Cennet

Türk Romancı ve beyin cerrahı (Keşişin On Günü romanının yazarı, 2002) Muammer Yüksel, İslam ve Hıristiyan dünyasının kültürel köklerini sarsacak bir roman trilojisine CENNET’e imza etti. Trilojinin ilki olan ve diziyle aynı adı taşıyan “Cennet” romanının kahramanları Adem, Kudüs kapılarındaki Selahaddin-i Eyyübi, Haşhaşi imamı Sinan, Hakikat Hafızı Seher, büün dinlerin ve orduların peşinde olduğu, Cennet’in anahtarı olduğu iddia edilen gizli bir kitap… Trilojinin diğer ciltleri de tarihten günümüze kadar gelen yeni ve çağdaş Cennet hikayelerini okurlara sunuyor. (2. cilt Gaip)

Tanrı Âdem’i neden cezalandırmasın? Onun soyunu dünya yüzüne aklanmaları için attığında cennetten bembeyaz bir taş daha düşmüştü: Hacer-ül esvet bu taşın adı. O ki insanların günahları nedeniyle kapkara olan taş.

Âdem büyük bir acı içinde zürriyetine atıldıkları cennetin yolunu göstermek için  bir kitap yazdı, ama sonra gördü ki nesli büyük bir inkârın içinde neden cennetten atıldıklarını unuttu. Bunun üzerine kitabın saklanmasına kadar verdi.

Selahaddin-i Eyyübi Kudüs kapılarına yüklendiğinde tapınakta saklı olduğunu düşündüğü kitabı ele geçirmeye çalışır, ama Tapınak Şövalyeleri tarafından kitabın koruyucusu Hakikat Hafızı adlı kadın, Haşhaşi imamı Sinan’ın elinden kaçırılmış ve sorgulanmıştır. Papa Urbanus kadının varlığından haberdar edilmiştir.

Ortaçağ’da insanların savaş içinde büyük acılar çektikleri bir dönemde ebedi huzur büyük bir umuttur. Aynı kaynaktan geldiği söylenen dinler arasında büyük bir çekişme başlamıştır. Hepsi birbirinden önce bu büyük sırrı; cenneti bulmak için bir yarışa girmiştir. Ama hepsi birbirine muhtaç olacaktır.

Muammer Yüksel “Cennet” üçlemesinin ilk romanında Kudüs’te başlayıp, Avrupa’ya, oradan Orta Asya’nın bilinmezlerine uzanan bir sırrın peşinde koşan savaşçıların, şövalyelerin ve fedailerin öyküsünü sürükleyici bir tarihsel kurguyla anlatıyor.

***

BİRİNCİ KİTAP

Yahudilerin Tanrısının Adıyla

1

Kulübe tahta masanın üzerindeki mumum titrek ışığıyla aydınlanıyordu; mum akıp masanın üzerinde birikmiş ve oradan yere akmıştı. Işığı duvarların arasından ya da kapının altından sızıp gelen rüzgâr nedeniyle titriyor ve tahta kalaslara desteklenmiş kerpiç duvarlarda oyunlar yapıyordu.

Bu ölgün ışıkta duvara yaslanmış yatağın kenarında, bir kadın ve adam yere diz üstü çökmüş oturuyorlardı. Yüzleri birbirine dönüktü.

Adam ileri yaşlıydı; çok zayıftı ve çok yorgundu; ara sıra uzun tırnaklı, damarları iyice belirginleşmiş titrek elleriyle beyaz sakallarını sıvazlıyordu, kafasını kaşıyordu; uzun ve gür sakalına karşın kafası ustura ile kazınmıştı; üzerindeki eskimiş ve iyice kirlenmiş entarisi yoksulluğunun derecesini gösteriyordu. Entarisinin altından parça parça çatlamış, kirli ayakları açıkta kalıyordu.

Onun karşısında duran kadının başı önüne eğikti; yüzü baş örtüsünün karanlığına gömülmüştü ve baş örtüsünün uçundan uzun saç örgüsü çıkıyordu. Kolları bileklerinden düğmeli uzun bir entari giymişti.

“Vakit geldi,” diye konuştu adam.

Kadın sadece başını salladı.

Adam derin bir nefes aldıktan sonra devam etti: “Kader kapıp sürükleyecek bizi, alıp oradan oraya götürecek. Ben kurtuluyorum. Senin geldiğin vakit öylesine mutlu oldum ki; sözün ağırlığıyla ezilen omuzlarım serbest kalacak. Sense ağır bir yükün altına giriyorsun. Omuzların güçlü olsun.”

Kadın başı önüne eğikken konuştu: “Her şey bitecek ve yeniden başlayacak. Emaneti çok iyi koruyacağım. Emanetin akıbeti malum oldu bana, biliyorum.”

Uzandı ikisinin arasındaki rahleye yerleştirilmiş kitaba dokundu. Sonra elini çekti.

Zaman gecenin ileri bir vaktiydi, dışarıda esen rüzgâr bazen hızlanıyor ve kerpiç duvarlarının arasından ya da kapının altından geçip hırsla kulübenin içine giriyordu. İçeride mumun ışığı can çekişirken çatıya konmuş kütüklerin arasına sıkıştırılmış toprak rüzgârın nedeniyle uçuşuyordu. Çevredeki zeytin ağaçlarının yaprakları kopacakmış gibi dört bir yana savruluyordu.

Vadinin bitimindeki tepenin üzerine, insanlardan uzağa inşa edilmiş bu kulübe için olağan bir geceydi. Yanına derme çatma bir biçimde inşa edilmiş ağıldaki birkaç hayvan gecenin karanlığında büzüşmüşler günün aydınlanmasını bekliyorlardı. Kulübenin gerisindeki kayalıkların gölgeleri, gökte bulutların arasından ışıklarını gönderen ayın ellerinde karanlık kâbusların yaratıklarını benziyordu.

…Ki gecenin karanlığında ilerideki tepenin ardından süzülüp gelen iki gölge bu yaratığın çocuklarıydı. Çevreyi kolladılar, sonra geriye işaret ettiklerinde yaratığın diğer çocukları da büyük bir hızla rahimden dökülen canavarlar gibi görünür oldular; toplam 8 adam ses çıkarmamaya dikkat ederek kulübeye yaklaşmaya başladılar.

“Kat etmem gereken yolu biliyorum. Onların da bana refakat etmeleri gerekli. Günahsız değiller ama mutlak kötü de değiller.”

“İnsanların hangisi mutlak iyi ki?”

İşte ilk kez o zaman kadın başını kaldırdı ve onun söylediğini başıyla onayladı; yüzü baş örtüsünün karanlığından kurtuldu; insanın aklını başından alacak kadar güzel bir yüzü vardı; mumun ölgün ışığında yeşil görünen gözlerindeki tevekkül ifadesi ile yaşlı adama baktı. “Beni bekleyin; yolum biraz uzun ama tez zamanda yanınıza geleceğim.”

Adam birden durdu. Çok yavaş bir sesle; “Sus!” dedi.

Adam elini dudaklarına götürmüş susmasını işaret ediyordu. Sonra yerinden kalktı, toprak zeminin üzerinde, yaşından hiç beklenmeyen bir çeviklikle, kayar gibi seğirtti; hızla kapının yanına ulaştı, orada duran kılıcı kınından çekti. “Kaderden kaçılmaz. İşte geldiler,” dedi. “Bundan sonra tek başınasın.” Sonra bir iki adım geri çekilip, kapının karşısında hazır beklemeye başladı.

Kadın da yerinden doğruldu, sessizdi. Uzun boyluydu. Ayağa kalkarken baş örtüsü başından sıyrılıp düşmüştü. Yay gibi kaşları, tenine tezat teşkil eden açık renk gözleri, ince biçimli dudakları, hepsiyle uyumlu duran burnu ile gerçekten çok güzeldi. Saçları örülerek yüzünden çekilmişti, kalın bir örgü başının arkasından akıyordu. Entarisi ayak bileklerine kadar uzanıyordu. Eteğinden açıkta kalan çıplak ayaklarıyla evin toprak zeminine basıyordu.

Dışarıdan koyunların huzursuz sesleri geldi birden. Aynı anda kapı kırılırcasına açıldı ve içeriye ellerinde kılıçlarıyla iki adam girdi. Kapı açıldığında rüzgâr yanan tek mumu söndürdü. Bu karanlık içinde kulübeye ilk giren bahtsız, yaşlı adamın kılıcıyla karşılaşmayı hiç beklemiyor olmalıydı ki gafil avlandı. Yaşlı adam kılıcını sağdan sola savurduğunda hasmının bedeni göğüs hizasından ikiye biçildi. Koyu karanlığın içinde korkunç bir haykırış duyuldu; ardından yaşlı adam öldürdüğü adamın cesedi daha yere düşmeden, onun bedenini siper alarak diğerine hamlede bulundu. İki kılıç havada kıvılcımlar çıkararak çarpıştı, ardından yaşlı adamın kılıcı diğerinin kılıcının üzerinden kayıp yükseldi ve karşısındaki bedeni de biçti. İkinci çığlığın ardından can çekişen bedenler yere yuvarlandı; onların iniltilerinin dışında bir ses duyulmaz oldu. Yaşlı adam yine büyük bir çeviklikle, koyu karanlıkta bile gündüz gözüyleymişçesine eğildi yerdeki kılıçlardan birisini aldı, hemen birkaç adım geriye, kadının yanına çekildi, yerden aldığı kılıcı kadına verdi. Kadın onun verdiği kılıcı dövüşmeye alışkın bir tavırla kavradı; saldırı için hazır duruma geçti. Çok kısa bir zaman beklediler; ardından içeriye iki haydut daha girdi; birisinin elinde üzerinde ateş yanan bir şişe vardı; elindeki ateş yanan şişeyi adamla kadının üzerine doğru fırlattı; şişenin düştüğü yerde alevler yükseldi. Birazdan bu alevler odanın içindeki her şeye sirayet edecekti. Adamların kulübenin içinde dövüşmeye niyetleri yoktu ki kaçarcasına dışarı çıktılar.

Yaşlı adam rahlenin üzerindeki kitabı alıp kenara, ateşten uzağa kaldırırken; “Dışarı!” diye haykırdı.

Bundan sonra her şey birden yaşandı: Adam kendini kapıdan dışarı attı. Kılıcını savunma için hazır konumda tutuyordu. Kadın da onunla birlikte çıktı. Onlar dışarı çıktığı anda kapının önünde bekleyen 6 adam çığlıklar atarak saldırıya geçtiler. Yaşanan adaletsiz bir dövüştü; ikisi birlikte sırt sırta vermiş kendilerini savunmaya çalışıyorlardı. Ama yine de bu kadar çok kişiye karşı koyabilmelerine imkân yoktu. Yaşlı adam ilk hamleyi savuşturduğunda sol yanından gelen kılıç darbesiyle sarsıldı. Kılıç kolunu keserek göğsüne ulaşmıştı. Acısı için zamanı yoktu. Vahşi bir çığlık atarak kadının yanından uzaklaştı. Elindeki kılıcı şimdi körlemesine büyük bir öfkeyle sallıyordu. Hamle yaparak karşısındaki adamlardan birisinin omzuna kılıcını gömdü. Bu bir hataydı aslında; gömülen kılıç ikinci hamleyi yapmasını engelliyordu. İki adam kadınla dövüşürken, yaşlı adamın karşısındaki üç kişi bir anda onun bu gafletinden yararlanıp boynuna saldırdılar. Sağ omzuna gelen kılıç darbesiyle yaşlı adamın gücü kesildi; sadece dönüp kendine saldıran adama baktı; bu onun için bulutların arkasına saklanan ayın ışıkları altında gördüğü son yüz olacaktı; üç adam tüm güçleriyle kılıçlarını savurdular. Adamın bu kez bedenine batan kılıç darbelerine karşılık verebilecek hali yoktu; her yandan saldıranlar keskin çeliklerini onun bedenine saplıyorlardı. Adam dizlerinin üzerine düştüğünde kadın onun ölümün yolunda olduğunu fark etti. Haykırarak adama yönelmeye niyetlendi; bu da onun yaptığı en büyük hata oldu. Kafasının arkasına yediği darbeyle dizlerinin bağı çözüldü ve yere olduğu gibi kapaklandı.

O yere düştükten hemen sonra adamlardan birisi kulübeden içeriye, yanan ateşlere aldırmadan girdi; çevresine hızla bakındı; kızgın alevler yüzünü yalıyordu ve orada, yaşlı adamın ateşten uzağa kaldırdığı yerde o kitabı gördü; hızla seğirtti, aldı, bağrına bastı ve o şekilde kulübeden dışarıya çıktı. Dışarı çıktığında üzerinden dumanlar çıkıyordu ve elindeki kitabı havaya kaldırmış, liderine gösteriyordu.

2

Yanan kandillerin ışığıyla gündüz gibi aydınlanan odada yatağın üzerinde oturan kadın ayağa kalktı. Yanındaki nedimeleri de onunla birlikte ayağa kalktılar; kadın düşünceli adımlarla kenarda duran büyük aynanın karşısına geçti ve kendine baktı: Geçen yıllar neler götürmüştü kendinden; halen güzeldi, gözlerinin altındaki küçük kırışıklıklar dikkatle bakılmazsa görünmüyordu; göğüsleri ilk bebeğinin ardından eskisi gibi olamamıştı; sarkmışlar mıydı? Omuzlarından dökülen siyah saçlarını eliyle göğüslerinin önüne getirdi; sanki böylece onları saklayabilecekti; üzerinde inciler işlenmiş olan, uzun beyaz giysisinden görünen göğüsleri saçlarının arkasında kalabilecekti.

Nedimelerden birisi; “Çok güzelsiniz hanımım,” diye konuştu. Elindeki fildişi tarakla saçlarını bu yeni biçiminde taramaya başlamıştı.

Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi; gerçekten güzeldi ama bir melik için yeterli miydi güzelliği? Nedimesinin tarak darbelerini eliyle düzeltti. Sürmelerle daha belirgin hale gelmiş gözlerine baktı. Bu gözlerin gördükleri asla ifade olunmayacaktı. Kadının kaderi bu değil miydi? Sessizlik ve itaat… On dördünde bir kız iken atabeyi Nureddin’e karı olduğunda onu sevmiş miydi? Hayır! Oğlu İsmail doğduğunda atabeyinin gözlerinde o büyük mutluluğu görmüştü ve sarayın tüm imkânları ayaklarının altına serilmişti. İşte buydu; hayatı bundan ibaretti. Cariyelerle kendini eyleyen atabey bir daha yanına uğramamıştı; tenine erkek eli değmemişti ve o belki bu nedenle Nureddin öldüğünde yüreğinde acı hissetmemişti. Yalandan yas tutan bu kadın kendini neleri beklediğini bilemezdi; kader oğlunun naipliğini elde etmek isteyen adamla evlenmek zorunda bırakmıştı onu. Onu uzaktan görmüştü bir keresinde; bakışlarından korkmuştu. Ve işte o adamla evlenmişti. Korku vardı içinde; bu Kürt’ten korkuyordu.

Dairenin kapısında ayak sesleri duyduğunda nedimeleri bir anda etrafa kaçıştılar. O geriye döndü; ayakları çıplaktı; ayak bileklerindeki halhallar, kollarındaki bilezikler ve boynundaki ziynet eşyaları bu dönüşün etkisiyle ses çıkardılar.

Onu gördü; Selâhaddin, kısa boylu, ince yapılı, yüzü sık ve siyah sakallarla kaplı olan adam… Başında işlemeli bir bere vardı; üzerine uzun bir kaftan giymişti. Kaftanının işlemeleri kandillerin ışığında parlıyordu.

Kadın başını önüne eğdi; işte korkusuyla yüzleşiyordu. Korkusuna teslim olacaktı. Öylece ayakta beklemeye başladı.

Selâhaddin kapının önünde durup, kadına baktı. “Nureddin’in artığı,” diye düşündü. “Benim hizmetkârımdan başka bir şey değilsin; iktidarımı tek başına ele geçiremezsin. Seni hiçten çıkarttığım gibi yeniden oraya göndermesini de bilirim,” diyen adamın karısı. İşte karşısındaydı; güzeldi ama yaşlıydı, 28 yaşındaydı, uzun siyah saçlarını göğüslerinden aşağı akıtmıştı; bileklerinde bilezikler, boynunda kolyeler vardı. Başını önüne eğmiş öylece duruyordu. O hükümdarın malıydı; tıpkı tüm ülkesi gibi… Ve hükümdar göçüp gittiğinde yerine gelen her şeye sahip olurdu; hem de istediği her şeye…

Odanın içine doğru yürüdü. Kaftanının önü açıktı, adım attıkça entarisinin altından bacakları belli oluyordu. Kadının yanına kadar yürüdü. Onun tam karşısında durdu; kadın hâlâ başı önüne eğik, bir hükümdarın karşısında nasıl durulması gerekiyorsa öyle duruyordu. Çenesini tuttu; başını kaldırdı, gözlerinin içine baktı. Gözleri yeşille ela arası bir renkti.

İsmail sıpasını peydahlayan kadın… Savaşmadan tüm Şam topraklarını elde etmesini sağlayacak olan ardılın annesi… “Nureddin’in neden seni karısı yaptığını şimdi daha iyi anlıyorum,” diye konuştu boğuk ve gırtlaktan gelen sesiyle.

Kadın cevap vermiyordu.

Selâhaddin kadının çevresinde döndü. Eliyle onun saçlarını havalandırdı. Sonra; “Çıkar üzerindekileri,” diye buyurdu.

Kadının gözlerinde iki damla yaş belirdi; tüm korkusu o iki damla gözyaşında somutlandı. Ancak yapabileceği bir şey yoktu; Selâhaddin’in ikinci defa söylemesine fırsat vermeden giysisini omuzlarından aşağı sıyırdı, üzerindeki işlerin, incilerin ağırlığıyla giysi büyük bir hızla bedeninden sıyrıldı ve ayaklarının dibine yere çarpan incilerin sesiyle döküldü. Yıkanmış, ağdalanmış bedeniyle hükümdarın karşısında duruyordu şimdi.

Selâhaddin sıklaşmış soluklarıyla kadının çevresinde dolanmaya devam etti. Kadının göğüslerini örten saçlarını eliyle kaldırdı ve onlara bakarken; “İsmail bu memeleri mi emdi?” diye konuştu. Bu soru değildi. Kadının bekâretinin olmadığının, zürriyetine ulaştığının ifadesiydi. Göğüslerine dokundu onun; sonra onu yatağa sürükler gibi götürdü. İpek kumaşlarla döşenmiş bir yataktı bu; tacının üzerinden ipek cibinlikler sarkıyordu; yorganın üzerinde mahir ellerle bezenmiş işler vardı. Kadın yatağın üzerine uzandığında geri çekildi, onun ak bedenine baktı; siyah saçlarıyla bedeninin aklığı tezat oluşturuyordu. Bacaklarının arasındaki organ karşısındaydı; “Nurettin’in artığı,” diye yineledi içinden. Kendini başında kollayan ama sonrasında bir anda sırtını dönüveren adamın artığı. Selâhaddin hizmetinde kusur etmemişken, emredileni harfiyen yerine getirmişken bir anda dışlayıvermişti. Selâhaddin’den başka kim olabilirdi Nureddin’in ardılı? Tıfıl bir oğlan bebesi mi? Tüm Müslümanların velayetini taşıyabilir miydi bu sümüklü? Hayır! İslam dünyasını ayaklarının üzerine kaldıracak, yeni fetihlerle dini coşturabilecek olan kişi kendiydi.

İşte Nureddin’in karısı karşısında, organını açmış öylece yatıyordu. Nurettin’in olan her şeye sahip olmanın yolu o kadının organından geçiyordu. Üzerindeki kaftanı sıklaşmış soluklarıyla çıkarttı. Sonra entarisinin eteğini sıvadı; gözleri kapalı kadının içine tüm ihtişamıyla girdi bir anda. Kadının dudaklarının arasından çıkan inilti ona ne denli muktedir olduğunu anımsattı. İşte her şey kendine aitti. Sımsıkı kavradığı bacakların arasında gidip gelirken çıkardığı seslerin farkında değildi. Çok kısa bir zaman sonra varması gereken noktaya vardı ve boğulur gibi bir inilti çıkardıktan sonra boşalıverdi. O an kadının gözlerindeki korkuyu gördü; kendine dehşetle bakıyordu. Zavallının bacaklarındaki ellerinin sıktığı yerler bembeyaz olmuştu. Kadının içinden çıktı; entarisinin eteklerini bıraktı ve yere düşmüş olan kaftanını eğilip yerden aldı; yatağın üzerinde öylece yatan kadına yeniden baktı. “Benim kadınımsın,” dedi.

Sonra kaftanını giyinip, odadan, sarayın koridoruna çıktı. Kapının yanında bekleyen muhafızlar onu görünce saygı duruşuna geçtiler. Onlarla ilgilenmesine gerek yoktu; o her şeyin hakimi, efendisiydi. Usul adımlarla yürümeye başladı. Sütunlu kubbelerin arasından esen bahar yeli terli alnını serinletiyordu. Tahtının bulunduğu salona girdi; tahta oturdu ve amaçladıklarının büyük bir kısmına ulaştığını düşündü. Sümüklü bir oğlanın kendine engel olamayacağının farkındaydı artık. Ama sahip olduğu mevki nedeniyle de ayakaltından çekilmesi gerekliydi. Onun da zamanı gelecekti.

“Hükümdarım,” diyen bir ses duydu. Baktığında yardımcısının yanına doğru yürüdüğünü gördü. Hiçbir şey söylemeden bekledi.

“Arz etmek istediğim bir şey var,” dedi Bahaeddin; onun sağ koluydu. Başında sargısı, üzerindeki sade kaftanı karşısında duruyordu.

“Dinlerim,” dedi Selâhaddin.

“İki çoban hükümdarım,” diye konuşmasına başladı Bahaeddin; “bunu bana getirdiler.” Elindeki biçimi biraz bozulmuş metal parçasını hükümdarına uzatıyordu. Metal parçasının uçlarında sanki güneş ışıkları vardı; bazı yerlerde bozulmuş olan bu güneş ışınlarını andırır uzantılar her yönde farklı uzunluktaydılar.

Selâhaddin metali aldı. “Nedir bu?” Bu arada daha iyi görmek kandilin ışığına yaklaştı.

Hükümdarının huzurunda ellerini birleştirip hürmetle beklemeye başlarken konuştu: “O bir altın para hükümdarım.”

“Altın mı? Kime ait bu?”

“Üzerindeki yazıya dikkatinizi çekerim hükümdarım.”

Üzerinden geçen yıllar boyunca altın hâlâ parlaktı; yer yer aşınmıştı, ama kandillerin ışığında bile parlıyordu; güneş ışınlarına benzer uzantıların arasındaki yuvarlak bölümde;

Benzer İçerikler

Nâr-ı Aşk

yakutlu

Mutezile’de Hukuk Felsefesi

yakutlu

Üçüncü Dünya Savaşı (Çin ABD’yi İşgal Ettiğinde)

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy