Celaleddin

Ne çok söz söylendi onlar hakkında… Ne çok hikaye yazıldı, ne çok şiir derlendi. Hepsi doğru, ama hepsi eksik kaldı.  Ey cihanımın zarif, kibar, güzel sultanı! Şems’in ziyası aşk gibi tesir etti canıma, kanıma… Aşk ki bilerek, bilmeyerek her insanın gayesidir. Fakat bir damla suyun başına gelen maceralar gibi o da çok defalar bu gayeye pek karışık yollardan gider. Her insanın kendi istidadına uygun bir sevgiliye gönül vermesi kadar normal bir şey var mıdır? Ki Aşk, Allah’ın apaçık bir sıfatıdır.

Mevlana Celaleddin yüzyıllar boyunca alemin yüreği yanıklarının yüreklerine ateşler saçtı. Aşk ilmiyle cihanı güneş gibi aydınlattı. İnsanların ruhunu taze bir hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğdu. Kıymetli canına Aşk gibi tesir eden Şems’in ziyasıyla suret aleminin ölülerini diriltti. Bu hikaye onun hikayesi… Mevlana Celaleddin’in, Şems-i Tebrizi’nin, celâlin, cemâlin, aşkın ve mananın hikayesi bu. Eksik kalacak belki onlar hakkında yazılmış diğer tüm hikayeler gibi… Varsın, eksik kalsın. Biliriz ki Aşk tamamlar her eksiği. Aşk düzeltir her eğriyi. Aşk doldurur her boşluğu.  Açılsın söz goncaları, Aşk’la vesselam.

***

15 Aralık, İstanbul

Yağmur…

“Evet arkadaşlar, aruzun Failatün Failatün failün kalıbını böylelikle öğrenmiş oluyoruz. Şimdi vaktimiz kaldıysa bu kalıba en güzel örnek teşkil eden Mevlana Celâleddin Rumi’nin Mesnevisinden birkaç beyit daha okuyalım.”

Önümdeki Mesnevi’nin sayfalarını çevirirken çalan zil sesi dersin bittiğini haber veriyordu. Sınıftan uğultu halinde bir Aaaa! sesi yükseldi. Yine dersimiz en güzel yerinde bitmişti. Yapılacak bir şey yoktu, gelecek ders kaldığımız yerden devam edecektik. Öğrencilerimle tek tek vedalaştıktan ve boşalan sınıftaki sandalyeleri düzelttikten sonra ben de sınıftan çıktım. Kolumun altına sıkıştırdığım kalın ciltli Mesnevi kitabım ve ders notlarımla birlikte şimdi öğretmenler odasına gidip kendime demli bir çay koyacaktım.

Adım Güneş. Kendimden bahsetmekten hiç hazzetmem aslında. Cümlelere ben diye başlamaktan olabildiğince kaçar, kaçınırım. Bu yokluk vatanında varlıktan bahsetmek ne haddime diye düşünürüm. Velev ki benden geriye kalan yalnızca bir isim olunca, her şey bu ismin etrafında dönünce, anlatacağım hikaye onun hikayesi olunca kendimden biraz da olsa bahsetmek lüzumu hasıl oldu.

Güneş ismini dedem koymuş bana, bundan tam otuz sekiz sene önce. Dünyaya ışık saçayım, karanlıkları aydınlatayım diye bu ismi koymayı uygun görmüş ve Güneşim diye fısıldamış ben doğduğumda kulağıma. Şimdi düşünüyorum da belki de Şems diye fısıldamıştı, kim bilir? Manası aynı değil mi nasılsa?

Dedem isimlerin kaderi şekillendirdiğine yürekten inanırdı. Nitekim kendi ismi de onun kaderi olmuştu adeta. Bir Mevlevi dervişi olan Celaleddin dedem tüm ömrünü Mevlana hazretlerine adamış, onun eserlerini okumuş, okutmuş, onun gibi yaşamış ve bize de bu yolu öğretmeye çalışmıştı. Celaleddin dedem yirmili yılların sonunda Konya’da doğmuştu. Mesnevihanlık zincirinin günümüzdeki son halkalarından biri olan dedem Mevlana hazretlerine ve Konya’ya gönülden bağlı biriydi. Öyle ki Konya şehrinin dışına tüm yaşamı boyunca birkaç mecburiyet dışında adımını dahi atmamıştı. Birkaç kez akraba ziyaretine Makedonya topraklarına gittiğini biliyordum, ve bir kez de hac vazifesi için kutsal topraklara, hepsi bu kadar. Konya demek Mevlana demekti çünkü ona göre. Bu şehrin dışında nefes alamadığını söyler, olur da Konya’dan biraz uzaklaşsa o anda içinde başlayan kavurucu özlem duygusuyla Konya’ya koşarak geri dönerdi.

Bense dedemin aksine kaçar gibi ayrılmıştım Konya’dan. Anne ve babamı çok küçükken bir trafik kazası sonucu yitirmiştim. Kardeşimle bize dedem sahip çıkmış, yıllarca büyük bir özveriyle yetiştirmişti bizi. Daha beş altı yaşlarındayken mecburen geldiğim Konya şehrine dedem gibi bir gün ben de aşık olup, bu şehri bir daha hiç bırakamamaktan korktuğum için üniversiteyi bahane edip İstanbul’a atmıştım kendimi. Sonra Edebiyat fakültesini bitirdim ve yüksek lisans için bir süre Almanya’da yaşadım. Şimdiyse İstanbul’un en köklü okullarından birinde son birkaç senedir edebiyat öğretmenliği yapıyorum.

Dersten sonra Boğaz manzaralı öğretmenler odasının büyük pencerelerinden birinin önüne oturdum ve dışarıdaki eşsiz manzaraya bakarken ateşin üstünde uzun süredir kaynayan demlikten ince belli bardağıma demli bir çay doldurdum. Ders notlarımı ve elimdeki Mesnevi kitabımı hemen önümdeki sehpanın üzerine bırakmıştım. Bir haftadır her derse elimde bu kalın ciltli Mesnevi ile geliyordum. Aralık ayında oluşumuz nedeniyle bu ay boyunca her ders öğrencilerime Mesnevi’den bir hikaye okuyacaktım. Böylece onlara hem Mesneviyi hem de Mevlana’yı bir nebze olsun anlatmaya çalışacak, bu arada ben de bu manevi ziyafetten kendimce istifade edecektim. Her ders Mesneviden okuyacağım hikayeyi tefeül yoluyla seçiyordum. Bunu yapmayı dedemden öğrenmiştim. Dedem ne zaman önemli bir konuda karar vermek istese ya da aklını kurcalayan bir soruya yanıt arasa bu niyetle Mesneviyi rast gele açar ve aradığı yanıtın rast gele açılan sayfanın satırlarında gizli olduğuna inanırdı. Aslında buna ben de bütün kalbimle inanıyordum. Birçok defa bunun doğruluğuna inanmamı sağlayacak olaylar yaşamıştım.

Bugün derste okuyacağım mesnevi hikayesini seçmek için yaptığım tefeül ise biraz moralimi bozmuş, hatta ne yalan söyleyeyim biraz da ürkütmüştü beni. Sabahtan beri Mesneviyi her ne niyetle açarsam açayım karşıma ölüm konusu çıkıyordu. Çaresiz ben de bugünkü derste ölümü ve Mevlana’nın ölüme bakışı konusunu işlemiştim. Derste okuduğum şu cümleler demli çayımı yudumlarken zihnimin kuytularından çıkıp düşüncemi meşgul ediyordu.

Birer birer çekip almada ölüm bizi ve dehşetiyle sarartıp soldurmada hem betimizi hem benzimizi… Ölüm ki yolda durmuş bekliyor, insan ki hala gezip tozma sevdasında… Ölüm ki kaşla göz arasında, ölüm ki dudakla söz arasında… Ölüm ki engellenemez tek ayrılıktır. Ayrılık, ancak ayrılık içinde pişer; ayrılık, insanı pişirir ve düzeltir…

Öğretmenler odasının kapısından içeri başını uzatan sekreter kızın sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım.

Güneş hanım, bir telefonunuz var. Buraya bağlamamı ister misiniz?

Genellikle ders saatlerinde beni kimse okuldan aramazdı. Kimin aradığını çok merak etmiştim. Elimdeki bardağı sehpanın üzerine bırakırken cevap verdim.

Evet lütfen buraya bağlayıver, dedim. Birkaç saniye sonra öğretmenler odasının telefonu kesik kesik çalmaya başladı. Merak içinde telefona sarıldım.

Alo?

Sekreter kız hattaydı.

Güneş hanım dedeniz Celâleddin bey arıyor, hatta kalın, bağlıyorum.

Hemen ardından dedemin sesi geldi karşıdan.

Güneş kızım, Allah’ın selamı üzerine olsun. Nasılsın?

Dedemin sesini duyunca birdenbire neşelenmiştim.

İyiyim dedeciğim, ya sen nasılsın?” diye sordum.

Pür neşe içindeyim Güneşim, pür neşe içindeyim…” diyerek cevap verdi dedem.

Hayırdır?” dedim gülümseyerek, bu saatte beni okuldan aramazdınız siz? Fevkalede bir durum mu var yoksa, her şey yolunda mı?

Güneşim fazla vaktini almak istemiyorum. Söyleyeceğimi hemen söyleyip kapatacağım güzel kızım. Şimdi beni iyi dinle. Çalışma odamdaki kitaplığın en üst rafında gizli bir bölme var. Elinle yokladığında kolayca bulacaksın. Bu bölmeye bir deste el yazması mektup bırakıyorum. Bunlar çok mühim mektuplar… Kardeşinle sana bırakıyorum. Konya’ya geldiğinde sakın bu dediklerimi unutma, olur mu?

Şaşırmıştım.

Ama dedeciğim bu aralar Konya’ya gelme ihtimalim hiç yok ki, çok yoğunum…” dedim.

Dedem konuşmayı bitirmek için acele ediyor gibiydi.

Gelirsin, gelirsin…” dedi yalnızca. “Ha bu arada, Lâtif’e benden selam söyle” diye de ekledi.

Lâtif mi? Lâtif de kim?” diye sordum. Karşıdan artık ses gelmiyordu.

Alo dedeciğim orada mısın? Alo, alo??

Hat kesildi herhalde diye düşündüm. Dedem neler söylemişti böyle? Bu mektup mevzusu da nereden çıkmıştı ve Lâtif kimdi? Ben Lâtif diye birini tanımıyordum ki. Hayır olsun, dedim yalnızca kendi kendime.

Öğleden sonra okulda gireceğim başka ders yoktu. Bu yüzden çalışma notlarımı ve kitaplarımı topladıktan sonra okuldan ayrıldım.

Dışarısı buz gibiydi. İstanbul’da kış mevsimi kendini iyice belli etmeye başlamıştı. Konya’nın ayazına benzemiyordu buranın soğuğu. Bir nebze daha insaflı olduğu bile söylenebilirdi hatta. Yün bir atkıya dolansa insan, üzerinde iyi kötü bir kabanı da varsa öyle fazlaca üşütmezdi İstanbul’un soğuğu. Ama ya Konya’nın soğuğu öyle miydi ya? Bıçak gibi keserdi insanın tenini, acımasızca geçirirdi dişini ayaz, resmen tir tir titretirdi insanı. Bir seneden fazla bir süredir dedemi ziyarete gidememiştim Konya’ya. Oysa bunu yapmayı gerçekten istiyordum, fakat işten güçten bir türlü fırsat bulamamıştım. Hem dedem hem de aşıklar şehri Konya burnumda tütüyordu.

Ortaköy’den Kuruçeşme istikametindeki bir otobüse binerek birkaç durak gittikten sonra evime yakın bir yerde indim. Her zaman önünden geçtiğim çocuk parkı bugün bomboştu. Havanın soğuk oluşu sokakları daha bir ıssızlaştırmıştı anlaşılan. Çocuklar olmadan ne kadar da öksüz görünüyordu burası… Başımı soğuktan korumak için kabanımın yakalarını kaldırıp kulaklarımın üzerine kadar çekerken bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Kara kara bulutlar güneşin önünü kapatmış, gün adeta akşama dönmüştü. Sağanak yağmur başladı başlayacak gibiydi. Havaya aldırış etmeden yavaş adımlarla yürümeye devam ettim. Önünden geçmekte olduğum çocuk parkında garip bir şey dikkatimi çekti. Üzerinde kimse olmamasına rağmen salıncaklardan biri dakikalardır ileri geri sallanıp duruyordu. Salıncağın önünde durdum ve durmasını bekledim bir süre. Bir ileri, bir geri; bir ileri bir geri gidip geliyordu salıncak… Boştu ama sallanıyordu. Hem de dakikalardır…

Benzer İçerikler

Kahraman, Şehit ve Hain | Tuna Serim

yakutlu

Bir Değirmendir Bu Dünya

yakutlu

Islam Siyaset Felsefesinde Sivil Itaatsizlik

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy