Çulluk, öncelikle Münevver ile Murat Çavuş arasında yaşanan bir aşk öyküsüdür, ancak edebiyatımızın değerli aşk öykülerinden ve romanlarından çok daha farklı bir yerde durmasının nedeni ilk işçi romanı olmasıdır. Üstelik sadece erkeklerin üstüne kurulu bir öykü de değildir.
1928 yılında, kadınların öğretmenlik, hemşirelik ya da ev işçiliği gibi ‘‘kadına yaraşır’’ dünyalarda anlatıldığı bir zamanda Münevver, ‘‘erkek’’ ortamında çalışan bir fabrika işçisidir. Geçim sıkıntısı, fabrikanın acımasız dünyası, hak mücadelesi ilk kez edebiyatımızda kendine yer açarken, bir kadın da yaşamının yükünü ve sorumluluğunu modern anlamda sırtlamış emekçidir artık. Bu nedenle edebiyat tarihimizin dönüm noktalarından biridir Çulluk.
Okudukça, yeni kurulmuş Cumhuriyet’in ivme kazandırdığı kentleşme, sanayileşmenin yarattığı işçi sınıfının erken günleri hakkında da çok şeyler söyler bize. Ama en çok da kadının bu yeni Cumhuriyet’te değişmekte olan rolünü anlatır bize.
1
Öğle tatilinin zili çalıyordu… Münevver, parmaklarını çıtlatıp bileklerini yorgun yorgun ovarak gerindi. Patlayan çubuk cigara eksildikten sonra makinenin tekrar işlemeye başladığını görünce, kaşlarını çatarak mırıldandı: “Bekir Efendi, seninki de iş mi ya? Zil çaldı… Durdur makineyi Allah aşkına…” Duvardaki iş tabelasına makinenin tatil saatini kaydeden Bekir Efendi, başını sol omzunun üzerinden kaldırarak, “Ne o ablacığım” dedi. “Çok mu yoruldun?… Senin de gönlünü hoş ederiz, yalnız biraz sabret…” “Niye sabredeyim, bak koca dairede bizden başka hemen hemen kimse kalmadı…” Makine durmuştu. Bekir, Münevver’e yaklaştı, sağ elinin tersini ağzına siper ederek fısıldadı: “Hani ya laf mabeynimizde1 … Sabahtan beri havyar kestin2 … Senin niye acele ettiğini ben bilmiyor muyum sanki?…” Münevver yarı şaka, yarı sitemle dirsek vurdu. “Neymiş bildiğin bakayım?” “Sonra söylerim, Murat Çavuş’u bulayım da beraber çıkalım!” Münevver şüpheli şüpheli etrafına bakındı. “Murat Çavuş geldi mi? Ayol hiç sağına soluna bakmadın mı?” Bekir sahte bir hayretle makine dairesini, yan koridoru gözleriyle araştırdı.
“Sahi yokmuş!… Bu sabah gelmedi ha?”
“Benimle alay mı ediyorsun?”
“Kız doğru dur… Gören de aramızda bir şey var sanır.”
“Ne sanacaklar?”
Bekir merdivenden ağır ağır inen, biri sıkma mor başörtülü, siyah gömlekli; biri kesik sarı saçlı, hâkî1 gömlekli iki kadını gösterdi.
“Önümüzden inenlere bak, Gözlüklü Hikmet’le, Sarı Emine… Güya kendi hâllerinde gidiyorlarmış gibi dönüp bakmıyorlar ama kulakları bizdedir.” “Onlar, seninle benim aramda bir şey olmadığını biliyorlar.” “İftira ne güne duruyor? Murat Çavuş’a ifade ver artık…” Bekir’in ihtarı, Münevver’i korkutmamıştı, daha fazla sokuldu. “Kuzum Bekir Efendi, Murat niçin gelmedi?” “Ne bileyim ben… Gece, içmiş içmiş, bir küp dibinde sızmıştır. Sabahleyin vaktinde gelmeyince tabii fabrikaya almamışlardır.” İkinci kata inmişlerdi. Bekir somurtarak, “Bilse bilse Piç Hayri bilir. Ona sor…” dedi. Bekir yürüyüp gitmişti. Münevver bir saniye düşündü; Piç Hayri’yi nerede bulacaktı? Bir yerde durur mahluk değildi ki… Elini yüzünü yıkamadan sokağa fırladığı muhakkaktı… Lokantaya geçen sofada Behire’ye rast geldi. “Sana dargınım, niye bu sabah uğramadın?” “Kardeş çok geç kaldım, gece dikişim vardı, birlere kadar oturdum… Fabrikaya dara dar yetiştim… Yüzümü yıkarken bakındım, seni göremedim, lokantaya geldim, orada da yoksun. Merak ettim, yukarı kadar çıkacaktım… Acele ile sefertasını almayı da unutmuşum… Malum ya bugün de hafta sonu… Herife borcum var, bir şey istesem, belki terbiyesizlik eder…” “Benim yemeğim var… Paylaşırız…” Behire, Münevver’in elindeki küçük deri çantaya bakıyordu. “İkimize yetişir mi?”
“Zaten benim iştahım yok ki… Bir lokma yiyeceğim
şüpheli.”
“Öyleyse çantayı neden aldın?”
“Alışkanlık… Kendim de farkında değildim… Buraya
gelişim de, seni bulmak için…”
“Hasta mısın? Sahi, durgunsun…”
“Anlatırım.
Lokantaya girecekleri zaman Behire, Münevver’e dikkatle baktı. “Üstün başın tütün tozu içinde… Ellerini yıkamayacak mısın?” Münevver sinirli bir baş silkmesiyle, “Hayır” dedi. Lokantaya girdiler. Burası kirli, çıplak duvarlı büyük bir odaydı. Döşeme tahtaları yağ lekeleriyle yer yer parlıyordu. İki yanlara üzerleri çinko kaplı uzun, müstatil1 masalar, bu masaların kenarlarına da alçak tahta sıralar konmuştu. Pencere tarafındaki köşede, üstünde yuvarlak bir yoğurt tenekesi, içlerine fasulye piyazı, ciğer tavası konulmuş büyük kayık tabaklar, hazırlop yumurta, ekmek, peynir, limon, şıra şişesi duran, çaprastlama,2 yüksek bir tezgâh vardı.
Tezgâhın solundaki, umumi medhale1 çıkan kapının önünde, gözlerinin kenarları kırış kırış, soluk dudaklı, saçları boyalı, gülünce dipleri küf tutmuş gibi yeşil yeşil kırık dişleri görünen bir kadın duruyordu. Fabrikanın sofalarından merdivenlerine, avlusundan odalarına kadar her tarafını kaplayan tütün tozu bulutları burada daha az kesif,2 daha az göze çarpıyordu… Fakat havada keskin bir tütün kokusu vardı. Bu, çıplaklığı, sefaleti göz üşüten oda; sabahleyin şafak sökmeden kar, yağmur, rüzgâr, güneş, hiçbir mâni dinlemeyip fakrın,3 açlığın emriyle ıslana üşüye, titreye sendeleye, sessiz, şikâyetsiz sürüne sürüne gelen ve bu muztarip,4 yorgun vücutların istirahat hakkını vermeden yine aynı emirle işe başlayan, kıyılan tütünlerin ince, katil tozu ile yalnız ciğerleri değil, gözlerine, mesâmâtına5 kadar zehirlenen işçi kadınlara iştah vermekten çok uzaktı… İkinci pencerenin yanı boştu. Münevver oraya gitmek isteyen Behire’yi kolundan çekti, duvar tarafında ışık almayan, loş köşeyi gösterdi.
“Burayı kimse beğenmez… Başımız dinç olur.” Behire’yi zorla karşısına oturttu. “Biri gelir, bizi göz hapsine alır…” Çantayı açarak, içinden çıkardığı eski bir gazeteyi masanın çinkosu üzerine yaydı. “Teneke, soğuk soğuk ellerime, kollarıma dokunmuyor mu, içime ürpermeler geliyor…”
Açık çantayı Behire’nin önüne sürdü. “Sen bana bakma… Ye…” Behire itiraz etti: “Vallahi olmaz, açlık safrana dokunur, iki lokma olsun al… Sen yemezsen, ben de yemem…” “Bir şey canım istemiyor…” Gözleri öbür sıralara dalmıştı; pencere yanındaki ilk masada başları mavi, sarı, pembe başörtülü; siyah, samanî1 gömlekli dört kadın, gazete kâğıtlarını açmış, omuz omuza abanıp avurtlarına doldurdukları iri lokmaları ağır ağır çiğniyor ve dolu ağızla konuşuyorlardı… Bir masa ilerisinde yine renk renk başörtülü bir grup, birbirine dirsek vurup kahkahalar atarak, önlerindeki kuru, yavan ekmek dilimlerini kemiriyor, göz işaretleriyle masanın ucunda oturan ihtiyar, süzük yüzlü bir kadına takılıyorlardı. Behire ufak bir paketi açıyordu, Münevver, “Hâlet bugün yok” dedi..
Behire, masalara göz gezdirdi.
“Paşa kızı değil mi ya, ağırdan almazsa olur mu?”
“Nerenin paşa kızı… Anası ahretlikmiş2
…”
“Dünyada ondan soğuk kadın görmedim.”
“Adı da güzele çıkmış… Neresini beğeniyorlar!…”
“Biraz boy… Kaş, göz, o kadar…”
Behire paketten çıkardığı kuru köftelerden birini ısırdı, lezzetini almak ister gibi uzun uzun çiğnedi.
“Köfte çok güzel olmuş… Bir tane ye…”
“Israr etme!”
“Akşama kadar ayakta çalışacaksın, bayılırsın alimallah…”
Münevver hâlsiz hâlsiz gülümsedi. “Ömrümde ilk defa mı aç kalıyorum… İştahım varken günlerce aç kaldıktı, bir şey olmadım, ne bayıldım ne de öldüm… İnsan, taştan sağlam…” Sağ dirseğini masaya dayamıştı, sesini yavaşlattı. “Bugün Murat gelmedi!…”
“Neden?” “Bilmiyorum ki… Ne mana vereceğimi şaşırdım. Dün, bana, ‘Yarın akşam tatilinde Karşı’ya1 geçelim, biraz gezeriz. Sen de temiz esvabını giy demişti. Ben de inandım, aptal gibi yeni bluzumu giydim.” Hâkî gömleğin önünü açarak geniş yeşil yakalı, siyah ponjeden bluzunu gösterdi.
“Murat para tutuyor muydu?”
“Dün haftalığını almıştı.”
“Belki de hastadır.”
“Bir şeyciği yoktur.”
“İhtimal, akşam tatilinde kapıda bekler.”
“Zannetmem… İşine gelmediği günler fabrikanın
önünden geçmez. İşi olmayınca bir meyhaneye girer, kepenkler kapanmadan çıkmaz.”
“Bekir Efendi’ye sormadın mı?”
“Murat nereye gittiğini, ne yaptığını kimseye söyler mi? Bekir Efendi’ye sormadım değil, bana, ‘Bilmiyorum, Piç Hayri’ye sor’ dedi.” Behire hiddetle yüzünü buruşturdu. “Bırak o serseriyi… Murat’ı bütün bütün baştan çıkaran o…