Robert Langdon yavaşça uyandı.
Karanlıkta bir telefon çalıyordu, tiz ve tanıdık gelmeyen bir zil sesiydi. Başucundaki lambaya doğru uzanıp açtı. Gözlerini kısarak etrafa baktığında, XVI. Louis tarzı mobilyalarla döşenmiş, duvarlarında el boyaması freskler ve maundan yapılmış devasa bir yatak bulunan, lüks bir Rönesans yatak odası gördü.
Hangi cehennemdeyim?
Şifoniyerin üstünde duran koyu kırmızı bornozun üstünde, HOTEL RITZ PARİS etiketi vardı.
Sis perdesi yavaşça kalkmaya başlamıştı.
Langdon ahizeyi kaldırdı. “Alo?”
Bir erkek sesi, “Bay Langdon?” dedi. “Umarım sizi uyandırmamışımdır.”
Langdon sersemlemiş bir halde başucundaki saate baktı. 00.32’yi gösteriyordu. Yalnızca bir saattir uyuyordu ama kendini ölü gibi hissediyordu.
“Resepsiyondan arıyorum efendim. Rahatsız ettiğim için özür dilerim, fakat bir ziyaretçiniz var. Acil olduğu konusunda ısrar ediyor.”
Langdon hâlâ kendine gelememişti. Bir ziyaretçi mi? Bakışları, komodinin üstündeki buruşuk el ilanına sabitlendi.
PARİS AMERİKAN ÜNİVERSİTESİ
İftiharla sunar
HARVARD ÜNİVERSİTESİ, DİNİ SİMGEBİLİM PROFESÖRÜ
ROBERT LANGDON ile BİR AKŞAM
Langdon inledi. Bu akşamki seminer -Chartres Katedrali taşları arasına saklanmış bazı pagan sembolleri ile ilgili bir dia gösterisi- seyirciler arasındaki bazı muhafazakâr tipleri kızdırmış olmalıydı. Herhalde koyu dindar bir alim, biraz kavga etmek için onu kaldığı yere kadar takip etmişti.
Langdon, “Üzgünüm,” dedi. “Ama çok yorgunum ve…”
Ses tonunu alçaltıp, fısıldayarak konuşan resepsiyon görevlisi, “Fakat efendim,” diye ısrar etti. “Ziyaretçiniz önemli bir adam.”
Langdon biraz duraksadı. Dini tablolar ve simgebilim kültü hakkında yazdığı kitaplar onu sanat dünyasında istemese de ünlü biri haline getirmişti. Üstelik geçen yıl Vatikan’da karıştığı ve genişçe haber yapılan hadise, ününü yüzlerce kez artırmıştı. O günden beri kapısına dayanan kendini beğenmiş tarihçilerle, sanat meraklılarının arkası kesilmiyordu.
Nezaketi elden bırakmamaya özen gösteren Langdon, “Rica etsem,” dedi. “Bu kişinin ismini ve telefon numarasını alıp salı günü Paris’ten ayrılmadan önce kendisini arayacağımı söyleyebilir misiniz? Teşekkür ederim.” Resepsiyon görevlisi itiraz edemeden telefonu kapattı.
Artık yatakta oturan Langdon, kapağında IŞIKLAR ŞEHRİNDE BEBEKLER GİBİ UYUYUN. PARİS RITZ’DE UYKU, diyerek övünen Misafir İlişkileri Broşürü’ne kaşlarını çatarak baktı. Arkasını dönüp, odanın diğer ucundaki boy aynasına yorgun gözlerle baktı. Karşısında ona bakan adam -saçları dağılmış ve bitkin- bir yabancıydı.
Tatile ihtiyacın var Robert.
Geçen yıl ondan çok şey götürmüştü ama aynaların bunu ispat etmesi hoşuna gitmiyordu. Genelde sert bakan gözleri bu gece bulanık ve içine çökmüş görünüyordu. Kirli sakalı çenesini ve gamzeli yanaklarını örtmüştü. Şakaklarındaki griler artmaya, simsiyah saçlarının içlerine sokulmaya başlamıştı. Bayan meslektaşları, gri saçların bilim adamı görüntüsünü vurguladığı hususunda ısrar etseler de, Langdon durumu çok daha iyi anlıyordu.
Boston Magazine beni böyle bir görseydi.
Geçen ay Boston Magazine, Langdon’ı mahcup ederek onun ismini, en fazla merak uyandıran on kişi arasında yazmıştı… ne işe yaradığı anlaşılmaz bu onur onu, Harvard’lı meslektaşlarının attığı taşların hedefi haline getirmişti. Bu gece, evden dört bin beş yüz kilometre uzakta, bu paye onu kendi verdiği seminerde avlamak üzere yeniden yüzeye çıkmıştı.
Paris Amerikan Üniversitesi’nin, Dauphine Salonu’ndaki ev sahibesi, “Bayanlar baylar…” diye duyurmuştu. “Bu akşamki konuğumuzun tanıtılmaya ihtiyacı yok. Kendisi sayısız kitabın yazarıdır: Gizli Mezheplerin Sembolojileri, Illuminati Sanatı, İdeogramların Kaybolan Dili ve Dini İkonoloji kitaplarının yazarı olduğunu söylediğimde abartmış sayılmam. Pek çoğunuz sınıflarda onun yazdığı kitapları okuyorsunuz.”
Kalabalıktaki öğrenciler hararetle başlarını salladılar.
“Bu gece kendisini etkileyici özgeçmişini anlatarak tanıtmayı planlamıştım. Ama…” Muzip bakışlarını sahnede oturan Langdon’a çevirmişti. “Dinleyicilerden biri az önce bana çok daha fazlasını verdi… ilginç bir tanıtıma ne dersiniz?”
Boston Magazine’in bir kopyasını elinde tutuyordu.
Langdon korkuyla irkilmişti. Bunu hangi cehennemden buldu?
Ev sahibesi budala makaleden seçtiği pasajları okudukça, Langdon sandalyesinde biraz daha büzülüyordu. Otuz saniye sonra kalabalık sırıtmaya başlamıştı ve kadının susmaya niyeti yoktu. “Ayrıca Bay Langdon’ın, geçen yıl Vatikan’daki kardinaller meclisinde aldığı alışılmadık rol konusunda konuşmayı reddetmesi ona merak sayacında daha büyük puanlar kazandırıyor.” Ev sahibesi kalabalığı kışkırtıyordu. “Daha fazlasını duymak ister misiniz?”
Kalabalık alkışladı.
Kadın yeniden makaleye daldığında, Langdon adeta yalvarıyordu. Biri onu durdursun. “Bazı genç onur konuklarımız gibi yakışıklı ve seksi olmasa da, kırklı yaşlarındaki bu akademisyende bilimsel çekicilikten daha fazlası var. Onun büyüleyiciliği, bayan meslektaşlarının ‘kulaklara çikolata’ diye nitelendirdiği, alçak ve bariton sesinde yatıyor.”
Salon kahkahaya boğulmuştu.
Langdon gülümsemek için kendini zorladı. Bundan sonra ne olacağını biliyordu -“Harris tüviti giyen Harrison Ford” ile ilgili saçma sapan bir dize- ve o akşam Harris tüvitiyle, balıkçı yaka Burberry’sini giymenin sakıncası olmayacağı sonucuna varmış olduğundan, müdahale etmeye karar vermişti.
Langdon zamansız bir anda ayağa kalkıp, onu podyumun kenarına iterken, “Teşekkürler Monique,” dedi. “Gerçekten de Boston Magazine’in uydurma hikâyeler yazmakta üstüne yok.” Utangaç bir tavırla içini çekerek dinleyicilere döndü. “O makaleyi kimin getirdiğini öğrenebilirsem, konsolosluktan sınırdışı etmesini isteyeceğim.”
Kalabalık gülmüştü.
“Pekâlâ, arkadaşlar hepinizin bildiği gibi, bu akşam sembollerin gücü hakkında konuşmak için buradayım…”
Langdon’ın otel odasında çalan telefonunun sesi, bir kez daha sessizliği bölmüştü.
Kulaklarına inanamayarak homurdandı ve telefonu açtı. “Evet?”
Tahmin ettiği gibi, arayan resepsiyon görevlisiydi. “Bay Langdon, tekrar özür dilerim. Misafirinizin şu an odanıza doğru gelmekte olduğunu bildirmekiçin aradım. Sizi uyarmam gerektiğini düşündüm.”
Langdon artık iyice ayılmıştı. “Odama birini mi gönderdin?”
“Özür dilerim efendim, ama böyle bir adam… onu durduracak yetkim yok.”
“Bu adam tam olarak kim?”
Ama resepsiyon görevlisi telefonu kapatmıştı.
Hemen ardından Langdon’ın kapısında güçlü bir yumruk sesi duyuldu.
Ayak parmaklarının sabun köpüğü gibi yumuşak halıya gömüldüğünü hisseden Langdon yataktan güçlükle kalktı. Otel bornozuna sarınıp, kapıya gitti. “Kim o?”
“Bay Langdon? Sizinle konuşmam gerekiyor.” Adamın aksanlı bir İngilizcesi vardı. Sesi tiz ve otoriterdi. “İsmim Teğmen Jérôme Collet. Adli Polis Merkezi’nden.”
Langdon duraksadı. Adli polis mi? DCPJ, ABD’deki FBI’ın dengiydi.
Langdon zincirini çıkarmadan kapıyı birkaç santim araladı. Karşısında durmuş ona bakan yüz, ince ve temizdi. Son derece zayıf olan bu adam, resmi görünüşlü mavi bir üniforma giyiyordu.
Ajan, “İçeri girebilir miyim?” diye sordu.
Yabancının feri sönmüş gözleri kendisine bakarken Langdon ne yapacağına karar veremedi. “Ne hakkındaydı?”
“Yüzbaşım, özel bir meselede sizin uzmanlığınıza başvurmak istiyor.”
“Şimdi mi?” Langdon ağzından çıkacaklara hâkim oldu. “Saat gece yarısını geçti.”
“Bu gece Louvre Müzesi müdürüyle randevunuz olduğu doğru mu?”
Langdon birden kaygılandı. O ve saygın Müze Müdürü Jacques Saunière, Langdon’ın o akşamki seminerinden sonra buluşmayı planlamışlar, ama Saunière randevuya gelmemişti. “Evet. Bunu nasıl bildiniz?”
“Randevu defterinde isminize rastladık.”
“Umarım her şey yolundadır.”
Ajan derin bir iç çekti ve kapının dar aralığından Polaroid fotoğrafı uzattı.
Langdon fotoğrafı görünce, tüm vücudu kaskatı kesildi.
Langdon tuhaf resme bakarken, ilk başta duyduğu tiksinme ve şok, yerini gittikçe büyüyen bir öfkeye bırakıyordu. “Kim böyle bir şey yapmış olabilir?”
“Simgebilim konusundaki bilginiz ve onunla buluşma planınızı göz önünde bulundurarak, bu soruyu yanıtlamamıza sizin yardımcı olacağınızı ümit ediyorduk.”
Langdon resimden gözlerini ayırmıyordu. Duyduğu dehşete şimdi bir de korku eklenmişti. Dehşet verici ve son derece garip fotoğraf, huzurunu bozan bir déjá vu hissi veriyordu. Bir yıl kadar önce Langdon’ın eline bir cesedin fotoğrafı geçmiş ve kendisinden benzeri bir yardım istenmişti. Yirmi dört saat sonra, Vatikan şehrinde neredeyse hayatını kaybediyordu. Bu fotoğraf tamamıyla farklıydı ama yine de senaryodaki bir şey rahatsızlık verecek derecede tanıdık geliyordu.
Ajan saatine baktı. “Yüzbaşım bekliyor efendim.”
Langdon, onu güçlükle duymuştu. Gözleri hâlâ resme dikilmiş duruyordu. “Buradaki sembol ve vücudunun o kadar tuhaf…”
Ajan, “Duruşu mu?” diye sordu.
Langdon başını salladı. Kafasını kaldırırken ürperdiğini hissetti. “Bunu yapacak kişiyi hayal edemiyorum.”
Ajan serinkanlı görünüyordu. “Anlamıyorsunuz Bay Langdon. Bu fotoğrafta gördüklerinizi…” Duraksadı. “Bay Saunière kendi yaptı.”Bir kilometre ötede, Silas isimli hantal Albino, Rue La Bruyére’deki lüks taş konutun ön kapısından topallayarak geçti. Uyluklarının hemen üstüne taktığı kancalı keçe kemer, etine iyice gömülmüştü ve ruhu, efendisine hizmette bulunmuş olmanın verdiği tatminle mutluluktan uçuyordu.
Acı iyidir.
Konuta girince, kırmızı gözleri lobiyi taradı. Boştu. Arkadaşlarını uyandırmamak için, merdivenleri sessizce çıktı. Yatak odasının kapısı açıktı; burada kilitlemek yasaktı. İçeri girerek, kapıyı arkasından kapattı.
Oda sade döşenmişti. Kaba tahta zeminde yatak olarak kullanılan hasır ve çam ağacından bir şifoniyer vardı. Bu hafta burada misafirdi, New York’ta ise yıllarca benzeri bir mabette kutsanmıştı.
Tanrı bana barınak ve hayatım için bir amaç verdi.
Silas bu gece borcunu geri ödemeye başladığını hissediyordu. Hemen şifoniyerin yanına giderek, en alt çekmecedeki cep telefonunu alarak, bir numara çevirdi.
Bir erkek sesi, “Evet?” diye cevap verdi.
“Öğretmen’im, döndüm.”
Ondan haber almaktan hoşnut olduğu anlaşılan ses, “Konuş,” diye buyurdu.
“Dördü de öldü. Üç sénéchaux… ve Büyük Üstat’ın kendisi.”
Sanki dua etmek için ayrılmış, kısa bir sessizlik yaşandı. “O halde, herhalde bilgiyi almışsındır, değil mi?”
“Dördünün söylediği birbirini tutuyor. Ayrı ayrı konuştular.”
“Ve sen de onlara inandın mı?”
“Söyledikleri rastlantı olamayacak kadar birbirini tutuyor.”
Heyecanlı bir nefes sesi. “Mükemmel. Kardeşliğin gizlilik konusundaki namının devam etmesinden korkmuştum.”
“Ölüm korkusu güçlü bir motivasyon aracıdır.”
“Pekâlâ öğrencim, bana bilmem gerekeni söyle.”
Silas kurbanlarından topladığı bilginin şok etkisi yaratacağını biliyordu. “Öğretmen’im, dördü de clef de voûte’nin var olduğunu doğruladılar… efsanevi kilit taşının.”
Telefonun diğer ucundaki hızlı nefes alışı duydu, Öğretmen’in heyecanını hissedebiliyordu. “Kilit taşı. Aynen tahmin ettiğimiz gibi.”
İlme göre, kardeşlik taşın -bir clef de voûte’nin… ya da kilit taşının- kardeşliğin en büyük sırrının nihai mevkiini gösteren gravürlü bir tabletin haritasını yapmıştı… bu bilgi o kadar güçlüydü ki, onun korunması kardeşliğin varoluşunun sebebi haline gelmişti.
Öğretmen, “Kilit taşına sahip olduğumuzda,” dedi. “Yalnızca bir adım kalmış olacak.”
“Düşündüğünüzden daha yakınız. Kilit taşı burada, Paris’te.”
“Paris’te mi? İnanılmaz. Fazlasıyla kolay.”
Silas o akşam daha önce meydana gelenleri anlattı… kurbanlarının dördünün birden, ölmeden saniyeler önce, sırlarını açıklayarak Tanrı’sız yaşamlarını nasıl çaresizce geri almaya çalıştıklarını. Her biri Silas’a tıpatıp aynı şeyleri söylemişti -kilit taşı, Paris’teki eski kiliselerden birinin içine ustalıkla saklanmıştı- Saint-Sulpice Kilisesi’ndeydi.
Öğretmen, “Tanrı’nın evinin içine,” diye çığlık attı. “Bizimle nasıl da dalga geçmişler!”
“Yüzyıllar boyunca yaptıkları gibi.”
Öğretmen bu zafer anını iyice hazmedebilmek için bir süre sessiz kaldı. Sonunda konuştu. “Tanrı’ya büyük bir hizmette bulundun. Bunun için yüzyıllardır bekliyoruz. Taşı benim için ele geçirmelisin. Hemen. Bu gece. Tehlikeleri biliyorsun.”
Silas sayısız tehlike olduğunu biliyordu ama Öğretmen’in buyruğunu yerine getirmek olanaksız gibiydi. “Kilise kale gibidir. Özellikle de geceleri. İçeri nasıl gireceğim?”
Öğretmen muazzam nüfuzu olan birinin kendinden emin sesiyle yapılması gerekenleri açıkladı.
Silas telefonu kapattığında, teni beklentinin heyecanıyla ürperiyordu.
Bir saat, dedi minnetle kendine, neyse ki Öğretmen ona, Tanrı’nın evine girmeden önce günah çıkartacak vakti tanımıştı. Ruhumu bugün işlediği günahlardan arındırmalıyım. Bugün işlediği günahların kutsal bir amacı vardı. Yüzyıllardır Tanrı’nın düşmanlarına karşı savaş açılıyordu. Bağışlanacağı vaat edilmişti.
Öyle bile olsa, Silas günahlarının bağışlanması için fedakârlıkta bulunması gerektiğini biliyordu.
Perdeleri kapatarak, soyundu ve odanın ortasında diz çöktü. Başını aşağı eğerek, kalçasının etrafına dolanan keçe kemere baktı. Tarîk’in tüm sadık müritleri bu aleti takarlardı, İsa’nın çektiği acıları hatırlatacak cinsten, ete sürekli batan sivri metal kancalarla dolu, deri bir kayış. Aletin verdiği acı, aynı zamanda bedenin arzularına hâkim olmasına da yarıyordu.
Silas keçeyi o gün, gerekli görülen iki saatten daha fazla taktığı halde, bunun sıradan bir gün olmadığını biliyordu. Tokayı kavrayarak, bir diş geri çekince, etine daha fazla batan kancalar yüzünden irkildi. Yavaşça nefes vererek, ıstırabının arındırıcı ayininin tadını çıkarttı.
Acı iyidir, diye fısıldadı Silas. Peder Josemaría Escrivá’nın -Öğretmenlerin Öğretmeni- kutsal mantrasını tekrar ediyordu. Escrivá 1975 yılında öldüğü halde hikmeti devam ediyor, sözleri yere diz çöküp “bedensel çile” diye bilinen kutsal ibadeti yerine getiren binlerce sadık hizmetkâr tarafından fısıldanıyordu.
Silas artık dikkatini, yerde yanında düzgünce sarılı duran, düğümlü ağır ipe vermişti. Cezalandırma. Düğümler, kurumuş kanla katılaşmıştı. Kendi ıstırabının etkilerini temizlemek isteyen Silas hızlı bir dua okudu. Ardından, ipin bir ucundan tutarak gözlerini kapattı ve omzunun arkasından sertçe indirirken, düğümlerin sırtına çarpmasını hissetti. Yeniden kendini kırbaçlayarak, omzunun arkasına kuvvetle vurdu. Kamçı darbelerini tekrar, tekrar indirdi.
Bedeni cezalandırma.
Sonunda kanın aktığını hissetti.Citroën ZX, Opera Binası’nın ve Vendôme Meydanı’nın önünden geçip, güneye ilerlerken, kuru nisan havası camdan içeri giriyordu. Yolcu koltuğunda oturan Robert Langdon, düşüncelerinden arınmaya çalışırken, şehrin kendisini fazlasıyla yorduğunu hissediyordu. Tıraş olmak ve duş almak görüntüsünü adama çevirmişti, ama endişesini gidermeye pek yaramamıştı. Müze müdürünün cesedinin ürkütücü görüntüsü aklından çıkmıyordu.
Jacques Saunière öldü.
Langdon, müze müdürünün ölümüyle büyük bir kayba uğradığını hissediyordu. Saunière münzevi bir yaşam sürmekle tanınmasına rağmen, sanata olan tutkunluğu onu saygın bir adam haline getirmişti. Poussin ve Teniers’in tablolarındaki gizli şifreler hakkında yazdığı kitaplar, Langdon’ın en sevdiği ders kitaplarıydı. Langdon bu akşamki görüşmeyi dört gözle beklemiş ve müze müdürünün gelmemesi onda hayal kırıklığı yaratmıştı.
Müze müdürünün cesedinin görüntüsü bir kez daha zihninde canlandı. Bunu kendine Jacques Saunière mi yaptı? Langdon görüntüyü zihninden atmak için kendini zorlayarak, başını çevirip pencereden dışarı baktı.
Dışarıdaki şehir uyanmaya başlıyordu, sokak satıcıları, badem şekerlemesi arabalarını sürüyor, garsonlar çöp torbalarını kaldırım kenarına taşıyor, geceden kalma âşıklar yasemin kokuları taşıyan meltemde üşümemek için birbirlerine sokuluyorlardı. Citroën kaosun içinden yetkiyle geçerken, iki tonlu ahenksiz sireni trafiği bıçak gibi yarıyordu.
Otelden ayrıldıklarından beri ilk kez konuşan ajan, “Yüzbaşı, bu akşam Paris’te bulunduğunuzu öğrenmekten son derece memnun,” dedi. “Çok talihli bir tesadüf.”
Langdon talihli olmak dışında her şeyi hissediyordu, ayrıca tesadüf, kesinlikle güvenmediği bir kavramdı. Hayatını, farklı amblemlerle ideolojilerin birbirleriyle gizli bağlılıklarını keşfetmekle geçiren biri olarak Langdon dünyayı birbirine iyice dolanmış tarihin ve olayların bir ağı gibi görüyordu. Bağlantılar görünürde olmayabilir, diye sık sık tekrarlardı. Harvard’daki simgeleme derslerinde, ama her zaman oradadırlar, yüzeyin hemen altına gömülmüşlerdir.
Langdon, “Sanırım,” dedi. “Size kaldığım yeri Paris Amerikan Üniversitesi mi söyledi?”
Şoför başını iki yana salladı. “Interpol.”
Interpol, diye düşündü Langdon. Elbette. Avrupa’daki tüm otellerde giriş sırasında pasaport sormanın formaliteden daha fazlası olduğunu unutmuştu, kanunlar böyleydi. Tüm Avrupa’da herhangi bir gece, Interpol yetkilileri kimin nerede uyuduğunu tam olarak tespit edebilirlerdi. Herhalde Langdon’ı Ritz’de bulmak topu topu beş saniyelerini almıştı.
Citroën şehrin güneyine doğru ilerlerken, sağ taraftan gökyüzüne uzanan Eyfel Kulesi’nin aydınlatılmış silueti belirdi. Onu görünce Langdon, Vittoria’yı düşündü. Bir yıl önce, her altı ayda bir, dünyadaki romantik yerlerden birinde buluşmaya söz vermişlerdi. Langdon, Eyfel Kulesi’nin bu listede yer alacağınbuluşmaya söz vermişlerdi. Langdon, Eyfel Kulesi’nin bu listede yer alacağını tahmin ediyordu. Ne yazık ki, Vittoria’yı en son Roma’daki gürültülü bir havaalanında öpeli bir yıldan fazla oluyordu.
Ajan yana dönerek, “Ona bindiniz mi?” diye sordu.
Langdon başını kaldırıp ona göz atarken, yanlış anladığına emindi. “Affedersiniz anlayamadım?”
“Harika, öyle değil mi?” Ajan ön camdan Eyfel Kulesi’ni gösteriyordu. “Ona bindiniz mi?”
Langdon gözlerini devirdi. “Hayır. Kuleye çıkmadım.”
“Fransa’nın sembolüdür. Bence mükemmel.”
Langdon dalgın bir edayla başını salladı. Simgebilim uzmanları genellikle Fransa’nın -maçoluk, zamparalık, Napolyon ve Cüce Pepin gibi tehlikeli, kısa boylu liderlerle tanınan bir ülkenin- üç yüz metrelik penisten daha uygun bir ulusal amblem seçemeyeceğini söylerlerdi.
Rue de Rivoli kavşağına vardıklarında kırmızı ışık yanıyordu ama Citroën durmadı. Ajan sedanı gazlayarak, ünlü Tuileries Bahçeleri’nin -Paris’in Central Park’ı- kuzey girişi olan Rue Castiglione’nin ağaçlıklı bir bölgesine doğru sürdü. Pek çok turist, yanlış bir tercüme yaparak Jardins des Tuileries ismini burada açan binlerce laleye atfederlerdi ama aslında Tuileries’in, daha az romantik bir adı vardı. Bir zamanlar bu park, Paris’li müteahhitlerin şehrin ünlü kırmızı kiremitlerini -ya da tuiles- üretmek için kil çıkardıkları devasa bir kazı alanıydı.
Sessiz parka girdiklerinde ajan kontrol panelinin altına uzanarak, acı acı öten sireni kapattı. Langdon ani sessizliğin getirdiği huzurla rahat bir nefes aldı. Arabanın dışında, tekerleklerin engebelerden geçerken çıkardığı çıtırtılı ses uyutucu bir ritim yaratırken, halojen farların soluk ışığı çakıllı bulvarın üstünde gezindi. Langdon her zaman Tuileries’in kutsal bir yer olduğunu düşünmüştü. Burası, Claude Monet’nin biçim ve renkle oynadığı ve gerçek anlamda Empresyonist akımın doğuşuna ilham veren bahçelerdi. Bu gece ise her nedense garip bir şekilde, kötü bir şeylerin habercisi gibiydi.
Citroën batıya yönelerek, parkın merkez bulvarına doğru, sola sapmıştı. Şoför yuvarlak bir gölcüğün etrafından kıvrılıp, ıssız bir caddeden geçerek, arka taraftaki geniş avluya kestirmeden gitti. Langdon şimdi Tuileries Bahçeleri’nin dev bir taş kemerle belirlenmiş bittiği yeri görebiliyordu.
Arc du Carrousel.
Arc du Carrousel’de bir zamanlar yapılan alemlere rağmen, sanat tutkunları bu yere bambaşka bir sebepten ötürü önem verirlerdi. Tuileries’in sonundaki kordondan dünyanın en iyi sanat müzelerinden dördü görülebiliyordu… her biri pusulanın ayrı bir noktasında bulunuyordu.
Langdon sağ taraftaki pencereden Seine ile Quai Voltaire’in arkasındaki, eski tren istasyonunun -şimdiki Musée d’Orsay- çarpıcı derecede aydınlatılmış cephesini görebiliyordu. Sol tarafa göz attığında, Modern Sanat Müzesi’ne ev sahipliği yapan ultramodern Pompidou Center’ın tepesini seçebiliyordu. Langdon arka tarafında batıya doğru ise Musée du Jeu de Paume’u belirleyen eski Ramses dikili taşının, ağaçların üstünden yükseldiğini biliyordu.
Ama dünyanın en ünlü sanat müzesi haline gelen yekpare taştan yapılmış Rönesans sarayı, doğuya doğru tam önlerinde kemerin gerisindeydi.
Musée du Louvre.
Gözleri büyük yapının tamamını görmek için nafile bir girişimde bulunduğunda, Langdon tanıdık bir merak duydu. Louvre’un görkemli cephesi, insanı hayrete düşürecek kadar geniş meydanın karşısında, Paris semalarına yükselen bir kale gibi duruyordu. Uç uca eklenmiş üç Eyfel Kulesi uzunluğundaki Louvre, at nalı şekliyle Avrupa’daki en uzun binaydı. Müzenin kanatları arasındaki doksan üç bin metrekarelik açık meydan bile, cephenin görkemiyle yarışamazdı. Langdon bir keresinde Louvre’un çevresi etrafında yürüyerek, beş kilometrelik yol kat etmişti.
Bir ziyaretçinin bu binadaki 65.300 sanat eserini beş günlük bir süre içinde görebileceği tahmin edilmesine rağmen, çoğu turist Langdon’ın “Diyet Louvre” diye bahsettiği kısaltılmış bir tur atmayı tercih ediyordu.
previous post
next post