CANILER UYUMAZ-MICKEY SPILLANE

1

Adama mektubu verirken sırtımda hafif bir ürperme gezinmedi dersem yalan olur; çünkü dev gibiydi. İki adam el ele verse kucaklayamayacakları kadar kocaman bir göbeği vardı. O göbeğe yumruğunu gömmeğe kalkışacak adamın da evvelâ aklını muayene etmek, çok yerinde olurdu. Karşımdaki adamın göbeği de kol ve omuz adaleleri kadar sertti çünkü. Yüzündeki ifade ise pazılarındaki adalelerden de sertti.
Elinin de ne kadar sert olduğunu birdenbire anladım. Zira onun tersiyle çeneme, hiç beklemediğim bir anda, müthiş bir tokat aşketti. Dişlerim ayni anda yanağımın iç tarafını yarmış olmalı ki, dilimin ucundan akmaya başlayan kan tuzlu tuzlu geldi ağzıma.
Arkadan iki kolunu birden cendere gibi kavrayıp beni oracığa çivileyen adam galiba konuşacak halde olmadığını anlamıştı. Beni savunur gibi konuştu onun için
— «Delikanlı ne bilsin, Şef? Her halde tanımadığı bir herif yolda önüne çıkıp eline bir dolar sıkıştırdı, bu mektubu bize getirmesini söyledi. Kendi de öyle demiyor mu?»
Goril dişlerini gıcırdatarak beni tepeden tırnağa süzdü.
— «Bu mektubu kim verdi dedim sana? Duymadın mı? Cevap ver. Yoksa… »
Ağzımı doldurmuş kanı bir kenara hafifçe tükürmek istedim, fakat yapamadım. Kanım çenemden aşağıya sızmaya başladığını hissediyordum.
— «Söyledim ya, Mr.Renzo…»
Bir kere daha balyoz gibi indi Renzo’nun yumruğu çeneme. Yüzüm muhakkak yarılmış olmalıydı. Kafamın içindeki uğultu bir misli daha artmış, bir çağlayan gürültüsünden farksız olmuştu. Fakat başım müthiş bir sancıyla zonkluyordu.
Renzo tekrar kükredi «Sualimi iyi işitmedin galiba delikanlı? Kim verdi bu mektubu dedim sana?»
Kollarımı arkaya kıvırarak mengene gibi sıkan eller gevşedi, oracığa yığıldım. Renzo’nun ayaklarının dibine Bütün kudretimi dizlerime topladığım halde doğrulamadım. Zerre kadar derman kalmamıştı vücudumda. Ayaklarım vücudumun altında kayıyordu âdeta.
Gözlerim ise açıktı. Sonra birden Renzo’nun kalkıp odada bir tur attığını, sonra da ağır adımlarla bana yaklaştığını gördüm. Niyetini anladığım halde aldırmadım. Ürpermedim bile.
Renzo ayağını kaldırdı, onu geri geri çekti, sonra birden kaburgalarıma gömdü pabucunu. Bir ikinci, bir üçüncü, bir dördüncü tekme takip etti o ilkini. Her tekme kaburgalarımda yeni bir yara açıyor gibi geliyordu bana. Ama ne gariptir artık en hafif bir acı bile duymuyordum artık.
Birden az evvel kolanını tutan adam konuştu
— «Delikanlı bayıldı, Şef. Ağzından hırıltı bile çıkmıyor artık. Bu kadar acıya katlanır mıydı bir şey bilseydi?»
— «Ben onu konuşturmayı bilirim. Bülbül gibi ötecek.»
— «Bu delikanlıdan bize hayır yok, Şef. Tanımadığı biri çıkıp vermiş olmalı o mektubu ona. Herhalde onu bu adrese getirmesi için de avucuna birkaç kuruş sıkıştırmıştır. Delikanlıya künyesini sayıp dökecek değildi ya. Bu da parayı görünce eyvallah demiştir. Bana kalsa herifin yüzüne değil, uçlandığı paraya bakmıştır.»
Renzo ayni sesle bir kere daha kükredi
— «Senin kafan lüzumundan fazla işlemeye başladı.»
— «Kafamı işleteyim diye para vermiyor musun bana, Şef?»
— «Öyleyse kafanı istediğim gibi işlet. Öyle zorlu bir herif rastgele önüne çıkan birine böyle bir mektubu teslim eder mi? Etmez. Tanımadığı birine dünyada etmez. Yoksa adamın papeli cebine attıktan sonra mektubu da bir çüp tenekesine tıkacağını çok iyi bilir. Yok, yok, herif bu genci muhakkak tanıyor…»
— «Ama, Şef, belki de bu genç namuslu bir oğlandı. Belki de parayı aldıktan sonra verilen mektubu söylenilen adrese götürmeyi vazife bildi.»
— «Olmaz öyle şey! Ya bu genç mektubu göndereni tanıyordu. Ya da mektubu gönderen onu. Herif yolladığı mektubun istediği şahsın eline geçeceğinden emin olmasaydı onu babasına bile teslim etmezdi.»
Bir çift mizana direği gibi önümde yükselen kalın, adaleli bacaklar ağır ağır uzaklaştı, sonra Renzo ilerideki masaya yaslandı.
Sonra öbür tarafa döndü Goril.
— «Sen okudun mu bu mektubu?» dedi.
— «Hayır.»
— «Okuyayım da dinle. «Cooley öldü. Şimdi sıra sende. Yakında seninle görüşmeye geleceğim. Senin de leşini sereceğim.»
Renzo’nun sesi hafifleyerek bir mırıltı halini aldı; purosunun dumanını sinirli sinirli çekti. «Mektubun altında da bir tek isim var,» dedi. «Vetter.»
Odaya derin bir sessizlik çökmüştü şimdi. Bir ölüm sessizliği. Ne Renzo, ne de öteki konuşuyorlardı, ama içlerinden geçenleri duyar gibiydim. Vetter’in adı geçer geçmez ikisi de ürperir gibi oklulardı. Hissetmiştim bunu.
Öteki fısıldar gibi konuştu:
— «Demek bu it Vetter’in adamı? Öyle mi yani, Şef?»
— «Olsa ne çıkar, olmasa ne çıkar? Vetter denilen hergele bu taraflara sokulmaya kalkarsa ilk gördüğüm yerde gebertirim, iti. Vetter! Vetter! Nereye gitsek hep o köpeğin bahsi geçiyor. Ondan başka silâh kullanmayı bilen yok sanki bu şehirde.»
— «Şef, yine de ihtiyatlı ol, olmayacak bir adım atayım deme. O herifle zıt gitmeye kalkışma. Tekin değildir Vetter. Bir sürü insanın kanma girdi bugüne kadar. Herifin elinden silâh düşmüyor. Vetter…»
Renzo onun lâfını kesti,’ sonra onun yarıda kalan cümlesini kendi tamamladı
— «…benden farklı bir adam mıdır yani? Benden zeki mi? Zorlu mu benden? Bunları diyeceksin, değil mi? Hepinizin gözünü korkutmuş bu Vetter keratası anlaşılan.»
— «Bana inanmıyorsan etrafa da sorabilirsin. Şef. Vetter’i herkes biliyor. Şöhretini duymayan kalmadı. Azrailden bile korkusu yok herifin. Kendisine yan baktın diye bile kalkıp adamı kurşunlayabilir.»
— «Kendi çöplüğünde ötebilir belki. Ama burada değil. Johnny. Ben buradayken ona nefes aldırmam. Benim şehrim bu şehir. Benim semtim bu semt. Ben ne dersem o olur burada. Yalnız benim sözüm geçer burada. Kanun benim, Johnny. Onun için Vetter’in aklı varsa bu tarafın çöplüklerinde ötmeye kalkışmaz. Yoksa Cooley’in başına gelenler onun da başına gelecek.»
Renzo bir müddet sessiz sessiz purosundan birkaç nefes çekti. Purosunun dumanı yeniden yattığım yerde genzimi yakmaya başlamıştı.
Renzo şimdi böbürleniyordu
— «Bana silâh çekmeye kalkışanın sonu ölümdür. Bana karşı gelenlerin hepsi öldü, Johnny. Cooley kendi kumarhanelerimde ‘bana kaşkariko oynamaya kalkıştı. Ama bir gün o oyunun da sonu göründü. Çok çabuk bitiririm ben böyle oyunları. Yakında polisler Vetter’in de dosyasını kapatacaklar. Çünkü onun da işini bitireceğim.»
Johnny heyecandan ürpermeye başlamıştı. «Onu haklamaya mı niyetlisin, Şef?» diye sordu korkarak.
— «Ne sanıyordun yoksa?»
— «Nasıl dersen öyle olsun, Şef. Bu haberi derhal bizimkilere yayayım . Vetter’i n ne biçim bir insan olduğunu bilen, tanıyan çıkacak herhalde. Eşkâlini öğrenin ce de onu arar bulurum. Ben bulurum, sen de zımbalarsın. Bir an sözlerine ara verdi, sonra «Peki, bu delikanlıya ne yapacağız?» diye sordu.
— «Bizi Vetter’e o götürecek, Johnny.»
— «O mu götürecek?»
— «Ben de seni kafası işler bir adam zannederdim, Johnny.. Kulaklarını açıp ortalıkta konuşulanları dinlesen daha iyi edersin. Kulakları açsan Vetter hakkında çok daha fazla şey duyardın. Vetter denilen herifte işlerini çok zaman parayla gördürüyor.. Parayla satın alıyor yardımına muhtaç olduğu adamları. O mektubu bana getirmesi için de şu delikanlıya üç, beş dolar vermiş; olmalı. Bu iş üç, beş dolara değerdi ama mektubun hedefine ulaşıp ulaşmadığım anlamak için muhakkak bu genci arayacaktır.
Sonra da onun suratını darmadağın ettiğimizi görecektir, işte biz o anı bekleyeceğiz. Vetter bu oğlanla temasa geçtiği anda da kalbura çevireceğiz onu.»
Renzo birkaç saniye konuşmasına ara verdi, sonra devanı etti
— «Ne düşündüm, biliyor musun, Johnny? Bu Vetter’i hemen öldürmeyeceğim. Onu ağır ağır, kanını damla damla atatarak öldüreceğim. Ve polisler leşini buldukları zaman da kızılca kıyamet kopacak şehirde. Yine de, Vetter’in öldüğüne herkes memnun olacak. Polis onu kimin geberttiğini öğrenemeyecek, ama, bizimkiler bilecek bunu. Biz yayacağız haberi etrafa. Vetter’i geberten adamın üstüne de adam çıkamaz. Ve ben onu geberttikten sonra da bir daha bu şehirde bana yan bakacak adam çıkamaz. Bir tek adam bile. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi,. Johnny?».
— «Tabii, Şef. Anlamaz olur muyum? Peki, yalnız başına mı yapacaksın bu işi?»
— «Evet. Yalnız başıma yapacağım. Helen haklı. Bende her şeyi tek başıma yapma hırsı var. İüithiş bir hırs bu üstelik. Bir şeyi arzu ettim mi, onu kendi başıma ve ne pahasına olursa olsun. yapmak isterim. Vetter’in hesabım da ben kendim göreceğim. Bundan böyle nefes aldırmayacağım ona. Beni gördüğü anda silâhı tetikte, gözü de pek olmalı. Benden evvel silâha davranabilmesi için yılan kadar kıvrak olmalı karşımdaki».
Renzo’nun o işi becermeye kararlı olduğu belliydi. Vetter’i temizlemek için elinden geleni ardına koymayacağı anlaşılıyordu. Onu ortadan kaldırana kadar da uyku uyumayacağı muhakkaktı.
Onu dinlerken rahmetli babamı hatırlamıştım. Renzo gibi konuşurdu o da. Bir kere bir şeyi kafasına koydu mu, hiçbir şeyin onu durduramayacağını bilirdik.
Korkunun ve hürmetin ne demek olduğunu bilen bir çocuğun hayret ve dehşetiyle bakardım öyle zamanlarda babamın yüzüne.Korkunun ve hürmetin ne demek olduğunu bilen bir çocuğun hayret ve dehşetiyle bakardım öyle zamanlarda babamın yüzüne. Johnny de o anda Renzo’ya ayni korkuyla ve hürmet hissiyle bakıyordu.
Johnny konuştuğu zaman duyduğu o korku ve hürmet hisleri sesinin tonundan da belli oluyordu.
— «Bu işi başaracaksın, Şef. Bu şehri avucunun içine alacaksın. Hem de her şeyiyle… Meydan okuyamaz kimse size. Okumaya kalkışacak olanın da vay geldi başına! Bu şehrin sahibi olacaksınız yakında.»
— «Daha şimdiden sahibiyim onun, Johnny. Bunu çıkarayım deme hatırından. Şimdi şu iti ayılt bakayım.»
Acının ne demek olduğunu asıl ondan sonra anladım. O ana kadar yumruklarla ve sert tekmelerle uyuşmuş vücudumun her hücresi şimdi ayrı ayrı isyana başlamıştı. Hem de sancılı bir isyan. Tepeden yüzüme inen sert bir tokatla tekrar gözlerimi açtım. Etrafımda olup bitenleri iyice görebiliyordum şimdi. Yediğim sonuncu tokat ağzımdaki yaraları yeniden açmış, ağzımın içine yine tuzlu tuzlu kan akmaya başlamıştı. Bir hıçkırıkla ciğerlerim sıkışır, boğazım tıkanır gibi oldu sonra.
— «Ne biçim bir adamdı bu mektubu sana veren? Ha?»
Bir defa daha yüzüme indi o ağır el. Sonra Renzo bana doğru bir adım attı. Eğilip ceketimin iki yakasını iri elleriyle kavradığı gibi beni yerden tüy gibi silkerek havaya kaldırıp ayaküstü dikmesi bir oldu.
— «Sana bir sual sordum. Cevap ver!» dedi. «Yoksa benden çekeceğin var. Söyle? Ne biçim bir adamdı bu mektubu sana veren?»
— «İriyarı… Koskocaman bir adamdı…» diye kekeledim.
Fakat kör olası hıçkırık yüzünden bir kere daha tıkandım.
Nefes alamıyordum. İçimdeki kin ve öfke de öylesine azgın bir dalga halini almıştı ki, o anda elime bir balyoz geçse, saniye tereddüt etmez, gözümü kırpmadan o Renzo hergelesinin kafasını parçalardım bir indirişte.
— «Çok iri yapılı mıydı?»
— «Evet. Sizin gibi. En az bir doksan boyunda Geniş omuzlu.»
Renzo’nun dudakları korkunç bir tebessümle kıvrıldı. Sonra tüyleri ürpertecek bir gülüşle baktı bana.
— «Kâfi değil bu kadarcık eşkâl bana. Daha etraflı malumat isterim. Yüzü nasıldı?»
— «Bilemiyorum,» dedim. «Cadde karanlıktı. Mektubu verirken gölgeler içinde durduğundan yüzünü pek seçemedim.»
Renzo birden beni tekrar ayağa kaldırdı, sonra bir gülle gibi odanın karşı duvarına attı. Sırtım duvara çarptığı anda bütün kemiklerim çatırdadı. Külçe gibi yığıldım duvarın dibine. Acıdan elimde olmadan gözlerimden yaşlar boşanmıştı.
— «Kimse bana yalan söylemeye cüret edemez. Bu kadar genç olmasaydın sana hiç acımaz, bülbül gibi konuşturmak için derini bile yüzerdim gerekirse. Bu kadar acı da üç, beş papele değmez. Onu korumaya çalışıyorsan budalalık ediyorsun. Öğrenmek istediğim şeyleri bana söylersen belki ben de sana üç beş dolar veririm.»
— «Bil… bilmiyorum… Vallahi bilmiyorum. Bilsem… Belki onu bir kere daha görsem tanırdım…»
Acı, bir med dalgası gibi bir kere daha kucakladı beni. Ciğerlerimi tıkayan hıçkırık sözlerimi yarıda kesmeye, susmaya mecbur oldum..
— «Onu tekrar görsen tanır mısın?»
— «Tanırım.»
Bu cevabım üzerine Johnny atıldı:
— «Adın ne senin, delikanlı?» diye sordu.
— «Joe… Joe Böyle» diye kekeledim.
— «Nerede oturuyorsun?»
— «Gidney Caddesi, 3 numarada,»
— «Bir işte çalışıyor musun?»
— Evet. Gordon’un yerinde çalışıyorum. Araba itiyorum.»
— «Ne dedi? Ne iş yapıyormuş?» Bu sualleri soran Renzo’nun sesinin tonu tüyler ürperticiydi.
Benim yerime Johnny cevap verdi ona: «Gordon dediği herif hırdavatçı, Şef. Hurda demir, öteberi alıp satar. Nehir boyun daki yol üzerinde büyük bir hurda deposu vardır. Bu delikanlı arabasıyla hurda madenî eşya falan toplayıp onun deposuna satıyormuş.»
Renzo, Johnny’ye «Git, tahkik et bakalım, doğru mu söylüyor,» dedi.
«Sonra da bu iti serbest bırak, ama bir saniye bile gözünden uzak tutma. Yapacağın işi biliyorsun, değil mi? Falso falan istemem.»
— «Merak etmeyin, Şef. Elimden kaçamaz. Ne zaman istersen onu elimizle koymuş gibi buluruz. Acaba Vetter hakikaten tahmin ettiğiniz gibi hareket edecek mi?»
— «Her şey, her zaman benim dediğim gibi cereyan eder… Öyle olmaz mı? Bu herifi al götür artık. Serbest bırakmadan evvel bir odun daha at da, şaka etmediğimizi anlasın. Vetter’in verdiği üç, beş dolar ona uğur getirmedi. Bir araba odun yedi bir dolar için.»İnsan çok acı çektiği zaman öyle bir an geliyor ki, artık hiçbir şey hissetmez oluyor. Havada uçtuğumu, düşerken ayağımı korkuluğa nasıl vurduğumu biliyordum. Dilim de adeta üzerine zımpara çalınmış gibi pürüz pürüzdü. Beni attıkları yerde korkunç bir presin altında eziliyormuşum gibi yere yapışmış bir halde kaldım. Istırabın yeniden gelip beni kucaklamasını, kollarının arasına almasını bekliyordum. Elimde olmadan inlediğimin, dudaklarımın arasından çıkan acayip hırıltılarla soluduğumun da farkındaydım.
Midemin bütün adaleleri bir gerilip bir büzülüyordu, kusmak istiyordum. Fakat kusacak kadar derman bulamıyordum kendimde. Yattığım yerde, Renzo gibi devlet içinde devlet olan, kanunu hiçe sayıp canlarının dilediklerini yapan ve buna rağmen en ufak bir suçlarının bile cezasını çekmeyen gangsterlere lanetler yağdırıyordum. Ah, birazcık dermanım olsaydı. Ve bir silâh geçirebilseydim elime.
Birden simsiyah bir bulut çöktü her yere, sonra bir an o zifiri karanlık dağılır gibi oldu, arkasından her yeri tekrar bir gece kapladı.
Korkunç bir ızdırabın şafağında kimbilir kaçıncı bayılıştan sonra nihayet ayıldığımda başucumda biri duruyordu. Yüzümdeki toz toprağı siliyor, elleriyle başımı kucaklıyordu. Yumuşacık bir kadının vücudundan dağılan lâtif bir çiçek kokusu bir an genzimi yaladı.
Zarif bir kadın sesi, durmadan: «Zavallı delikanlı! Zavallı delikanlı!» deyip duruyordu.
Gözlerimi aralayarak baktım.
Rüya mı görüyordum acaba?
Karşımdaki kadın insanın daima hayal ettiği, gördüğü zaman hayran hayran ağzını açıp baktığı, fakat hiçbir zaman malik olamayacağını da bildiği cinsten bir kadındı. Emsalsiz bir güzellikteydi. Boynundan aşağı dökülen sarı saçları bütün vücudunu aydınlatan bir meşaleden farksızdı. Adı da Helen Troy’du. Yani Truvalı Helen. Ama aslına bakarsanız, Truvalı Helen onu görmeydi hasedinden çatlardı.
Ona: «Merhaba, Helen» demek istedim, kelimeler boğazımda kaldı. Dilim şişmiş, koskocaman ağzımın içini doldurmuştu.
Helen Troy’u tanıyordum. Tanımayan var mıydı onu? Helen, Renzo’ya ait Hideavay Barı’nın en meşhur varyete yıldızıydı. Kocaman fotoğrafları şehrin her tarafını süslüyordu Helen’in. Ama “hatırıma her şey gelirdi de, bir gün başımı onun ellerinin arasına alıp dizine yatıracağı, beni tedaviye çalışacağı dünyada gelmezdi.
Birdenbire patikanın nihayetinde ayak sesleri duyduk.
İkimiz de bekledik. Helen hafifçe doğruldu.
Gelen, barın dış kapısında bekleyen kapıcılardan biriydi. Kelen, ona «Bana biraz yardım et, Finney,» dedi. «Bu delikanlının başına bir iş gelmiş.»
Helen’in, Finney diye hitap ettiği adam yanımıza geldi. Tam “karşımızda ellerini kalçalarına dayayarak durdu, sonra, Olmaz, manasında baş salladı.
Helen ona hayretle bakakalmıştı. Finney devam etti ‘.
— «Ben senin yerinizde olsam o herifi şuracığa bırakır, kendi yoluma giderdim. Aksi takdirde olmayacak işler gelebilir senin de başına. Ben burada Şeften başkasından emir almam. Başımın derde girmesini ise hiç istemem.»
Helen birden kaskatı kesildi, sivri tırnakları kendi farkında olmadan omuzlarıma gömüldü. Canım adamakıllı acımıştı ama umurumda bile değildi. Helen’in elinde’ can versem gözümü bile kırpmazdım.
Helen
— «Renzo’nun da Allah belâsını versin.» dedi. «Domuz herif.» Bütün kiniyle yere tükürmüştü bu hakareti savururken. Sonra ağır ağır başını çevirdi, gözlerimin içine baktı.
— «Renzo’mu koydu seni bu hale?»
Bir baş işaretiyle müspet cevap verdim ona. Konuşacak halim yoktu .
O zaman Helen tekrar kapıcıya döndü. «Finney, git, arabamı getir. Bu delikanlıyı bir doktora götüreceğim.» dedi.
— «Helen, sana tekrar ihtar ediyorum. Aklını başına toplayıp buradan gitmezsen..»
— Kapat çeneni! Yoksa polise gidip çok şeyler anlatmasın! bilirim. Hele, gider de, morfin iğnesi yaptırdığını Federal ajanlara, ihbar edersem kıyamete kadar kendini kurtaramazsın. Nasıl, hoşuna gider mi bu iş?»
Finney, bir an, zemberek gibi boşanıp Helen’in üzerine atlayacak ve onu tokatlayacak sandım. Elinin tersiyle ona şimşek gibi bir tokat savurmak istedi, fakat tam zamanında kendine hakim olmayı bildi; elini tuttu. Helen ise kılı kıpırdamamış, meydan okur gibi delice bakışlarla bakıyordu onun gözlerinin içine.
Finney «Gidip arabayı getireyim.» dedi.
Gidince Helen toparlandı, sonra kolunu belime dolayıp var kuvvetiyle çekerek beni ayağa kaldırdı. Ayakta duracak takatim yoktu. Tekrar oracığa yığılmamak için ona dayanmak zorunda, kaldım. Bacaklarım tutmuyordu. Helen de benim kadar iri yapılıydı. Hatta o an benden çok daha kuvvetliydi. Ama Helen’in benimki gibi param parça olmuş yüzler görmeye alışkın olduğu da belliydi. Bu gibi sahneleri muhakkak sık sık görüyordu. Onun için bana gülümsemeye çalıştı. Ben de acıyla yüzümü kırıştırarak ona bir tebessümle mukabeleye çalıştım. Sonra birlikte, tökezlenerek patikadan ileriye yürümeye başladık.Doktorun önüne çıktığım zaman ben de, Helen de yüzümün bir kavgada o hale gelmiş olduğunu söyledik. Doktor yüzümdeki’ yaraları bereleri elinden geldiği kadar yamamağa çalıştı. Onların üzerine bir sürü flaster yapıştırdıktan sonra bir hafta kadar dışarı çıkmayıp evde istirahat etmemi, hafta sonunda da tekrar kendisine gelmeme bildirdi.
Doktorun muayenehanesindeki aynaya bakınca kendi kendimden korkmuştum doğrusu. Ürkerek yüzümü aynadan öbür tarafa çevirdim. Ne yapsam yapayım, ne kadar hafif hareket edersem edeyim, en ufak bir harekette her tarafıma ağrılar, sancılar giriyordu. Renzo’yu düşündükçe hep onu gebertecek birinin çıkıp ona ağzının payım vermesi için içimden dualar edip duruyordum. Ah, o kuduz köpeğin gözlerin önünde gebertildiğini seyretmeği ne kadar istiyordum, inşallah, kime nasip olacaksa, onu gebertecek olan şöyle telâşsız, ağır ağır, zevkini çıkarta çıkarta gebertmeliydi o hergeleyi. O köpeği bir anda öldürmek yazık olurdu. Öldürttüğü sayısız insanların ne şekilde, nasıl kıvrana kıvrana can verdiklerini ona tattıra tattıra gebertmek lâzımdı keratayı.
Helen yine bana yardım edip doktorun muayenehanesinden çıkmamı sağladı, sonra beni otomobile bindirdi. Arkamdan kapıyı kapatıp arabayı dolandı, direksiyon başına geçti. Ona oturduğum evin adresini verdim. Helen hiç konuşmadan arabayı çalıştırdı. Sonra onu evimin semtine doğru hızla sürmeye başladı.
Çok geçmeden bizim sokağa geldik. Bu sokağın manzarası bir felâketti. Kamyonların gelip almadığı çöp teneklerinin içindekiler yaya kaldırımına dağılmış, etraf müthiş pis kokuyordu.
Helen tecessüsle bana baktı «Bu sokakta mı oturuyorsun?» dedi.
— «Evet,» dedim. «Benim için yaptıklarınızın ötürü size ne kadar minnettarım, bilemezsiniz.»
Helen ayni anda birde evimin kapısının üzerindeki KİRALIK ODALAR levhasını gördü. «Ailen de burada seninle beraber mi oturuyor?» diye sordu.
— «Ailem falan yok benim.» dedim. «Kimsem yok dünyada. Burası pansiyondur. Oda oda kiraya verirler.»
Bir an Helen’in dudakları gerildi. O biçimli, o dizi dizi inci gibi bembeyaz dişleri göründü. «Seni burada yalnız başına bırakamam, delikanlı. Birinin sana bakması lâzım.» dedi.
— «Teşekkür ederim,» dedim. «Müsaade ederseniz?… »
— «itiraz falan dinlemem, ismin neydi bakayım?»
— «Joe.»
— «Peki, Joe. Bırak ta ben de bildiğim gibi hareket edeyim. Hayatta kimseye bir hayrım dokunmaz, ama bazen yufka yürekliliğim tutar, birkaç sevap işlerim.»
— «Ah, bilseniz ne kadar… »
— «Helen de bana.»
— «Siz hayatımda tanıdığım insanların en kibarısınız. En kibarı ve en sevimlisi…»
Sonra ona çok güzel olduğunu söyledim. İnsanın nadiren gördüğü, o alımlı, hafif meşrep kadınlarda bulunan cinsten bir güzellikti Helen’inki. O cins bir güzellikti güzelliği… Helen dünyaca meşhur o milyonluk revülerde oynayan yetmiş iki düvelin dilberleri gibi uzun boylu ve mahmur bakışlıydı. İnsanın hayretle, ağzının sularını akıta akıta seyrettiği, fakat evlenmeye veya evine götürüp ailesine takdime katiyen cesaret edemeyeceği tipte bir kadın. Öyle bir güzellik vardı Helen’de.
Sonra iki saniye kadar bir zaman, yüzünde, bambaşka, ilkinden tamamen farklı, çok daha hürmete lâyık bir güzelliğin belli gibi olduğunu gördüm. Yepyeni bir insan olmuştu adeta. İlk defa açan bir çiçeğin ilâhi manzarasından farkı yoktu yüzündeki güzelliğin. Ve bana o çehreyle gülümsedi.
— «Joe.» Sesi ılık ve boğuktu. «Yıllar var ki, kimse bana bu kadar güzel bir sözü, bu derece duyarak söylemedi.»
Ağzım hâlâ ağrıdığı için ona dudaklarımla gülümseyerek mukabele edemedim bakışlarımla gülümsedim sadece.
Birden Helen’in çehresindeki ifadeye bir şeyler oldu. Yüzünün hatlarında bana yabancı, tecessüs dolu, biraz da muammalı bir bakış belirdi. Bana doğru eğildi sonra.
Birden o lâtif çiçek kokularını tekrar duydum. Arkasından da imkânsız bir şey oldu. Helen dudaklarını hafifçe dudaklarıma dokundurarak beni öptü, sonra geri çekilerek beni süzdü. Gözleri heyecanlı pırıltılarla doluydu şimdi.
— «Çok tuhaf bir gençsin sen, Joe,» dedi.
Sonra kontağı çevirip arabayı çalıştırdı, direksiyonu kırarak arabayı yaya kaldırım kenarından uzaklaştırdı, onu ağır ağır sürmeye başladı. Kapının tokmağına tutunarak bin güçlükle yattığım yerden doğrulmaya çalıştım. «Beni dinleyin. İnip evime gitmem lâzım, Helen,» dedim.
— «Seni bu halle buralarda sokak ortasında bırakamam.»
— «Peki, ama nereye götürüyorsun beni?»
— «Kendi evime. Beraberce oraya gideceğiz. Seni bu hale o sefil Renzo koydu. Bunda yarı yarıya da kendimi kabahatli buluyorum.»
— «Sizin bir kabahatiniz yok ki. Renzo ile bütün ilişiğiniz sadece onun gece kulübünde çalışmaktan ibaret,»
— «O mühim değil. Seni burada kendi haline terkedemem.»
— «Ama bu yüzden bağınız belâya girecek, Helen.»
Helen döndü, bana tatlı bir tebessümle baygın baygın baktı, «Başımın belâdan kurtulduğu var mı ki?» dedi.
— «Renzo’nun barında çalışan bir kadının başına belâ gelmez.»
— «Ben onu idare ederim, sen orasını merak ötme.»
O anda hafifçe ürperdiğimi Helen de herhalde farketmiş olmalıydı.
— «O göbekli ayıyı parmağımın ucunda fırıldak gibi nasıl döndürdüğümü bilsen şaşırır kalırdın Joe.» Sonra sesinin tonu değişerek ilâve etti.. «Her zaman mümkün olmuyor bu, tabii.»
Önünde durduğumuz apartman tam Helen’e lâyık bir yerdi.. Helen de o bir apartmanda taşlık bir bahçede boy atmış’ zarif bir çiçekten farksızdı. Dairesi bir otelin en üst katandaydı. Hani şu şehrin en lüks semtinde on ikinci katta çimenlik bahçeleri olan terasına çıktığımız zaman bütün şehrin göz kırpışan ışıklarının. kana kana seyredebildiği cinsten terası olan bir daireydi burası» Ve terasından bakınca da bütün şehir ayaklar altındaymış gibi görünüyordu.
Helen sırtımdaki bütün elbiselerle çamaşırları bir bir çıkarttı, beni soydu. Sonra kolumdan tutup yardım ederek beni banyonun kapısına kadar götürdü. Köpük dolu küvette yaralarım acımasın diye ağır ağır yıkanırken de Helen bana bir takım elbise buldu. Elbise bana biraz büyüktü ama çoktandır o derece’ temizini giymemiştim. Kendi iç çamaşırlarımla gömleğimin üzerine o elbiseyi giydim, oturma odasına döndüm. Dünyalar benim olmuş gibiydi şimdi. Helen çay tepsisini getirdiği sırada büyük koltuğa kurulmuş bulunuyordum.
Helen Troy
Truvalı Helen yani. Vay canına! Truvalı Helen böylesine güzeldi demek. İnsanın malik olmak için. en azından bir milyon, lirasına, ve bir milyon senesine mal olacak bir kadın… Halbuki! bir metelik ve bir saniye kaybetmeden onun yanı başındaydım ben.
— «Biraz daha iyice misin, Joe?»
— «Eh, birazcık,» dedim.
— «Konuşabilecek halin var mı? İstemiyorsan seni zorlamam, bilesin.»
— «Anlatılacak fazla bir şey yok zaten.. Renzo, adam akıllı dövdü beni.»
— «Kaç yaşındasın, Joe?»
Pek fazla yüksek göstermek istemiyordum yaşımı. Onun için «Yirmi beş,» dedim.
Helen’in yüzünde birdenbire yine aynen deminki ifade belirdi. O garip o normal yüz ifadesinden tamamen farklı olan hal. Yüzümün o anda sargılar içinde olmasına memnundum. Bu halimle yalan söyleyip söylemediğimi anlamak istese bile bir şey anlayamazdı.
Sonra «Peki, sen kaç yaşındasın, Helen?» dedim. “Ve sırıtarak baktım ona.
— «Otuzuma girmek üzereyim, Joe. Epeyi yaşlı sayılırım, değil mi?»
— «Ne münasebet.»
Helen ikide bir fincanını dudaklarına götürüyor, çayından bir iki yudum alıyordu.
— «Nasıl oldu da Renzo’yu o kadar kızdırdın?» diye sordu.
O bahsi düşünmek bile ıstırap veriyordu bana.
— «Bu gece,» dedim. «Hava henüz kararmıştı. Tanımadığım biri gelip bana beş dolar verdi. Onun karşılığında da birine bir mektup göndermeyi kabul edip etmeyeceğimi sordu. Seve seve “kabul ettim. Mektubun Mr.Renzo’ya verilmesini istedi. Mektubu veren adam onu hiç vakit kaybetmeden Hideway Barı’na götürmemi söyledi. Hemen bara geldim. Önce dış kapıdaki adam beni İçeri bırakmak istemedi. Sonra öteki adamı, o Johnny denilen adamı çağırdı. Johnny de beni içeriye soktu.»
— «Sonra?»
— «Sonra da Renzo beni dövmeye başladı.»
— «Ne yazılıydı mektupta, hatırlıyor musun?»
— «Hatırlamak mı?»
Onun metnini ömrümün sonuna kadar unutmama imkân yoktu. O mektubu yazanın Renzo’ya yapacağını söylediği şeyleri yapmasını ömrümün sonuna kadar dört gözle bekleyecektim. Ve o adamın Renzo’yu geberttiği gün de hayatımın en mesut günü olacaktı.
Helen’e döndüm.
— «Vetter adında biri Renzo’ya kendisini temizleyeceğini haber veriyordu,» dedim.
Helen’in dudaklarında bir an dalgın, fakat sert bir tebessüm belirip kaybolur gibi oldu.«Renzo’ya öyle bir mektup yollayacak adamın gözü ve yumruğu pek olmalı,» dedi. Sonra ikimizden başka kimsenin duyamayacağı kadar hafif bir sesle fısıldadı:«Öyle bir erkeğin kölesi olabilirdim.»
Gözlerini gecenin karanlığının içine dikmişti.
— «Ne dediniz?»
— «Hiç bir şey demedim, Joe. Unut onu.» Dudaklarındaki o sert ifade birdenbire kayboldu, yerini tatlı bir tebessüm aldı. «Başka ne oldu?»
Kalbim göğüs boşluğunun içinde o kadar şiddetle çarpmaya, başlamıştı ki, kaburga kemiklerimi parçalayıp göğüs kafesimden dışarı fırlayacakmış gibiydi.
— «Bir aralık… kendi aralarında konuştular Renzo ile Johnny… Vetter’i öldürmek için beni yem olarak kullanmayı kararlaştırdılar.»
— «Seni mi?.»
Elimle çenemde ağrıyan yeri okşayarak müspet bir baş işareti yaptım.
Helen ağır ağır ayağa kalktı. Tıpkı bir kedi gibi. Müthiş bir hiddet ve asabiyet içinde olduğu belliydi. Fakat sinirlerinin ne derece gergin olduğunu anlamak için gözlerinin derinliklerine dikkatle bakmak lâzımdı. Finney’e baş eğdiren bakıştı bu.
Nihayet Helen«Vetter ha!» diye mırıldandı kendi kendine.
Bu ismi daha evvel de işitmiş gibiyim.»
— «Mektupta Cooley adında daha evvel ölen birinden de bahsediliyordu,» dedim. O sırada Helen’in sırtı dönüktü bana. Fakat «Cooley» adı geçer geçmez parlak ışıklarının altında omuz adaleleri birdenbire geriliverdi. Omuz başında başlayan adalelerin gerginliği sırtı boyunca ta kuyruk sokumuna kadar indi. Bacakları bile kaskatı kesildi. Fakat iri, yuvarlak ve uçları sivri sivri memelerinden başka kımıldayan tek hücre yoktu vücudunda.
Şimdi ikinci defa «Vetter ha!» diye tekrarladı. «Vetter, Cooley’in arkadaşıydı.»
— «Cooley’i tanır mıydın sen?» dedim.
Helen’in omuzları gevşedi, bir kutudan bir sigara alarak yaktı. Sonra gülümseyerek bana döndü. Otomobilde gördüğüm o eşsiz güzellik ifadesi tekrar çehresine dönmüştü.
Baygın bir sesle«Evet,» dedi. «Tanırdım. Hem de çok iyi.»
— «Vay canına!»
Helen artık mevhum bir şahsa hitaben konuşuyormuş gibiydi. Odada bulunmayan birine hitap ediyordu şimdi. Her kelimesi kendi kendini yaralayan birer bıçak darbesiydi adeta. Ve bıçak her darbede biraz daha derine gömülüyordu. Nihayet nemlenir gibi oldu gözleri.
— «Çok iyi tanırdım, Cooley’i» dedi. «Cooley…» Sonra anlatmaya başladı. «Ona benzer bir erkek tanımamıştım altın gibi ezebilecek kadar kocaman elleri vardı.» Bir an mola verdi, sigarasından ağır ağır nefes çekti. «Ve öyle manalı bir sesi de vardı ki… İsterse güldürür, isterse ağlatırdı insanı. Bazen da hem ağlatır, hem güldürürdü.»
Sonra aynı dalgın tonla devam etti
— «Üstelikte çok zeki bir erkekti. Renzo’ya sezdirmeden’ onun kumar masalarından para sızdırmanın usullerini keşfetmişti. Ve istifade etmeyi de bildi o keşfinden. Bu arada Renzo’nun suratına gülüyor ve onun rulet masalarından kafası çalışan bir adamın dilediği kadar para kazanabileceğini de söylüyordu.»
Helen’in gözlerinin köşelerinde minicik yaş tanecikleri birik meye başlamıştı; fakat bu taneler aşağıya süzülmedi; belki de bir gurur hissiyle toplandıkları yerde kaldı. Sonra
— «Cooley’le bir gece tesadüfen bir yerde tanıştım,» diye anlatmaya başladı. «Ona benzer bir erkek tanımamıştım onunla karşılaştığım güne kadar. Harikulade bir şey oldu dostluğumuz. Ne yazık ki birbirimiz için yaratılmış değildik. Sadece bir tesadüf karşı karşıya getirmişti bizi. Cooley o sıralarda tanınmış bir şahsiyetin kızıyla nişanlı bulunuyordu.»
Helen’in parmakları arasındaki sigaranın dumanı kıvrılarak dağıldı havada. Sonra o güzel çehre bir an duman bulutlarının, ardında kaybolur gibi oldu.
— «Ama onun nişanlı olmasına aldırmadım,» diye devam etti Helen. «Ve onu sevmeye de devam ettim.» Sigarasını asabi bir parmak hareketiyle halının üzerine attı, sonra topuğuyla ezdi. «Dilerim Allahtan, o Renzo köpeğini de Vetter gebertsin!» diye dişlerini gıcırdattı. «Ahhh! Vetter onu geberttiği gün hayatımın, eh büyük günü olacak.»
Sonra gözlerini ağır ağır yerden kaldırdı. Bir an karşılaştı bakışlarımız. Bu gözler şimdi yine berrak, yine metin ve bir an yine tecessüsle dolup taştı. Sonra metin bir ifade yeniden onları, doldurdu. «Anlaşılan Renzo’yu pek sevmiyorsun, Helen,» dedim.
Sualime cevap vermedi, başka bir sual sordu bana.
— «İnsanları iyi tanır mısın, Joe?»
Ben de o suali cevapsız bıraktım.
— «Sen de insanları iyi tanırsın, değil mi, Joe? Oturduğum semt ahım şahım bir yer değil. Hayatın kirli taraflarım ve insanların iç yüzlerinin ne kadar çirkef olduğunu bilirsin. Bir bakıma talihli sayılırsın. Hayatı ve insanları gençken yakından tanımak fırsatım bulmuşsun çünkü. Vakit kaybetmemişsin onlar’ tanımak için. Yüzüme iyi bak benim, Joe. Daha evvel de benim gibi kadınlar gördün, değil mi? Ben sağlam bir ayakkabı değilim. Dışarıdan bakınca eşi menendi olmayan bir kadın gibi görünürüm. Aslına bakarsan ciğerim beş para etmez. Çok şeyler söylerler etrafta benim hakkımda. Hepsi de doğrudur. Ama bu hale kendim istediğim için düşmüş değilim. Beni o it düşürdü çamura. O Renzo iti. Onunla karşılaştığım güne kadar yolumu çizmiş, hayatta çok iyi bir yol üzerinde yürüyordum. Bazı gençler beni eşi olmayan bir yıldız zannederler ama işin iç yüzünü bilmezler. Bir hayal âlemi içinde yüzerler. Benim zorla nelere boyun eğmeye mecbur kaldığımı ve kimlerle düşüp kalkmaya mecbur bırakıldığımı bilmez hiçbiri. Namuslu insanlar da benimle tanışmak istemezler. Onun için namussuzlarla düşüp kalkmak zorundayım ben de. Beni tanıyanlar da hakkımda bildiklerini başkalarının bilmesini istemezler.»
— «Böyle kötü şeyler söyleme, Helen.»
— «Şu geçen on iki sene içinde altın kalpli sadece iki insanla tanıştım. Birincisi Cooley’di.» Helen gülümseyince gözlerinden taşan nefret hissi bir anda dağılıverdi. «İkincisi de sensin. Sen benim iç yüzümü bilsen de mühim değil. Öyle değil mi? Senin dünyaya metelik verdiğin yok; değil mi?»
— «Hayatımda senin gibi bir kadına rastlamadım, Helen.»
— «Biraz daha konuş bakayım.» Dudaklarındaki tebessüm yüzüne biraz daha yayılmıştı bunu söylerken.
— «Ne diyeyim, bilemiyorum ki. Çok güzelsin. Ama gerçek ten çok güzelsin. Sonra kibarsın. Fevkalâde biçimli bir vücudun…»
Helen «Bu kadar kâfi!» diye bir kahkaha attı. Gırtlaktan gelen, boğuk, mesut bir kahkahaydı bu. Tam ona yakışan bir kahkaha. «Çayını bitir bakayım.»
Çayımı unutmuştum bile. Onu bir nefeste dikip içtim. Sıcak sıvı yanaklarımın iç tarafındaki yarıkları ve kesikleri kavurdu.
— «Helen…» dedim. «Ben artık evime döneyim. Renzo, beni senin kurtardığını haber alırsa öfkesinden deliye döner. Senin de başına iş açmayayım durup dururken.»
— «Benim kılıma bile dokunamaz, o, Joe.»
Homurdandım. Helen devam etti.
— «Ve bundan sonra senin de kılına dokunamaz, Joe. İçeride bir yatak var. Git, yat o yatakta. Bu gece lüzumundan fazla konuştuk. Deliksiz bir uykuya ihtiyacın var.»
Ertesi sabah Helen’den evvel uyandım. Gözlerimi açtığımda arka üstü yatmaktan sırtıma ağrılar girmişti. Kafamda da öyle müthiş bir zonklama vardı ki, başımı yastığa zor değdirebiliyordum. Karyolanın başucundaki saate bir göz attım. Yediyi yirmi geçiyordu.
Bir tekmeyle yorganları bir kenara fırlatıp kalktım, çabuk çabuk giyindim.
Telefon oturma odasındaydı. Kulaklığı çıt sesi bile çıkarmadan telefonun üzerinden aldım. Numarayı çevirdikten sonra bekledim. Mümkün olduğu kadar hafif bir sesle «Alo?» dedim, sonra öbür uçtan Nick’i istedim.
Bir dakika sonra da telefon başına geldi Nick. Kabaca «Alo?» dedi.
— «Ben Joe, Nick,» dedim.
Nick «Hey, koca herif,» dedi. «Nerelerdesin? Seni bulacağım diye Allahın belâsı mahallede girmediğim delik kalmadı. Hemen buraya gelmezsen Gordon pasaportunu verecek eline. Zaten: adamlardan iki kişi daha gelmedi.»
— «Çeneni kapat da beni dinle şimdi,» dedim. «Başım dertte.»
— «Başının dertte olduğunu bilmeyecek ne var. Gordon dedi ki…»
— «Benim Gordon’u falan düşündüğüm yok şimdi. Patron kimin umurunda. Hiç bu sabah bizim evin civarında dikkatini çeken birini gördün mü?»
Telefonun beri başından onun bu sualimin üzerinde kafa patlatarak düşündüğünü görür gibiydim. Nihayet Nick konuştu
— «Sabah caddenin tam arka tarafında bir otomobil duru yordu.» dedi. «içinde biri de vardı galiba.» Sonra ilâve etti: «Evet, evet. Tamam. Bir dakika bekle. Bir yabancı bu sabah bizim kocakarıya bir şeyler soruşturup duruyordu. Ben o sırada ayakta uyukluyordum. Bir ara senin ismin de çalındı kulağıma. Senden bahsediyorlardı galiba.»
— «Ciddî mi söylüyorsun?»
— «Evet. Hem senin neyin var, Joe? Başına bir iş mi geldi?»
— «Şimdi sana her şeyi telefonda anlatamam. Gordon’a hasta olduğumu söyle, onu atlatıver. Olur mu?»
— «Lâf! Herif yutar mı hastalık numarasını? Daha iyisi, polisin seni tıktığını söylerim, olur biter. O hastalık mazeretinden gına geldi herife artık. Bu işe gireli daha kaç gün oldu ki, hastalık numarası yapmaya kalkışıyorsun?»
— «Neyse Joe, uzatma lâfı. Nasıl mümkünse öyle idare etmeye çalış vaziyeti. Yalnız bir şeyler söyle Patron’a muhakkak. Ben yine telefon ederim.» Kulaklığı hafifçe yerine koyarak geri döndüm. Herhalde zannettiğimden daha fazla gürültü yapmış olmalıydım. Çünkü Helen uyanıp kalkmış, yatak odası kapısının eşiğinde duruyordu. Çok, hoştu. Altından bir güzellik ilahesininheykelini andırıyordu o haliyle… Her an açılmaya hazır, parlak renkli bir gül goncasından farkı yoktu Helen’in.
— «Ne oluyor, Joe? Bir şey mi var?»
Ondan gerçeği saklamaya kalkışmakta mana yoktu.
— «Biri evimi gözetliyormuş. Bu sabah da gelmiş, pansiyoncu kadından beni sormuşlar.»
— «Korkmaya mı başladın yoksa?»
— «Tabii, korkuyorum. Korkmamak için insan budala olmalı. Boynum kırılmış bir halde, cesedimin bir bataklığın meçhul bir köşesine atılmasını istemem. Renzo denilen o herif delinin biri. Bir kere gözü döndü mü eline geçirdiği insana neler yapmaz.»
Helen sakindi «Biliyorum,» dedi. Sonra farkında olmadan elini hafifçe dudaklarının üzerinde geçirdi. «Haydi, gel, birkaç lokma bir şeyler atıştıralım, Joe,» dedi.

Benzer İçerikler

Tears Of Love Shams-i Tabrizi

yakutlu

Muhammed’i Öldüren Adamlar – Alfred Bester Online Kitap Oku

yakutlu

Cengiz Aytmatov – Beyaz Gemi (Roman Özeti)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy