da çantamdan alelacele çıkarıp karıştırmaya başladım. Gözlerimi sayfaların üzerinde gelişigüzel gezdirirken bakışlarım sürekli olarak mecmuadaki resimlere takılıyordu; özellikle de boğazın arkasına saklanır gibi sıralanmış, sessizce bekleyen cami siluetleri… Topkapı Sarayı’nın birkaç resmi… Ve bir de… Gözümü dergiye iyice yaklaştırdım; sırtında kalın kumaştan, dökümlü, uzun, siyah bir pelerin; başında yaldızı çok değerli taşlarla örülü fesi ve boynunda parıldayıp duran madalyonuyla bu Osmanlı’nın şimdiki padişahı olmalıydı; Sultan II. Mahmud! Bir an kendi sesimin yankısından kendim ürkmüştüm. Şaşkınlığım bir Osmanlı padişahıyla karşılaşmaktan çok, onu kafamda daha farklı canlandırmamdan ileri geliyordu belki de; öyle ya, ben başında kocaman bir kavukla, cüsseli ve iriyarı bedenini kaftanlar içine hapsetmiş bir sultan ummuştum besbelli. Oysa resimdeki bu adam kumaş pantolon giymiş; ince, hatta belki de bir parça zayıf bedenini işlemeli, şık bir gömlekle dikkatlice örtüvermişti. Bir Türk’ten çok Avrupalı bir saray adamı gibiydi. İstanbul’a ait görüntüler mecmua sayfaları arasından bana göz kırparken, birden yorulduğumu hissettim. 1830 yılının aralık ayında İspanya’dan döndükten sonra, hava değişiminin de verdiği şaşkınlıkla bir hafta kadar yataktan kalkamamıştım. Şimdi kendimi daha iyi hissediyordum, ama yine da ara ara vücudumu yoklayan tuhaf bir ateş ve yorgunluk haliyle sık sık kendimden geçiveriyordum, ama ne olursa olsun, uzun bir yolculuğu kaldırabileceğimi iyi biliyordum; hele ki bu Akdeniz ötesi bir menzilse… Yarın sabahki görüşme olmasa şimdiden kendimi apar topar ilk trene atar, Toulon limanından kalkan bir gemiyle soluğu İstanbul’da alabilirdim. Bir gece bile olsa beklemeye tahammülüm yoktu aslında; bir an önce kendimi yarı masal yarı gerçek o büyülü şehre atmak istiyordum. Uykuya yenilmek üzere olduğumu fark ettiğimde birden yarınki görüşmeyi düşündüm. Acaba benimle ne konuşacaklardı? Gizli bir evrakın iletilmesi söz konusu olduğuna göre mesele önemliydi; aklıma hücum eden onlarca cevapsız sorunun ağırlığı altında, zaten hayli bitkin olan bedenim daha fazla dayanamadı ve zihnimde sultanların büyülü mekânı İstanbul’a ait görüntülerle gözkapaklarım usulca kapanıverdi.

Benimle bu meseleyi, o mesele her ne ise tabii ayrıntılı bir şekilde konuşacaklarını sanıyordum, fakat olmadı. Saatlerce bekledikten sonra, özür ve bin türlü tuhaf mazeretle elime İstanbul başkonsolosu M. Thouvenel’in bana gönderdiği davet mektubunu tutuşturuverdiler. Öfkelendiğimi itiraf etmeliyim, ama sonra, yani asıl maksadımı hatırlayınca, her şeyi unutuverdim. Bana yapılan bu teklif, benim için bulunmaz bir fırsattı ve yapmam gereken tek şey de davet mektubunu cebime koyup hayalini kurduğum bu seyahate çıkmaktı. Hariciye nezaretinden ayrılırken heyecandan ayaklarım birbirine dolanıyordu; eve uğrayıp zaten hazır olan bavulumu alarak limana doğru yola çıktım. İlk gemiye atlayıp bir an önce bu gizemli yolculuğa başlamak istiyordum. Hâlâ içinde ne yazdığını bilmediğim şu evrakı ve neden apar topar İstanbul’a çağırıldığımı adeta artık umursamıyordum; tek düşündüğüm İstanbul’du ve tabii ki bir zamanlar neredeyse tüm dünyaya hükmeden, ama artık zayıf, üstelik de hayli hasta ve zayıf bir imparatorluktan geriye kalanlar… Gemi limandan ayrılırken sultan ve onun haremine ait bin türlü egzotik hikâyenin aklımın aynasında dans edip durduğunu fark edip gülümsedim.

3

Hacı Abdullah, Hollandalı gemi simsarı ortağının portakal ağaçları içindeki köşkündeydi; bu adamı ne kadardır tanıyordu? Anımsadığından çok daha uzun… Heinrich Zee! İzmir’in sayılı Levantenlerinden… Neredeyse her kapı arkasında bir tanıdığı vardı. İstanbul’la ilişkileri, hele ki sarayla, mükemmeldi. Gerçi Hacı Abdullah da 150 yıllık soylu geçmişi ve hükümdara olan bağlılığıyla herkesin, bilhassa da saray çevresinin takdirini ve sevgisini kazanmıştı, ama yine de, belki de içten gelen tuhaf, sezgisel bir dürtüyle, bu adamla arasını iyi tutmaya çalışıyordu. Aslında mesele payitahtta her şeyin her zaman pamuk ipliğine bağlı olmasından ileri geliyordu; kimsenin hayatının garantisi yoktu. Sarayın işleri hiç belli olmazdı. Nedenler daima gizlerin karanlığına gömülürdü. Yalnız çok iyi bilinirdi ki, padişahın en gözde kumandanı, yüksek bir mevkideki bir paşası bile günün birinde azledilebilir, sürülür, hatta idam edilebilirdi. Kulaktan kulağa yayılan dedikoduların da gerçek sebebi hiçbir zaman bilinemezdi. Bu oyunları oynayanlar sarayda padişahın çevresini saran dalkavuklar ve hafiyelerdi. Gözdeleri düşürebilir, hiç gözde olmayanların yıldızlarını parlatabilirlerdi. Hacı Abdullah, köşkün selamlık bölümünde ortağını beklerken yorgun, ama daha çok şaşkın gibiydi. Bir Hıristiyana ait bir mekânda değildi sanki; tamamen Doğu tarzında döşenmiş geniş bir salon, perdeler, sedirler, odanın köşelerine hayli muntazam yerleştirilmiş sehpalar… Bunlar yetmezmiş gibi bir de harem selamlık olarak ikiye ayrılan kısımlar. Hacı Abdullah kendisine, tepeden tırnağa siyaha bürünmüş, gölgesi karanlık bir haremağası tarafından getirilen kahveyi çoktan tüketmiş, biraz da sıkıntıyla, hâlâ yanına inmeyen ortağını bekliyordu. Camlarda ansızın bastıran yağmurun can sıkıcı telaşı, sokaklarda sağa sola aceleyle koşturan insanların ayak sesleri hüküm sürüyordu. Hacı Abdullah bir anda, içinde bulunduğu bu köşkten de, az sonra yanına gelecek olan ortağından da kaçıp kurtulmak istedi. Uzun süren seyahatler mi onu böyle yapmıştı? Yoksa eskiden de böyle miydi? Yazık ki artık hatırlayamıyordu. Tek bildiği, bir an önce işlerini halledip tekrar denize açılmak istediğiydi. Birden, kısa süre önce bir İspanyol tüccarın ona anlattıklarını hatırladı; aşkla kendilerinden geçip dans eden genç İspanyol kadınları… “Aşka âşıktır onlar,” demişti; yüzü güneş yanığı o genç adam. Hacı Abdullah, İstanbul’daki evini düşünüyordu; içinde hiç kimsenin olmadığı zamanlarda bile 23 kişinin sürekli olarak yaşadığı o büyük konağını… Sonra, yıllardır ona hanımlık eden, genç bir tazeyken koynuna aldığı karısını hatırladı: Nigar Sultan… Kıskançlığıyla onu adeta deliye çeviren Nigar Sultan… Eskiden böyle bir kadın değildi aslında. Son zamanlarda, özellikle eve döndüğünde ona bir haller oluyordu. Edep erkân bildiği için doğrudan onu rahatsız edemese de mutlaka bir huzursuzluk çıkarıyordu. Hacı Abdullah, içine düştüğü o tuhaf boşluğu işte o zaman fark etti; aşkla ve tutkuyla bağlanacağı yeni bir kadın istiyordu. Ona yaşadığını ve nefes aldığını hissettirecek yepyeni bir varlık. Bakışlarındaki ışık, yandıkça tükenen bir mum gibi gittikçe sönüyordu. Yaşı kırkın biraz üzerindeydi; genç yaşında para ve itibar sahibi olmuştu, fakat içinde gittikçe büyüyüp adeta onu her saniye daha da derinlere çeken bu karanlıkla bir türlü baş edemiyordu. Ne yapsa, nereye gitse hep aynı derin siyahlık… Seyahat sonrası tekkeye uğramayı geçirdi aklından, şeyhi görmeliydi. Oraya gitmek, o tuhaf, kendi yalnızlığında kaybolmuş adamla sohbet etmek hoşuna gidiyordu. Belki de onun acizliğini görüp avunuyordu; hırs ve kıskançlık sarmalında tükenip ömrünü heba eden bu adam gibi olmadığı için Tanrı’ya şükrediyordu; elbette bu günahtı. Başkalarının ruh düşkünlüğünden fayda sağlayıp avunmak, ama ne yapabilirdi ki, sonuçta o da bir düşkün değil miydi? Ruhu çöle dönmüş bir düşkün! Hacı Abdullah kendi karanlığında öylesine kaybolmuştu ki, Hollandalı ortağı Heinrich Zee’nin içeri girdiğini bile fark etmedi.

İnce, uzun, ip gibi bir adamdı Hollandalı gemi simsarı, Levanten Bay Zee. Uzun zamandır bu şehirdeydi; aslında sadece bu şehirde değil tabii ki, aslında ülkenin ticaret yapılan bütün kıyı şehirlerinde onun ismi bilinirdi. Bay Zee, suratında belli belirsiz bir pembelik, üzerinde günlük kıyafetleri, Hacı Abdullah’ı karşıladı:

– Ah kusura bakmayın! Sizin bu banyo sefalarınız benim için vazgeçilmez bir tutkuya dönüştü! Elimden gelse oradan hiç çıkmayacağım.

Zee öylesine keyifli ve rahattı ki, Hacı Abdullah huzursuz olmuştu. Onun neşeli tavırları canını sıkmıştı; o böylesine sıkıntılıyken…

– Ziyanı yok efendim, sıhhatler olsun, diye yanıtladı Hacı Abdullah ortağını, yüzünde sahte olduğu aşikâr, o garip gülümsemesiyle.

Hacı Abdullah ve komisyoncu ortağı İran’dan halı ve ham ipek, Hindistan ve Çin’den baharat, Asya içlerinden meyan kökü, safran ve demir, Ankara’dan ateş tuğlası ve keçi yünü, Uşak’tan halı, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden killi şist, granit, keten safran, pirinç ve antepfıstığı getiriyorlardı. İzmir’in yakın çevresinden ise pamuk, pamuklu kumaşlar, iplik, üzüm, incir, tütün, ilaç yapımında kullanılan çam sakızı, zeytin, zeytinyağı, sabun, şarap, portakal, limon, nar, haşhaş, badem, tahıl, balık ve deniz ürünleri, tuz, mazı meşesi, çeşitli renkte maroken deri ve daha akla gelebilecek her türlü malı bağlantıları sayesinde sorunsuzca sağlayıp, Doğu’dan gelen başka ve akla gelmedik değişik mallarla birlikte Avrupa’ya gönderiyorlardı. Her şey kurulmuş bir saat gibi işliyordu, ama yine de her an her şeyin değişebileceğini akıllarında tutarak ve birbirlerini, tabii etraflarını da kollayarak işlerini yürütüyorlardı.

– Gemi yarın güneş doğmadan limandan ayrılacak, dedi Hacı Abdullah birden. Sesinde garip bir tedirginlik vardı, işin aslı şuydu ki, sıkılmıştı. Bir an önce meseleyi ayrıntılarıyla konuşup bu köşkten çıkmak istiyordu. Ortağı Zee başını usulca salladı:

– Endişe etmeyiniz dostum; son kontrolleri yaptırdım. Sorun çıkmayacak.

– Çıkışı yasak olan mallar var, diye laflar duydum, sarayla başımız derde girmesin!

Bay Zee’nin yüzünde umursamaz bir ifade ansızın belirip kayboldu. Sesini sanki meseleyi önemsemediğini göstermek ister gibi alçaltarak:

– Başımızın derde gireceği en son yer saraydır dostum Abdullah, lütfen rahat olunuz. Siz sadece malların doğru şekilde yüklendiğinden emin olun, yeter. Sonra diğer limanlardaki dostlarımızla ben muhatap oluyorum.

Bu bir ihtardı aslında ve Hacı Abdullah bunun anlamını iyi biliyordu. Levanten ortağı ona, sen kendi işine bak, demeye getiriyordu. Hacı Abdullah’ın yüzü asıldı; bu tarz ikazlardan hoşlanmıyordu ve ne zaman aralarında böyle bir konuşma geçse, her şeyi bir anda bırakıp…

– Mallar emniyet altındadır, dedi ve sustu. Sanki ağzını açıverse, istemediği, ama aslında gerçek duygularını yansıtan bir sürü söz ortalık yere dökülüverecekti. Lakin Hacı Abdullah, ticareti ve bu işin adabını pek küçük yaşlardayken babasından öğrenmişti. Önemli olan işin ve tabii ki paranın selametiydi; gerisi kuru gürültü!

Yağmur, kafesli pencerelerden içeri yol bulup giremediği için sanki öfke doluydu. Durmadan ve hiç ara vermeden bütün hiddetiyle saatlerce yağdı durdu. Hacı Abdullah ve Levanten ortağı arasındaki konuşma tuhaf bir gerginlik içinde bir süre daha devam edip, sonlandı. Aslında hemen her buluşmada yaşanan şeylerdi bunlar, ama yine de, belki de Hacı Abdullah’ın içine düştüğü garip ruh hali yüzünden bu sefer daha da can sıkıcı geçmişti. Hacı Abdullah, Bay Zee’nin bütün ısrarlarına rağmen yemeğe kalmayı kabul etmedi. Bir an önce kendini bu köşkün dışına atmak istiyordu. Bir fayton çağırttı ve pek çabuk, kaldığı otelin yolunu tuttu; tepede ay, sağa sola dağılıp kaybolmuş olan yağmur bulutlarını fırsat bilip yüzünü gösteriyordu

Benzer İçerikler

Bozkırın Uzak Bahçeleri | Ethem Baran

yakutlu

Başkası Olduğun Yer

yakutlu

Zeliş – Necati Cumalı

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy