Kronik vicdan azabı, tüm ahlâkçıların hemfikir olduğu gibi, hiç de istenmeyen bir duygudur. Eğer kötü bir davranışta bulunduysanız, pişmanlık duyun, elinizden geldiği kadar durumu düzeltin ve bir dahaki sefere daha iyi davranmaya bakın. Ne sebeple olursa olsun hatanızın üzerinde kara kara düşünmeyin. Temizlenmenin yolu çamurda yuvarlanmak değildir.
Sanatın da kendi ahlâk anlayışı vardır ve bu ahlâkın kurallarının çoğu bildiğimiz etik kurallarıyla aynı, ya da en azından benzerdir. Örneğin, kötü sanat eserlerimizden duyduğumuz vicdan azabı, kötü davranışlarımızdan dolayı hissettiğimiz vicdan azabı denli istenilmezdir. Kötü olan yanları belirlenmeli, açıklanmalı ve mümkünse gelecekte bunlardan kaçınılmalıdır. Yirmi yıl öncesinin yazınsal kusurlarına uzun uzadıya kafa yorup yanlışları olan bir eseri, ilk yazıldığında yakalayamadığı mükemmelliğe ulaştırmak için yamamaya kalkışmak, orta yaşını, gençliğinde yine kendi olan o farklı kişinin işlediği, miras bıraktığı sanatsal günahları onarmaya çalışarak harcamak -bütün bunlar kesinlikle boşunadır, abesle iştigaldir. İşte bu yüzden, bu yeni Cesur Yeni Dünya eskisiyle aynı. Bir sanat eseri olarak epey bir kusuru var; ancak bunları düzeltmek için kitabı yeniden yazmam gerekir -ve olasıdır ki yeniden yazma sürecinde, daha yaşlı, farklı bir insan olarak, öyküdeki bazı kusurların yanı sıra üstün yanlarını da çıkarıp atmam gerekecek. Böylece, sanatsal vicdan azabının çamurunda yuvarlanmanın cazibesine karşı koyup iyiyle kötüyü kendi hallerine bırakmayı ve başka şeyler düşünmeyi yeğliyorum.
Ancak, bu arada, öyküdeki en ciddi kusurdan hiç olmazsa söz etmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Vahşi’ye yalnızca iki seçenek sunuluyor, Ütopya’da delice bir yaşam, ya da bir kızılderili köyünde ilkel yerli hayatı, ki bu bazı yönleriyle daha insanca bir yaşam, ama diğer yönleriyle aynı tuhaflık ve anormallikte. Kitabın yazıldığı günlerde bu düşünceyi; özgür iradenin insanlara, bir tarafta delilik diğer tarafta cinnet arasında seçim yapabilsin diye verildiği düşüncesini eğlenceli bulur ve büyük olasılıkla da doğru olduğunu düşünürdüm. Fakat dramatik etki için, Vahşi, yarı bereket mezhebi yarı Penitente zalimliği bir dinin inananları arasında yetiştirilişinin sağlayamayacağı kadar mantıklı konuşturulmuştur. Gerçekte, Shakespeare okumuşluğu dahi böylesi söylemleri haklı çıkaramaz. Ve tabii, kapanışta, akıldan uzaklaşmaya zorlanıyor; özündeki Penitente-izm kendini gösteriyor, manyakça bir kendine işkence ve umutsuz bir intiharla son buluyor. ‘Ve böyle sefilce ölüp gittiler sonsuza dek’ -elbette bu da öykünün yazarı olan keyiflenmiş, Pironik estetin inancını pekiştirmiş oldu.
Bugün akıl sağlığının imkânsız olduğunu göstermeyi hiç de
arzulamıyorum. Aksine, akıl sağlığının daha ziyade az bulunan bir fenomen olduğu konusunda geçmişteki denli emin ve hüzünlü olmakla birlikte, bunun başarılabileceğine inanmaktayım ve daha fazla başarıldığını görmek isterim. Birkaç yeni kitapta böyle sözler etmiş ve de her şeyden önemlisi, akıllıların akıl sağlığı konusunda ve akıl sağlığına ulaşma yolları üzerine söylediklerini bir antolojide derlemiş olduğum için, saygın bir akademik eleştirmen bana, kriz dönemindeki bir entelektüel sınıfın başarısızlığının üzücü bir belirtisi olduğumu söyledi. Sanırım bununla, bu profesör ve meslektaşlarının, başarının sevindirici belirtileri oldukları ima ediliyor. İnsanlığa hizmet edenler onur ve anımsanmayı hak ederler. Profesörler için bir Panteon inşa edelim. Bu tapınağı Avrupa ya da Japonya’nın yerle bir olmuş kentlerinden birinin kalıntıları arasına yapar ve mahzen mezarın girişinin üzerine, iki metrelik harflerle şu basit sözcükleri kazırdım: DÜNYA EĞİTMENLERİNİN ANISINA ADANMIŞTIR. SI MONUMENTUM REQUIRIS CIRCUMSPICE.*
* (Lat.) Eğer anıtını ararsan, etrafına bak. (Yhn.)
Ancak geleceğe dönecek olursak… Şu anda kitabı yeniden yazmak durumunda olsaydım, Vahşi’ye üçüncü bir seçenek sunardım. İkileminin ütopyacı ve ilkel boynuzları arasında akıl sağlığı olasılığı bulunurdu -Cesur Yeni Dünya’dan gelme sürgün ve sığınmacılardan oluşan, Ayrıbölgenin sınırları içinde yaşayan bir toplumda, bir dereceye kadar gerçekleşmiş bir olasılık. Bu toplumda ekonomi merkezsiz ve Henry George’gil, politika ise Kropotkin-vari ve dayanışmacı olurdu. Bilim ve teknoloji, insanı (günümüzde ve Cesur Yeni Dünya’da fazlasıyla olduğu üzere) uyum sağlamaya ve köleleşmeye zorlayan şeyler olmaktan çıkıp, Şabat gibi, insan için yaratılmışçasına kullanılırdı. Din insanın Mutlak Sonu’nun bilinçli ve zekice takibi, içkin Tao ya da Logos’un, aşkın Nirvana’nın ya da Brahma’nın birleştirici bilgisi olurdu. Yaşamın baskın felsefesi de bir tür Yüce Faydacılık olurdu ve bu felsefede En Büyük Mutluluk prensibi Mutlak Son prensibinin yanında ikincil kalırdı -yaşamın her olumsallığında ilk sorulacak ve yanıtlanacak soru şu olurdu: “Ben ve diğer bireylerin oluşturabileceği en büyük çoğunluğun bu düşüncesi ya da eyleminin, insanın Mutlak Son’unun başarılmasına nasıl bir etkisi ya da katkısı olacaktır?”
İlkel yerlilerin arasında büyüyen Vahşi, (kitabın bu yeni varsayılan yazımında) kendini akıl sağlığını aramaya adamış özgürce işbirliği yapan bireylerden oluşan bir toplumun doğası üzerine ilk elden bir şeyler öğrenme fırsatı verilene dek Ütopya’ya götürülmezdi. Böyle değiştirildiğinde, Cesur Yeni Dünya sanatsal ve (eğer böylesi kapsamlı bir sözcüğü kurmaca bir eser için kullanmak yerinde olursa) felsefi bir tamlığa kavuşurdu; şimdiki formuyla bunlardan yoksun olduğu apaçıktır.
Fakat Cesur Yeni Dünya gelecek hakkındadır ve sanatsal ya da felsefi nitelikleri ne olursa olsun, gelecekle ilgili bir kitap bizi ancak, geleceğe dair kehanetleri akla uygun şekilde gerçekleşebilirse
ilgilendirir. Modern tarihin eğik düzleminde onbeş yıl ileride şu an bulunduğumuz noktada, gelecekle ilgili kehanetleri ne kadar akla yakındır? Bu acı dolu aralıkta 1931’in öngörülerini doğrulayan ya da geçersiz kılan neler olmuştur?
Öngörü konusunda büyük ve apaçık bir eksiklik kendini hemen belli etmektedir. Cesur Yeni Dünya nükleer füzyondan hiç bahsetmez. Hiç bahsetmemesi aslında oldukça tuhaftır; çünkü atom enerjisi, kitabın yazılışından önceki yıllarda popüler bir tartışma konusu olmuştu. Eski dostum Robert Nichols bu konu üzerinde başarılı bir oyun bile yazmıştı ve hatırlıyorum da, yirmilerin sonunda yayınlanan bir romanda bu oyundan şöyle bir söz etmiştim. Dediğim gibi, Fordumuz’dan* sonraki yedinci yüzyılın füze ve helikopter motorlarının parçalanmış çekirdek enerjisiyle çalışmamaları çok tuhaftır. Bu dikkatsizlik bağışlanası olmayabilir; ama en azından kolayca açıklanabilir. Cesur Yeni Dünya’nın konusu bilimin bu türden gelişmesi değildir; bilimin insanları birey olarak etkilediği yönüyle gelişimidir. Fizik, kimya ve mühendisliğin zaferleri, sözü edilmeden benimsenir. Özgül olarak betimlenmesi gereken bilimsel gelişmeler, biyoloji, fizyoloji ve psikolojide gelecekteki araştırmaların sonuçlarının insanlara uygulanmasıyla ilgili olanlardır. Yaşamın niteliği, sadece yaşam bilimleri sayesinde köklü bir biçimde değiştirilebilir. Madde bilimleri, yaşamı yok edecek ya da yaşamı imkânsız derecede karmaşık ve rahatsız kılacak biçimde uygulanabilirler; ancak, biyolog ve psikologlar tarafından araç olarak kullanılmadıkça, yaşamın doğal biçim ve özelliklerini değiştirmek için kullanılamazlar. Atom enerjisinin açığa çıkarılması insanlık tarihinin büyük bir devrimidir, ancak (kendimizi parçalara ayırıp tarihi noktalamazsak) en son ve en nüfuz edici devrimi değildir.
* ‘Fordumuz’ İngilizcede Our Ford diye söylenmektedir ve bu da ‘Rabbimiz, Efendimiz, Yüce Tanrı’ anlamına gelen ‘Our Lord’ sözünü çağrıştırmaktadır. (Yhn.)
Bu gerçekten de devrimci devrim, dış dünyada değil, insanların ruhları ve bedenlerinde gerçekleşmelidir. Devrimci bir dönemde yaşamış olan Marquis de Sade, doğal olarak, bu devrimler teorisini kendi özgün deliliğini ussallaştırmak için kullanmıştır. Robespierre devrimin en yüzeysel türünü, politik devrimi başarmıştı. Biraz daha derine inecek olursak, Babeuf ekonomik devrime soyunmuştu. Sade, kendisini, salt politik ve ekonomik devrimin ötesinde, gerçekten devrimci bir devrimin havarisi olarak görüyordu -birey olarak bedenleri, artık, herkesin ortak cinsel mülkiyeti olacak olan ve zihinleri, tüm doğal güzelliklerinden, geleneksel uygarlığın zahmetle edinilmiş yasaklamalarından arındırılacak erkekler, kadınlar ve çocukların devriminin üzerinde. Şüphesiz, Sadizm ile gerçekten devrimci devrim arasında zorunlu ya da kaçınılmaz herhangi bir ilişki yoktur. Sade zırdeliydi ve devriminin az çok bilinçli amacı, evrensel kaos ve yıkımdı. Cesur Yeni Dünya’yı yöneten insanların aklı (akıl sözcüğünü mutlak anlamıyla kullanacak olursak) yerinde olmayabilir; ancak deli değiller ve amaçları anarşi değil, toplumsal istikrardır. İşte bu toplumsal istikrara ulaşmak için bilimsel yöntemlerle, kişisel, nihaî, gerçekten devrimci devrimi yürütüyorlar.
Fakat bu arada, belki de sondan bir önceki devrimin ilk aşamasında bulunmaktayız. Bir sonraki aşaması atom savaşı olabilir, ki o durumda, gelecekle ilgili kehanetlere kafa yormamız gerekmez. Savaşmaktan tümüyle vazgeçmesek bile, en azından onsekizinci yüzyıldaki atalarımızın yaptığı gibi akılcı davranmaya yetecek denli aklımızın yerinde olduğunu söylemek boşboğazlık olmaz. Otuz Yıl Savaşları’nın akla hayale gelmedik dehşeti insanlara bir ders vermiştir ve yüzyıldan uzun bir süredir Avrupa’nın politikacıları ve generalleri askeri kaynaklarını yıkıcı boyutlarda kullanmaktan ya da (çatışmaların çoğunda) düşman tamamen yok edilene dek savaşmaktan bilinçli şekilde kaçınmışlardı. Saldırgandılar, elbette gözlerini kâr ve zafer hırsı bürümüştü; ama aynı zamanda tutucuydular, ne pahasına olursa olsun dünyalarını bütün olarak, başarılı bir şirket olarak korumaya kararlıydılar. Son otuz yılda tutucular yoktu; yalnızca milliyetçi sağ köktenciler ve milliyetçi sol köktencileri görüyoruz. Son tutucu devlet adamı beşinci Landsdowne Markisi’ydi; ve Marki, The Times’a; Birinci Dünya Savaşı’na, onsekizinci yüzyılın çoğu savaşında olduğu gibi bir uzlaşma ile son verilmesi gerektiğini öneren bir mektup yazdığında, bir zamanlar tutucu olan gazetenin yayıncısı mektubu yayınlamayı reddetti. Milliyetçi köktenciler yapacaklarını yaptılar, sonuçlarını hepimiz biliyoruz -Bolşevizm, Faşizm, enflasyon, çöküntü, Hitler, İkinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın harabeye çevrilişi, ve evrensel açlık dışındaki bütün yıkımlar.
Öyleyse Hiroşima’dan, atalarımızın Magdeburg’dan aldığı gibi ders alabileceğimizi varsayarsak gerçekten barış dolu olmasa bile sınırlı ve kısmen yıkıcı savaşların olduğu bir dönem yaşamayı umabiliriz. Bu dönem süresince nükleer enerjinin endüstriyel amaçlar için kullanılacağı varsayılabilir. Elbette sonuç, eşi görülmedik hız ve bütünlükte bir dizi ekonomik ve sosyal değişim olacaktır. İnsan yaşamının var olan tüm biçimleri bozulacak ve atom gücünün insancıl olmayan gerçeğine uyum sağlayacak yeni biçimler, geliştirilmek zorunda kalınacaktır. Modern giysilere bürünmüş Prokroustes’ler olan nükleer bilimciler insanlığın üzerinde yatacağı yatağı hazırlayacak; ve eğer insanoğlu yatağa uymazsa -bu, insanlık için çok kötü olacak. Bir takım uzatma ve kısaltmalar olacak, insanlığın fazla gelen uzuvları kesilip biçilecek -uygulamalı bilimler yoluna gireli beri olagelen, aynı türden uzatma-kısaltma ve uzuv kesmeler, ancak bu kez, geçmiştekinden çok daha korkunç olacaktır. Bu hiç de acısız olmayan ameliyatlar, ileri derecede merkezileşmiş devletler tarafından yönetilecekler. Kaçınılmaz biçimde öyle olacak; çünkü yakın gelecek, büyük olasılıkla yakın geçmişe benzeyecektir ve de yakın geçmişte, hızlı toplumsal değişimler seri üretim ekonomilerinde ve çoğu varlıksız olan toplumlarda meydana geldikleri için, daima ekonomik ve sosyal karışıklıklara yol açmıştır. Buhranla mücadele için ise iktidar merkezileştirilmiş ve devlet kontrolü artırılmıştır. Tüm dünya devletlerinin atom enerjisinin kullanımından önce üç aşağı beş yukarı bütünüyle totaliterleşmeleri olasıdır; kullanım süresince ve sonrasında totaliterleşeceklerine kesin gözüyle bakılabilir. Sadece merkezsizleşme ve özyardım yönünde büyük ölçekli kitlesel bir hareket, devletçiliğe bugünlerdeki yönelişi durdurabilir. Halihazırda böylesi bir harekete dair herhangi bir işaret yoktur.Tabii ki yeni totaliter sistemin eskisine benzemesini gerektirecek hiçbir neden yok. Polis copu ve idam mangaları, yapay açlık, toplu hapsetmeler ve toplu sınırdışı etmeler yoluyla devlet, yalnızca insanlıkdışı değil (bugünlerde buna kimse pek aldırmıyor); açık şekilde yetersizdir -ve ileri teknoloji çağında yetersizlik, Kutsal Ruh’a karşı işlenmiş bir günahtır. Gerçekten etkili totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor kullanmaksızın kontrol ettikleri devlettir. Günümüzün totaliter devletlerinde köleliği sevdirmek, propaganda bakanlıkları, gazete yayıncıları ve okul öğretmenlerine verilmiş bir görevdir. Ancak yöntemleri halen kaba ve bilim dışıdır. Cizvitlerin, “bana çocuğun aldığı eğitimi söyle sana yetişkin halinin dinî inançlarım söyleyeyim” diye böbürlenmeleri, hüsnü kuruntunun ürünüdür. Ve muhtemelen modern pedagog, öğrencilerinin reflekslerini şartlandırma konusunda, Voltaire’i yetiştiren değerli rahipler denli başarılı değildir. Propagandanın en büyük zaferleri, bir şeyi yapmakla değil onu yapmaktan kaçınmakla kazanılmıştır. Gerçek yücedir, ancak pratik bir bakış açısından bakılacak olursa daha yücesi, gerçek konusunda sessiz kalmaktır. Totaliter propagandacılar; bir takım konulardan söz etmemek yoluyla, kitlelerle yerel politika patronlarının nahoş bulduğu gerçek ya da savların arasına, Mr. Churchill’in ‘demir perde’ diye adlandırdığı şeyi çekerek, kamuoyuna en uzdilli karalamalarla ya da en karşı konulmaz mantıksal karşıtezlerle yapabileceklerinden çok daha etkili biçimde kanaat telkin etmişlerdir. Ama sessizlik yeterli
eğildir. Eğer zulüm, tasfiye ve çatışmanın diğer belirtilerinden kaçınılacaksa, propagandanın olumlu yönleri, olumsuz yönleri denli etkinleştirilmelidir.
Geleceğin en önemli Manhattan Projeleri, politikacıların ve katılan bilim adamlarının ‘mutluluk sorunu’ adını vereceği konuda -diğer bir deyişle, insanlara köleliklerini sevdirme sorunu konusunda, devlet sponsorluğunda yürütülecek büyük çaplı araştırmalar olacaktır. Ekonomik güvence olmazsa kölelik sevgisi hayata geçirilemez; kısacası, güçleri kendinde toplayan hükümet ve idarecilerinin kalıcı güvence sorununu çözeceklerini varsayıyorum. Fakat güvenceler, kolaylıkla varmış gibi kabul edilirler. Güvencelerin sağlanması salt yüzeysel, dışsal bir devrimdir. Kölelik sevgisi, insan zihin ve bedenlerinde derin ve kişisel bir devrimin sonucu olarak oluşturulmadıkça başarılamaz. Bu devrimi gerçekleştirmek için, diğerlerinin yanında, aşağıda sayacağım keşif ve buluşlara ihtiyacımız var. Birincisi, çocuk şartlandırma ve daha sonra skopolamin gibi ilaçlar yardımıyla sağlanacak ileri bir telkin tekniği. İkincisi, devlet idarecilerine, eldeki herhangi bir bireyi sosyal ve ekonomik hiyerarşide ait olduğu yere atayabilme olanağını sağlayacak, insan farklılıkları üzerine tam gelişmiş bir bilim dalı. (Yanlış görevlerde bulunan insanlar, sosyal sistem hakkında tehlikeli düşünceler besleme ve mutsuzluklarını başkalarına bulaştırma eğilimi gösterirler.) Üçüncüsü (her ne kadar ütopyaysa da gerçeklik, insanların kendisinden, sık sık tatile çıkarak uzaklaşma gereği duyduğu bir şey olduğundan), alkol ve diğer uyuşturucuların yerini alacak, daha az zararlı, ama aynı zamanda cin ya da eroinden daha fazla keyif verecek bir madde. Dördüncüsü de (ama bu uzun vadeli bir proje olurdu ve başarılı bir sonuca ulaştırmak için nesiller boyunca totaliter kontrol gerekirdi), insan ürününü standartlaştırmak ve yönetenlerin görevini kolaylaştırmak üzere tasarlanmış anılmaz bir öjenik sistemi.* Cesur Yeni Dünya’da bu insan standartlaştırma, belki imkânsız değil, ama fantastik uçlara taşınmıştır. Teknik ve ideolojik olarak şişelenmiş bebekler ve Bokanovski yarımoron gruplarından hâlâ çok uzağız. Ama F.S. 600 yılına gelindiğinde nelerin olmayabileceğini kim bilebilir ki? Bu arada, o daha mutlu ve daha istikrarlı dünyanın belirleyici özellikleri -soma, uykuda öğrenme ve bilimsel kast sisteminin eşdeğerleri- herhalde üç dört nesilden daha uzakta değildir. Cesur Yeni Diinya’daki cinsel ilişkide herkesle birlikte olabilme de pek öyle uzak görünmemekte. Şimdiden bazı Amerikan şehirlerindeki boşanma sayıları evlenme sayılarına eşitlenmiştir. Çok değil, birkaç yıl içinde, evlilik cüzdanları; oniki ay geçerli, köpek değiştirmeyi ya da aynı anda birden fazla köpek bulundurmayı yasal olarak engellemeyen köpek ruhsatları gibi satılacaktır. Siyasi ve ekonomik özgürlükler azaldıkça, cinsel özgürlük, dengelercesine artma eğilimi gösterir. Diktatör de (boş ya da fethedilmemiş bölgeleri sömürgeleştirmek için ateşe süreceği askerlere ve ailelere ihtiyacı yoksa) bu özgürlüğü teşvik etmekle iyi yapar. Uyuşturucu, filmler ve radyonun etkisiyle gündüz düşleri kurma özgürlüğüne ek olarak cinsellik, tebasını, yazgıları olan köleliğe razı etmede yardımcı olur.
* Genetik uygulaması aracılığıyla insan nüfusunun karakteristik özelliklerini geliştirmenin yollarını araştıran sistem. (Yhn.)
Her şeyi göz önüne alacak olursak, öyle görünüyor ki Ütopya bize, herhangi birimizin yalnızca onbeş yıl önce hayal edebileceğinden çok daha yakınmış. O zamanlar, bunu gelecekte altı yüzyıl sonraya atmıştım. Bugün tek bir yüzyıl içinde bütün bu dehşet üzerimize çökebilecek gibi görünmektedir. Tabii bu arada kendimizi moleküllere ayırmaktan kaçınırsak. Gerçekte, eğer merkezsizleşmeyi ve uygulamalı bilimleri, insanı amaca araç yapacak şekilde değil de özgür bireylerden oluşan bir ırkı yaratmanın aracı olarak kullanmayı seçmezsek, elimizde yalnızca iki alternatif kalıyor: ya bir dizi ulusal, militarize totaliteryanizmler, ki dayanakları atom bombasının dehşeti ve sonuçları da uygarlığın yok edilmesidir (veya savaş sınırlandırılırsa militarizmin sürdürülmesi); ya da ulusal sınırların da ötesinde totaliter bir rejim, ki bu da genelde hızlı teknolojik gelişme ve özelde atom devriminin sonucu olarak ortaya çıkacak olan ve verimle istikrar ihtiyacı nedeniyle Ütopya’nın refah tiranlığına dönüşecek olan toplumsal kargaşayla doğar. Paranı öder, şansım denersin.
1946
Sadece otuzdört katlı yerden bitme gri bir bina. Ana girişin üzerinde şu sözcükler, LONDRA MERKEZ KULUÇKA VE ŞARTLANDIRMA MERKEZİ ve üzeri kaplanmış olan Dünya Devleti’nin sloganı, CEMAAT, ÖZDEŞLİK, İSTİKRAR.
Zemin kattaki devasa oda kuzeye bakıyordu. Odanın kendisinin bütün tropik ısısına karşın pervazların ötesinde tüm yaz boyunca soğuk kalan ince sert bir ışık; pencerelerden süzülüp aç gözlerle, üzerine kumaş örtülü bir figür, soğuktan titreyen soluk siluetli bir akademisyen arıyor, ancak yalnızca bir laboratuvarın cam, nikel ve solukça parıldayan porselenini buluyordu. Kış donukluğuna yine kış donukluğu karşılık veriyordu. Ellerine soluk ceset rengi lastik eldivenler giymiş işçilerin tulumları beyazdı. Işık bir hayaletti, donuk ve ölü. Sadece mikroskopların sarı gövdelerinden belli bir parlak ve canlı töz ödünç alıyordu, çalışma masaları boyunca cilalı tüplerin arasında uzun bir silsile halinde birbirini izleyen enfes çizgiler tereyağı gibi duruyordu.
“Burası da,” dedi Müdür kapıyı açarak, “Dölleme Odası.”
Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi Müdürü odaya girdiğinde, güçlükle nefes alan sessizlikte, derin konsantrasyondan kaynaklanan dalgın kendi kendine konuşmaların ıslık ya da uğultusunun ortasında üçyüz Döllendirici, aletlerinin üzerine eğilmiş çalışıyordu. Yeni gelmiş çok genç, pembe ve tüyü bitmemiş bir bölük öğrenci, ürkek ve acınacak bir şekilde Müdür’ün ardı sıra yürüyorlardı. Her biri elinde bir defter, yüce adam ne zaman bir söz edecek olsa umutsuzca birşeyler yazıyordu. Asıl kaynağın kendisinden. Nadir rastlanır bir ayrıcalıktı. Londra Merkez KŞM Müdürü yeni öğrencilerine değişik bölümleri bizzat gezdirmeye bilhassa önem verirdi.
“Sadece size genel bir fikir vermek için,” diye açıkladı öğrencilere. Çünkü zaten işlerini zekice yapacaklarsa genel bir fikirleri olmak zorundaydı -ancak toplumun iyi ve mutlu üyeleri olacaklarsa ne kadar az bilirlerse o kadar iyi olurdu. Çünkü herkesin bildiği gibi, tikeller, erdem ve mutluluğu getirir; genellikler ise entelektüel açıdan kaçınılmaz belalardır. Toplumun omurgasını düşünürler değil, oymacılar ve pul kolleksiyoncuları oluştururlar.
“Yarın,” diye ekledi, hafif tehditkâr bir cana yakınlıkla, “ciddi çalışmaya koyulacaksınız. Genelliklere ayıracak zamanınız olmayacak. Bu arada…”
Bu arada, bu bir ayrıcalıktı. Dosdoğru kaynağından deftere. Çocuklar delice yazmayı sürdürdüler.
Uzun boylu ve daha ziyade zayıf, ama dimdik Müdür odaya girdi. Uzun bir çenesi ve iri, belirgin dişleri vardı, konuşmazken dolgun, biçimli olan dudakları dişlerini zorlukla örtüyordu. Yaşlı, genç mi? Otuzlarında mı? Elli mi? Ellibeş mi? Söylemek zordu. Zaten bu istikrar yılında, F.S. 632’de bu soru sorulmazdı, sormak aklınıza gelmezdi.
“Başından başlayayım,” dedi KŞM Müdürü ve daha hevesli öğrenciler onun bu niyetini defterlerine not ettiler: Başından başla. Koluyla işaret ederek “Bunlar kuluçka makineleri,” dedi. Yalıtılmış bir kapıyı açıp raflar dolusu deney tüpünü gösterdi. “Bu hafta kullanılacak yumurtalar. Kan sıcaklığında bekletiliyorlar; erkek gametlerse,” dedi ve başka bir kapıyı açtı, “otuzyedi yerine otuzbeş derecede bekletilmek zorundalar. Tam kan sıcaklığı kısırlaştırır.” Termojene sarılı koçlar kuzu doğurtmaz.
Müdür kuluçka makinelerine yaslanmaya devam ederek modern dölleme işleminin kısa bir tanımını yaparken, kalemler aceleyle okunmaz biçimde sayfalarda kaydı. Tabii öncelikle cerrahi başlangıçtan söz etti “Toplumun iyiliği için gönüllü olarak geçirilen bu ameliyat aynı zamanda altı maaşa varan ikramiyeyi de beraberinde getirir,” diyerek alınan yumurtalığın nasıl canlı ve aktif gelişim sürecinde tutulduğunu anlatmaya devam etti. Sonra da en uygun sıcaklık, tuzluluk ve akışmazlığı açıklamaya koyuldu. Buradan da, ayrılmış ve olgunlaşmış yumurtaların içinde tutulduğu sıvıya geçti. Çalışma masalarına yönelerek öğrencilere sıvının deney tüplerinden çekilişini ve özel olarak ısıtılmış mikroskop camına damla damla bırakılışını bizzat gösterdi. İçlerindeki yumurtaların nasıl anormallik testine tabi tutulduğunu, nasıl sayılıp sonra da gözenekli bir kaba aktarıldığını açıklayarak bu kabın (onları işlemi izlemeye götürdü) santimetreküp başına yüzbinlik düşük yoğunlukta serbest yüzen sperm hayvancığının bulunduğu sıcak bir karışıma batırılışını ve on dakika sonra kabın sıvıdan çıkarılıp içindekilerin tekrar incelenişini izlettirdi. Eğer döllenmeyen yumurta kalırsa tekrar, ve gerekirse tekrar batırıldığını; döllenen yumurtanın kuluçka makinelerine dönüşünü, Alfa ve Betaların kesin olarak şişelenene dek nerede tutulduğunu; bu arada Gama, Delta ve Epsilonların sadece otuzaltı saat sonra Bokanovski İşlemi’ne tabi tutulmak üzere tekrar çıkarıldığını anlattı.
“Bokanovski İşlemi,” diye tekrarladı Müdür, ve öğrenciler küçük defterlerinde sözcüklerin altını çizdiler.
Tek yumurta, tek embriyo, tek yetişkin -normallik. Ama bokanovskileştirilmiş bir yumurta tomurcuklanacak, çoğalacak, bölünecektir. Sekiz ila doksanaltı tomurcuk, her tomurcuk eksiksiz bir embriyoya, her embriyo da tam boy bir yetişkine dönüşecek. Daha önce sadece bir tane yetişirken doksanaltı insan yetiştirmek. İlerleme bu işte.
“Özünde,” diye başladı Müdür, “bokanovskileştirme bir dizi gelişmeyi önleme işlemini kapsamaktadır. Normal büyümeyi engellediğimizde paradoksal biçimde yumurta, tomurcuklanarak tepki gösterir.”
Tomurcuklanarak tepki gösterir. Kalemler çalışıyordu.
İşaret etti. Çok yavaş hareket eden bir bantta bir tepsi dolusu deney tüpü büyük bir metal kutuya giriyor, hemen bir diğeri görünüyordu. Makineler belli belirsiz vınlıyordu. “Tüplerin işlemden geçmesi sekiz dakika sürer,” dedi. Sekiz dakika bir yumurtanın dayanabileceği şiddette X ışını. Birkaçı ölüyordu; kalanların en az dayanıklıları ikiye bölünüyor, çoğu dört tomurcuk veriyordu, bazılarıysa sekiz. Hepsi kuluçka makinelerine tekrar konuyor ve tomurcuklar burada gelişmeye başlıyordu. Sonra iki gün geçtiğinde aniden soğutuluyor, tekrar soğutuluyor ve müdahale ediliyordu. İki, dört, sekiz, tomurcukların kendileri de tomurcuk veriyordu; hemen sonrasında neredeyse ölümüne alkole batırılıyorlardı. Sonuçta tekrar filizlenip tomurcuk üstüne tomurcuk veren tomurcuklar -daha fazla müdahale genelde ölümle sonuçlandığından- huzur içinde gelişmeye bırakılıyordu. Bu arada ilk yumurta sekizle doksanaltı arası bir sayıda embriyoya bölünmüş oluyordu -sizin de hak vereceğiniz gibi bu, doğa üzerinde sağlanmış muazzam bir ilerlemedir. Tek yumurta ikizleri -eskiden olduğu gibi canlı anadan, kazara yumurta bölünmesi sonucu doğan kıytırık ikiz ya da üçüzler değil; aksine düzinelerce, yirmilerce, hem de bir batında.
“Yirmilerce,” diye tekrarladı Müdür ve bahşiş dağıtırcasına kollarını açtı. “Yirmilerce.”
Ama öğrencilerden biri bunun avantajının nerede olduğunu sorma aymazlığında bulundu.
“Evladım!” Müdür hızla topuklarının üzerinde öğrenciye döndü. “Göremiyor musun? Göremiyor musun?” Bir elini kaldırıp ciddi bir ifadeyle “Bokanovski İşlemi, toplumsal istikrarın en önemli araçlarından biridir!”
Toplumsal istikrarın en önemli araçlarından biri.
Tektip gruplarda standart erkek ve kadınlar. Küçük bir fabrikanın tüm çalışanları bokanovskileştirilmiş tek bir yumurtanın ürünleri olabilir.
“Doksanaltı tek tip makinede çalışan doksanaltı tek yumurta ikizi!” Sesi coşkudan neredeyse titriyordu. “Tarih boyunca ilk kez nerede olduğunu anlayabiliyorsun.” Gezegensel slogandan alıntıyla, “Cemaat, Özdeşlik, İstikrar” dedi. Muhteşem sözcükler. “Sonsuz bir biçimde bokanovskileştirebilseydik, bütün sorun çözülürdü.”
Standart Gamalar, değişmez Deltalar, tek tip Epsilonlar sorunu çözerdi. Milyonlarca tek yumurta ikizi. Seri üretim prensibi sonunda biyolojiye uyarlanabilirdi.
“Fakat, heyhat,” diye Müdür kafasını salladı, “sonsuz sayıda bokanovskileştiremiyoruz.”
Doksanaltı üst sınırdı; yetmişiki ise iyi bir ortalama. Aynı yumurtalık
ve aynı erkeğin gametlerinden mümkün olduğunca fazla sayıda tek yumurta ikizi üretmek -yapabileceklerinin en iyisi (ikinci en iyi olmakla birlikte) buydu. Bu kadarı bile zordu.
“Çünkü doğada ikiyüz yumurtanın olgunluğa ulaşması otuzyıl sürer. Ama bizim işimiz şu anda nüfusu sabitleştirmektir, burada, bu anda. Bir çeyrek yüzyıl zarfında damla damla ikiz üretmek ne gibi bir fayda sağlar ki?”
Hiçbir faydası olmayacağı açıktı. Fakat Podsnap tekniği, olgunlaşma sürecini büyük ölçüde hızlandırmıştı. İki yıl içinde en azından yüzelli olgun yumurtayı garantileyebiliyorlardı. Dölle ve bokanovskileştir -diğer bir deyişle, yetmişiki ile çarp- bu da ortalama olarak yüzelli tek yumurta ikizi grubundan yaklaşık onbirbin erkek ya da kız kardeş üretebilmek demekti, tümü aynı çağda, sadece iki yıl içinde gerçekleşiyordu.
“Bazı istisnai durumlarda tek yumurtalıktan onbeşbinin üzerinde yetişkin elde ettiğimiz de oluyor.”
O anda oradan geçmekte olan sarışın, kızıl suratlı genç bir adama işaret ederek, “Mr. Poster,” dedi. Kızıl suratlı yaklaştı. “Tek bir yumurtalık rekorumuz nedir söyler misiniz, Mr. Foster?”
“Bu Merkez’de onaltıbinonikidir,” diyerek hiç tereddütsüz yanıtladı Mr. Foster. Çok hızlı konuştu, canlı mavi gözleri vardı ve rakamlar alıntılamaktan açıkça zevk alıyordu. “Yüzseksendokuz ikiz grubundan onaltıbinoniki adet. Ama tabii bazı tropik Merkezlerde,” diye cırcır konuşmayı sürdürdü, “çok daha iyisini de başardılar. Singapur birçok kez onaltıbinbeşyüzü aşmıştır; Mombasa ise onyedibin çizgisine ulaşmıştır. Ama onların adil olmayan avantajları var. Bir zenci yumurtalığının sümüksü sıvıya verdiği tepkiyi görmelisiniz! Müthiş bir şey, eğer Avrupa malzemeyle çalışmaya alışmışsanız şaşırmadan edemiyorsunuz. Fakat,” diye gülerek ekledi (mücadele ışığı gözlerinde parlıyor, çenesini kaldırışıyla meydan okuyordu), “fakat, onları yenmeye kararlıyız. Şu anda harika bir Delta-Eksi yumurtalığı üzerinde çalışıyorum. Daha sadece onsekiz aylık. Tüpte ya da embriyoda şimdiden onikibinyediyüz çocuğu oldu bile. Ve hâlâ üretiyor. Onları yeneceğimiz gün yakındır.”
“İşte böyle olacak!” dedi Müdür ve Mr. Foster’ın omzuna dokundu. “Bizimle gelin de çocuklar uzman bilgilerinizden faydalansınlar.”
Mr. Foster alçakgönüllülükle gülümsedi. “Zevkle.” Yürüdüler.
Şişeleme Odası’na uyumlu bir telaş ve düzenli bir faaliyet hakimdi. Uygun boyda kesilip hazırlanmış dişi domuzdan alınma taze karınzarı parçaları, küçük asansörlerle yer altındaki Organ Deposu’ndan hızla yukarıya ulaşıyordu. Vız ve sonra tık! Asansör kapıları yanlara açılıyordu; Zar-Yerleştirici’ye sadece elini uzatmak ve parçayı almak kalıyordu, sonra sokup düzeltiyordu, ve zarı yerleştirilen şişe sonsuz uzanan bant boyunca uzaklaşamadan yine vız ve tık! Başka bir
karınzarı parçası başka bir şişeye yerleştirilmeye hazır, derinlerden yükseliyor, bantın yavaş ve durmak bilmez faaliyeti böylece sürüyordu.
Zar-Yerleştiricilerin yanında Kayıtçılar dikiliyordu. Bant ilerliyordu; yumurtalar tek tek deney tüplerinden alınıp daha büyük kaplara aktarılıyordu; karınzarı ustalıkla yarılıyor, morül yerine bırakılıyor, tuzlu çözelti ekleniyordu… Şişe artık ilerlemiş bulunuyordu ve sıra etiketçilere geliyordu. Kalıtım, dölleme tarihi, Bokanovski Grubu üyeliği gibi ayrıntılar deney tüpünden şişeye aktarılıyordu.
Adsızlık sona eriyor, isim ve kimlik bilgileri kazandırılıyordu. Faaliyet yavaş bir biçimde sürüyor; duvardaki bir delikten geçerek Sosyal Belirleme Odası’na doğru ilerliyordu.
“Seksensekiz metreküplük kartlı fihrist,” diyen Mr. Foster’ın ardından içeri girdiler.
“İlgili tüm bilgiler buradadır,” diye ekledi Müdür.
“Her sabah güncelleştirilir.”
“Ve her öğleden sonra eşgüdümlenir.” “Hesaplamalar bu bilgilerle yapılır.” “Şu, şu nitelikte bir sürü birey,” dedi Mr. Foster.
“Bu nitelikler bireylere, şu, şu miktarlarda dağıtılır.”
“Her an en yüksek Şişeden Alım Hızı.” “Beklenmedik kayıplar anında düzeltilir.” “Anında,” diye tekrarladı Mr. Foster, “Son Japonya depreminden sonra kaç saat mesai yaptığımı bilseniz,” diyerek neşeyle güldü ve kafasını salladı.
“Sosyal Belirlemeciler buldukları rakamları Döllendiricilere iletirler.”
“İstedikleri embriyoları Döllendiriciler sağlar onlara.”
“Şişeler sosyal belirleme için buraya gelir.” “Buradan da aşağıya, Embriyo Deposu’na gönderilirler.”
“Biz de şimdi oraya gidiyoruz.” Bir kapıyı açan Mr. Foster merdivenlerden zemin kata doğru önden yola koyuldu.
Sıcaklık hâlâ tropikti. Gittikçe yoğunlaşan bir alacakaranlığa doğru inmeye devam ettiler. İki kapı ve çift dönüşlü bir geçit, ışığın içeri sızmasına izin vermiyordu.
“Embriyolar fotoğraf filmi gibidirler,” diye espri yapan Mr. Foster ikinci bir kapıyı itti. “Sadece kırmızı ışığa dayanabiliyorlar.”
Öğrencilerin Mr. Foster’ın peşinden içine daldıkları boğucu ve sıcak karanlık, gerçekten de yaz öğle sonralarında kapalı gözlerin arkasındaki türden gözle görülebilir ve kızıl bir karanlıktı; üst üste
dizilmiş şişkin şişe dizileri, içlerindeki sayısız yakutla parıldıyordu. Yakutların arasında, cilt vereminin tüm belirtilerini taşıyan mor gözlü erkek ve kadınların soluk kırmızı hayaletleri dolanıyordu. Makinelerin uğultu ve zırıltısı belli belirsiz havaya karışıyordu.
Konuşmaktan yorulan Müdür, “Çocuklara birkaç rakam verin, Mr. Foster,” dedi.
Mr. Foster da zaten rakam vermeye can atıyordu.
“Uzunluğu ikiyüzyirmi, eni ikiyüz metre, yüksekliği ise on.” Yukarıyı gösterdi. Öğrenciler kafalarını su içen tavuklar gibi yüksek tavana kaldırdılar.
Üst üste konmuş üç dizi raf vardı, zemin kat seviyesinde, birinci ve ikinci galerilerde. Galerilerin örümcek ağı misali çelik iskeleti, karanlıkta tüm yönlere doğru uzanıyordu. Yakınlarında üç kızıl hayalet, yürüyen bir merdivenden damacanaları indirmekle meşguldü.
Sosyal Belirleme Odası’ndan geliyordu yürüven merdiven.
Her şişe onbeş raftan birine yerleştirilebiliyordu ve görülemiyorsa da her raf, saatte otuzüç nokta üç santimetre hızla ilerleyen taşıyıcı bir banttı. İkiyüzaltmışyedi gün boyunca günde sekiz metre. Toplam ikibinyüzotuzaltı metre. Zemin katta bir tur, ikincide yarım tur ve ikiyüzaltmışyedinci sabah Şişeden Alım Odası’na varış. Sözümona Bağımsız Varoluş.
“Ama bu geçen sürede,” diye başladı Mr. Foster, “onlara birçok şey kazandırırız. Ah evet, birçok şey.” Gülüşünde bilmişlik ve zafer edası vardı.
“İşte böyle olacak,” dedi bir kez daha Müdür. “Dolaşalım. Onlara her şeyi anlatın, Mr. Foster.”
Mr. Foster hakkıyla anlattı.
Onlara karınzarı döşeğinde büyüyen embriyoyu anlattı ve embriyonun beslendiği yapay kanı tattırdı. Niye bu yapay kanı plasenta ve tiroksinle zenginleştirmek gerektiğini açıkladı. Corpus luteum ekstresini anlattı. 0 ile 2140 metre arasında her oniki metrede bir bu projesteron endokrinini otomatik olarak zerk eden enjektör memelerini gösterdi. Yolun son doksanaltı metresi boyunca gittikçe artan dozlarda verilen salgıdan söz etti. Her şişeye 112. metrelerde yerleştirilen yapay ana rahmi dolaşım ünitesini tarif etti; yapay kanın bulunduğu hazneyi, kanı plasenta üzerinde hareket halinde tutan, sentetik akciğere ve kirli kan filtresine taşıyan merkezkaç pompasını gösterdi. Embriyonun sorun çıkaran anemiye yakalanma eğiliminden ve sonuçta bunu gidermek üzere vermek zorunda kaldıkları yüksek dozlarda domuz midesi ekstresinden ve tay cenininden alınma karaciğerden bahsetti.
Onlara, her sekiz metrenin son iki metresi boyunca tüm embriyoları, hareket olgusuyla tanıştırmak için aynı anda sarsmaya yarayan basit mekanizmayı gösterdi. ‘Şişeden Alım travması’ denen şeyin önemine değindi ve bu tehlikeli şokun etkisini en aza indirmek için şişelenmiş embriyoyu uygun eğitimden geçirmek yoluyla alınan tedbirleri saydı. 200 metre yakınlarında yapılan cinsiyet testlerini anlattı. Etiketleme sistemini açıkladı -beyaz zemin üzerine siyah yazıyla; erkekler için T, dişiler için daire, ve yazgısı kısır olarak belirlenenlere de soru işareti.
“Çünkü zaten çoğu durumda doğurganlık sadece başa beladır,” dedi Mr. Foster, “gerçekte binikiyüz yumurtalıktan birinin doğurgan olması amaçlarımıza yeter de artar bile. Ama elimizde iyi seçenekler olsun isteriz. Şüphesiz işi hep sağlama almak gerekir. O yüzden dişi embriyoların yüzde otuzunun normal gelişimine izin veriyoruz. Diğerlerine yolun kalanında her yirmidört metrede bir, bir erkek cinsiyet hormonu verilir. Sonuç: şişeden kısır dişiler olarak çıkarılırlar -yapısal olarak gayet normal (sakallarının çıkması eğilimi gibi çok küçük bir istisnayı saymazsak, diye kabullenmek zorunda kaldı), ama kısır. Kesinlikle kısır. Ki bu da sonunda bizi,” diye devam etti, “doğanın salt kölece taklidinden uzaklaştırıp insan buluşlarının çok daha ilginç dünyasına taşımaktadır.”
Ellerini ovuşturdu. Elbette sadece embriyo kuluçkalandırmakla yetinmeyeceklerdi; inekler bile yapabilirdi bunu.
“Aynı zamanda yazgılarını belirleyip şartlandırıyoruz. Bebeklerimizi şişeden sosyalleşmiş insanlar olarak çıkarıyoruz, Alfalar ya da Epsilonlar olarak, geleceğin kanalizasyon işçileri ya da geleceğin…” Geleceğin Dünya Denetçileri diyecekti ama kendini düzeltip, “geleceğin Kuluçka Merkezi Müdürleri olarak,” dedi.
KŞM Müdürü iltifata gülümseyerek karşılık verdi.
11. Rafta 321. Metrenin yanından geçiyorlardı. Genç bir Beta-Eksi tamirci, elinde tornavida ve somun anahtarı, geçmekte olan bir şişenin yapay kan pompasıyla uğraşıyordu. Civatayı sıkıştırdıkça, makinenin uğultusu gıdım gıdım ton değiştiriyordu. Bir diş, bir diş daha… Son bir kez sıktı, devir sayacına göz attı, işi tamamdı. Bu çizgide iki adım ilerledi ve sıradaki pompa üzerinde aynı işleme başladı.
“Dakikadaki devir sayısı düşürüldüğünde yapay kan daha yavaş dolaşır; akciğerden daha uzun aralıklarla geçer ve sonuçta embriyoya daha az oksijen verir,” diye açıkladı Mr. Foster. “Bir embriyonun normalin altında kalması için oksijen kısıtlamasından daha iyi bir yöntem yoktur.” Yine ellerini ovuşturdu.
Saf bir öğrenci, “Fakat niye embriyonun geri kalmasını istiyorsunuz?” diye sordu.
Uzun bir sessizliği bölerek, “Eşek!” dedi Müdür. “Bir Epsilon embriyosuna, Epsilon kalıtımı kadar Epsilon ortamının da sağlanması gerektiği hiç mi aklına gelmedi?”
Belli ki aklına gelmemişti. Kafası karma karışık oldu.
“Ne kadar alt sınıfa aitse o kadar az oksijen verilir,” dedi Mr. Foster. İlk etkilenen organ beyin olurdu, sonra da iskelet. Normal oksijenin yüzde yetmişiyle cüceler yaratıyordunuz. Yetmişten azıyla gözsüz canavarlar.
“Ki hiçbir işe yaramazlar,” diye başladı Mr. Foster.
Oysa (sesine bir heves ve gizlilik gelmişti), yetişkin olma süresini kısaltacak bir teknik geliştirebilseler ne büyük bir zafer kazanılır, Toplum’a ne büyük faydalar sağlanabilirdi!
“Atları düşünün.”
Düşündüler.
Atlar altı yaşında olgunlaşıyordu, fillerse on. Oysa bir erkek onüçünde cinsel olarak olgunlaşmamıştır; ancak yirmisine vardığında tam olarak gelişmiştir. Tabii bu nedenle geciken gelişmenin meyvası, insan zekâsı.
Çok haklı olarak Mr. Foster, “Ama Epsilonlarda insan zekâsına ihtiyaç duymayız,” dedi.
Duyulmazdı ve zeki de olmazlardı. Ama Epsilon beyni on yaşında olgunlaşmakla birlikte bedeni, onsekiz yaşına dek çalışmaya uygun hale gelmiyordu. Boşa giden, uzun, fuzuli hamlık yılları. Fiziksel gelişme, örneğin bir ineğinki denli hızlandırılabilseydi, Topluluk için ne kadar büyük bir kazanç olurdu!
Öğrenciler “Muazzam!” diye mırıldandılar. Mr. Foster’ın heyecanı bulaşıcıydı.
Buradan epey teknik konulara geçti; insanların bu kadar yavaş gelişmesine neden olan anormal endokrin koordinasyonundan söz etti; ve bunu açıklamak için tohumsal bir mutasyon koyutladı. Bu tohumsal mutasyonun etkileri engellenebilir miydi? Epsilon embriyosu uygun bir teknikle köpek ve ineklerdeki normalliğe döndürülebilir miydi? İşte sorun buydu. Geriye çözmek kalıyordu.
Pilkington, Mombasa’da, dört yaşında cinsel açıdan olgunlaşan ve altı buçuk yaşında tamamen büyüyen bireyler üretmişti. Bilimsel bir zafer. Ne var ki toplumsal açıdan faydasız. Altı yaşındaki erkek ve kadınlar, Epsilon işi bile yapamayacak kadar aptal oluyordu. Bu işlem de ya hep ya hiç türündendi. Değiştirmeyi ya hiç başaramıyor ya da fazlasıyla başarıyordunuz. Hâlâ yirmi yaş yetişkini ile altı yaş yetişkini arasında bir orta noktaya ulaşmaya çalışıyorlardı. Ve o ana kadar başarı sağlanamamıştı. Mr. Foster iç geçirerek başını salladı. Kızıl alacakaranlıktaki gezintileri onları 9. rafın 170. metresinin yakınlarına getirmişti. Bu noktadan itibaren 9. raf muhafaza içine alınıyordu. Şişeler yolculuklarının kalanını, arada sırada iki üç
metrelik açıklıkları bulunan bir tür tünelde sürdürüyorlardı.
“Isı şartlandırması,” dedi Mr. Foster.
Bir sıcak tünelin ardından bir serin tünel geliyordu. Serinlik, şiddetli X ışınları yoluyla rahatsızlık hissiyle ilişkilendiriliyordu. Şişeden alınma anı geldiğinde, embriyolarda soğuk korkusu yaratılmış oluyordu. Yazgıları; tropik bölgelere göç edecek, madenci, asetatlı ipek dokumacısı ve demir çelik işçisi olacak şekilde belirlenmiş oluyordu. Sonra da beyinleri, bedenlerinin seçimini pekiştirecek şekilde işleniyordu. “Onları ısıyla büyümeye şartlandırıyoruz,” diyerek başladı Mr. Foster. “Üst kattaki iş arkadaşlarımız onlara sıcağı sevmeyi öğretecekler.”
“Bu da,” diye veciz bir ifadeyle ekledi Müdür, “mutluluk ve erdemin sırrıdır – yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.”
İki tünel arasındaki bir açıklıkta bir hemşire, geçmekte olan bir şişenin içindeki jelatinimsi maddeye özenle ince uçlu bir şırıngayı sokuyordu. Öğrenciler ve rehberleri birkaç dakika sessizce hemşireyi izlediler. Sonunda şırıngayı çekip doğrulduğunda, Mr. Foster, “Lenina,” dedi.
Kız irkilerek döndü. Bütün cilt veremine ve mor gözlerine rağmen, şaşılacak kadar güzel olduğu görülebiliyordu.
“Henry!” Kızıl bir parıltıyla Mr. Foster’a gülümsedi -bir dizi mercan diş.
Müdür, “Çok hoş, çok hoş,” diye mırıldandı ve iki üç kez yumuşakça kızın omzuna dokundu. Karşılığında, daha çok saygıdan kaynaklanan bir gülümseme buldu.
Mr. Foster sesinin tonunu profesyonelleştirerek “Embriyolara ne veriyorsunuz?” diye sordu.
“Her zamanki tifo ve uyku hastalığı aşılarını.”
Mr. Foster öğrencilere açıklamayı sürdürdü: “150. metrede tropik işçileri aşılamaya başlarız. Embriyoların hâlâ solungaçları vardır. Balıklara, müstakbel insanın hastalıklarına karşı bağışıklık kazandırırız.” Sonra yine Lenina’ya dönerek, “Her zamanki gibi öğleden sonra beşe on kala çatıda,” dedi.
Müdür bir kez daha “Çok hoş,” dedi ve kızın omzunu son bir kez okşayıp diğerlerinin ardından uzaklaştı.
10. rafta gelecek neslin kimya işçileri; kurşun, yanmış kireç, katran ve klora dayanıklılık konusunda eğitiliyordu. 225 tane embriyo halindeki füze mühendisi grubunun ilki 3. raftaki 1100. metre işaretini henüz geçiyordu. Özel bir mekanizma, bulundukları kabı sürekli döndürüyordu. Mr. Foster açıkladı:
“Denge hislerini geliştirmek için. Havada duran bir füzenin dışında tamir yapmak öyle her babayiğidin harcı değildir. Yarı yarıya aç kalsınlar diye dik durduklarında dolaşımlarını yavaşlatıyoruz ve baş aşağı kaldıklarında yapay kan akışını iki katına çıkarıyoruz. Böylece baş aşağı kalmanın iyi olmak anlamına geldiğini öğreniyorlar; aslında sadece başlarının üzerinde dikilirken gerçekten mutlu olabiliyorlar.”
“Şimdi de,” diye konuşmayı sürdürdü Mr. Foster, “sizlere çok ilginç bir Alfa-Artı Entelektüeli şartlandırması göstermek istiyorum. 5. rafta büyük bir grup bizi bekliyor,” dedi ve zemin kata inmeye başlamış olan iki çocuğa, “Birinci Galeri katında,” diye seslendi.
“900. metre civarında bir yerdeler,” diye açıkladı. “Ceninlerin kuyrukları tamamen kaybolana dek, işe yarar bir zihinsel şartlandırma yapamazsınız. Beni izleyin.”
Ama Müdür saatine bakmıştı. “Üçe on var,” dedi. “Korkarım Entelektüel embriyolarına zaman kalmadı. Çocukların öğle uykuları sona ermeden Çocuk Yuvaları’na gitmemiz gerekiyor.”
Mr. Foster hayal kırıklığına uğradı. “Hiç olmazsa Şişeden Alım Odası’na bir göz atsaydık,” diye yalvardı.
Müdür hoşgörüyle karışık gülümseyerek, “Peki öyleyse, sadece bir göz atalım,” dedi.