Cehennem Çiçekleri | Ilaria Tuti


“Kendini tehdit altında hissettiği için öldüren bir hayvanın katil olduğunu söyleyebilir mi?

Ilaria Tuti’nin ilk haftada 3 baskı yapan, 70.000’den fazla satarak çoksatanlar listesine giren kitabı Cehennem Çicekleri, 14 dile çevrildikten sonra şimdi  Türkçede!

İtalyan Alplerinin ortasında, yaşlı ormanın içinde gözleri oyulmuş bir ceset bulunur. Korkunç cinayetler serisinin ilki gibi görünür. Acaba bir sonraki cinayet ne zaman işlenecektir? Ya da işlenecek midir?

Başkomiser Teresa Battaglia, altmışlarının ortasında, adli profil oluşturma konusunda hayli başarılı bir dedektiftir. Yıllar boyunca verdiği mücadeleler sonunda ekibindeki herkesin sarsılmaz saygısını kazanmıştır. Fakat bir gün ekibe yeni katılan genç dedektife güvenip güvenemeyeceğini kestiremez. Daha da kötüsü kendisine güvenebilecek midir? Hastalığı onu her an yarı yolda bırakabilir ve Teresa bu korkuyla hastalığına yenik düşmeden önce davayı çözmelidir. Peki hiç varolmamış birini bulmak için ne yapması gerekir? Aradığı kişi gerçekten bir katil midir?

Bir polisiye romanı olmasına rağmen okura insan olmak, çocuk kalmak ve saflık üzerine düşündüren, aynı zamanda akıcı bir kurguyla kimsenin elinden bırakamayacağı bir kitap!

AVUSTURYA, 1978

Bu topraklanın üzerine çöken bir efsane vardı. Bir türlü gitmeyen inatçı bir koku gibi etrafa sinmişti. Güzün sonlarına doğru, yağmur henüz kara dönüşmeden önce Alplerdeki gölden uğursuz solukların yayıldığı söylenirdi.
Sudan buhar gibi aynılan bu soluklar, sabah sisiyle beraber yamaçtan yukarı doğru yükselirken değirmenlerin olukları gökyüzünü yansıtıyordu. Bu, cennetin cehennemdeki yansımasıydı.
O vakitlerde, doğudaki kıyıda on dokuzuncu yüzyılın sonlarında inşa edilmiş binayı saran uğultuya benzer uzun ıslıklar duyulabilirdi.
Okul. Oraya bu ismi vermişlerdi. Köyün aşağısındaydı. Zaman içerisin- de bu duvarların hem kaderi hem de ismi birçok kez değişmiş, buraya İmparatorluk Av Köşkü, Nazi Kumandanlığı, Çocuk Antitüberküloz Prevantoryumu gibi isimler verilmişti.
Şimdi koridorlarda sadece sessizlik, boyaları dökülen duvarlar, rengi solmuş sıvalar ve tek tük birkaç adımın yankısı vardı. Bir de, kasım ayında, sisin içinden çıkıp gelerek üst katlardaki pencerelere, oradan da üzerine düşen kırağılarla ışıldayan dik çatıya kadar tırmanan uğultular duyuluyordu.

Yine de efsaneler, bebekler, kederli ihtiyarlar ve hassas kalpler içindir. Agnes Braun bunu çok iyi biliyordu. Okul, gece vaktinde duyduğu bu uğultulardan etkilenmesini engelleyecek kadar uzun bir süredir onun eviydi. Katların büyük bir kısmı artık kapatılmış, odaların kapıları tahtalar ve çivilerle sabitlenmiş olsa da ahşap plakalardan, duvarlar
daki boşluklarda uzayıp giden paslanmış borulardan çıkan her gıcırtıyı tanıyordu.

Bina bir yetimhaneye dönüştüğünden beri devlet fonu gitgide azalmış, özel kurumlar metelik vermeye bile yanaşmamıştı.
Agnes, bodrum katında çamaşırhane ve kiler olarak kullanılan odaların arasındaki mutfağa geldi. Bir servis arabasını iterek birkaç saat sonra içlerinden yağlı buharların yükseleceği tencerelerin arasından geçiriyordu. Yalnızdı. Gece sona ermiş olsa da gün hâlâ aydınlanmamıştı. Ona sadece, etrafta sinsice dolaşan bir farenin gölgesi ve eski dondu- rucuya dinlenmeleri için asılmış kemikli etlerin silueti eşlik ediyordu. Birinci katın kendi idaresinde olan kanadına çıkmak için servis asan- sörünü kullandı. Bu görev, bir süredir adını koyamadığı bir biçimde onu tedirgin ediyordu. Sanki açığa çıkmaya bir türlü karar veremeyen gizli bir huzursuzluk gibiydi.

Arabayla birlikte kadının ağırlığını tartan asansörden tıkırtılar geldi. Zincirler ve kablolar gıcırdamaya başladı. Asansör kabini titreyerek birkaç metre yukarı çıktıktan sonra sarsılarak durdu. Agnes metal kafesin kapısını açtı. Birinci katın rutubetten lekelenmiş uçuk mavi renkli uzun koridorunun bir tarafında çerçeveli büyük pencereler vardı. Pencerenin biri belli aralıklarla çarpıyordu. Kadın, arabadan uzakla- şarak onu kapamaya gitti. Soğuyan cam buğulanmıştı. Eliyle daire çizerek buharı temizledi. Doğmak üzere olan güneş aşağı vadideki köyü aydınlatmıştı.

Evlerin çatıları kurşun rengi minik kiremitlerden oluşuyordu. Daha yukarıda, denizden bin yedi yüz metre yükseklikte, yerleşim bölgesiyle okul arasında kalan sisli gölün hareketsiz yüzeyi pembe renge boyanmıştı. Gökyüzü berraktı ama Agnes güneşin, o gün, üzerinde hiç ağaç olmayan bu dik yamacı ısıtmayacağını anlıyor, bundan böyle yataktan ayağını indirir indirmez migreninin tutacağını biliyordu.

Sis, yükselerek her şeyi kaplıyor, ışığı, sesleri, hatta artık kemik kokusu yayan donuk mizacına sinmiş havayı bile içine çekiyordu. Buz yüzünden kuruyan çimenlerden daireler çizerek yükselirken onların canını alıp acılarını dindiriyor gibiydi.
Ölülerin solukları, diye düşündü Agnes.Bu, kuzeydoğudan şiddetle esen boran rüzgârıydı. Uzaklardaki bozkır- larda doğmuştu. Binlerce kilometre eserek vadideki geçide dolmadan önce ormanın aşağısındaki nehrin kenarında uğuldamış, sel yatağında dolanıp bir ıslığa dönüştükten sonra kayalıklara çarparak parçalara ayrılmıştı. Bu sadece bir rüzgâr, diye tekrar etti kadın kendi kendine.Girişteki sarkaçlı saat altı defa çaldı. Geç olmuştu ama Agnes yerin- den kıpırdamıyordu. Oyalandığının farkındaydı. Ve bunun nedenini de biliyordu.

Sana öyle geliyor, dedi kendi kendine. Sadece sana öyle geliyor.
Servis arabasının çelik sapını sıkıca kavradı. Koridorun sonundaki kapıya doğru birkaç adım atmaya karar verince arabanın üzerindeki kaplar tıkırdamaya başlamıştı.
Yuva. Midesi, birdenbire aklına gelen bir düşünceyle kasıldı. Burası gerçek- ten de bir yuvaydı. Son haftalarda böyle bir yere dönüşmüştü. İçeride fısıltıyla yürütülen gizemli işler dönüyor, bina deri değiştirmeye hazır- lanan bir böceğe benziyordu. Agnes o odada olanları nasıl anlatacağını bilmese de böyle olduğundan emindi. Kimseye hatta müdüre bile tek kelime etmemişti. Bunu yapacak olursa deli olduğunu düşünürdü.

Bir elini önlüğünün cebine soktu. Parmaklarını başına örttüğü sert kumaşın üzerinde gezdirdi. Kumaşı çekerek yüzünün üzerine indirdi. Gözlerini örten ince tül dışarıdaki dünyaya perde çekmişti. Kurallar böyleydi.
İçeri girdi.

Oda derin bir sessizliğe gömülmüştü. Girişteki döküm sobada kalan közler içeriye tatlı bir sıcaklık yayıyordu. Yan yana dizilmiş dört sıranın her biri arka arkaya dizilmiş on sıradan oluşuyordu. Onları birbirinden ayıran etiketlerin üzerinde isim yerine numaralar yazılıydı. Hiçbirinden ağlama ya da inleme sesi gelmiyordu. Agnes onlara baktığında donuk, ifadesiz gözler göreceğini biliyordu. Bir tanesi hariç hepsi olması gerektiği gibiydi. Agnes sessizliğe alışkın olduğu için onun sesini duyabiliyordu. Orada, ileride, ayağını kıpırdatıyor, gücünü topluyordu. Hazırlanıyordu. Agnes onun neye hazırlandığını bilmiyordu. Belki de gerçekten delirmişti. Arka arkaya adım atarak 39 numaranın olduğu yere doğru ilerledi.

Denek, diğerlerinin aksine yaşam belirtisi gösteriyordu. Sıra dışı gözleri dikkatle bakıyor, onun hareketlerini takip ederken sağa sola kıpırdı- yordu. Agnes, deneğin tülün arkasındaki gözlerini aradığını biliyordu. Bundan rahatsız olup gözlerini kaçırdı. 39 numaralı denek varlığının farkındaydı. Oysa böyle olmaması gerekiyordu. Kadın, kapıda bir görevlinin olup olmadığını kontrol ederek parmağını uzattı. Denek kıpırdadı. Parmağı diş etlerinin arasında sıkıca tuttu. Gözlerinde farklı, çılgın bir ifade vardı. Agnes söylenerek geri çekilince dudaklanından öfkesini belli eden hafif bir inleme döküldü. İşte gerçek yüzü, diye düşündü. Tam bir etobur. Bir dakika sonra, düşüncelerini artık sadece kendine saklayamayacağını anlamasını sağlayan bir şey oldu. 39 numaranın yanındakiler artık sessiz değildi. Deneklerin soluk alıp verişleri sanki bir çağrıya karşılık veriyormuş gibi hızlanmıştı. Yuva uğulduyordu. Belki de sadece ona öyle geliyordu.

Benzer İçerikler

Cazibe İstasyonu

yakutlu

Savrulmuş Çocuklar – Çocuk Şiirleri | Mehmet Aydın

yakutlu

Pollyanna | Eleanor H. Porter

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy