DAHİ DİKTATÖR A. M. Celâl Şengör

Tüm zamanların en büyük asker ve devlet adamlarından biri olarak addedilen Gazi Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938) başarıları nedeniyle mucizevî işler yapmış bir dehâ olarak yorumlanagelmiştir. Atatürk’ün dehâsından bugüne kadar dost veya düşman kuşku duyan olmamıştır. Ancak yaptığı işler muhakkak ki mucize değildir; yani doğa üstü güçler yardımıyla başarılmamıştır. Gerçi dostları tarafından “Allah’ın bir lûtfu”, düşmanları tarafından da “deccal” olarak betimlenmişse de, bilimsel bir akıl ne birinci ne de ikinci yorumu ciddiye alabilir. Dâhi Atatürk, dehâsını belli bir yöntem izleyerek kullanmış ve başarıya ulaşmış, üstün yetenekli bir insandır. Ulaştığı başarı o denli büyük ve o denli çarpıcıdır ki, bu başarının nedenleri felsefî, psikolojik ve sosyolojik açılardan çok cazip inceleme konuları oluşturmaktadırlar.
Atatürk’ün başarısının kendisiyle ilgili iki temel bileşeni vardır: Dehâsı ve o dehâyı verimli kullanmasına izin veren yöntemi. Dehâ, biyoloji ve onun alt dalları olan tıpla psikolojinin konusudur ve incelenmesi Atatürk’ün şahsını aşan genel bir problem oluşturur. Atatürk’e dehâsını verimli kullanma imkânını veren yöntemi ise doğrudan Atatürk’ün şahsı ile ilgilidir ki, burada ele almak ve çözmek istediğim sorun tamamen onun yöntemiyle ilgilidir. Bir diğer deyişle, bu yazı, Atatürk’ün başarılarının nedenlerini felsefî, özellikle bilgibilimsel (epistemolojik) açıdan irdelemek amacıyla planlanmıştır.
İleri Sürülen Tez

İleri sürdüğüm tez, Atatürk’ün “yurdu düşmanlardan kurtarmak ve ulusu çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak” şeklinde özetlenebilecek olan sorunu veya sorunlar yumağını çözerken kullandığı yöntemin, özellikle doğa bilimlerinde çok yaygın olarak kullanılan ve bilimsel ifadesini, ilk kez gelmiş geçmiş en büyük bilim filozofu addedilen Viyanalı Karl Raimund Popper’in (1902-1994) 1933 ve 1935 yıllarında yaptığı iki önemli yayında 6(yani Atatürk’ün işlerini yapıp neredeyse bitirmiş olduğu yıllarda) bulmuş olan “eleştirel akılcılık” (“kritischer Rationalismus=critical rationalism”) olduğudur.
Eleştirel akılcılık, sorun çözmek için varsayım önermek ve önerilen varsayımları gözlem raporlarıyla kontrol ederek, gözlemle çelişenleri, bir diğer deyişle “yanlışlanmış” olanları elemek olarak ifade edilebilir. Bilim tarihine baktığımızda,

“bilim” olarak tanıyabileceğimiz en erken insan faaliyetinin dahi bu temel yöntemi kullanmış olduğunu görürüz. Bu ilk “bilim” bugün Anadolu toprakları içinde olan Milet şehir devletinde Thales (olgunluğu MÖ 575) ve Anaksimandros (olgunluğu MÖ 560) adlı iki düşünür tarafından MÖ 6. yy’da yaratılmıştır. Daha sonra bilimin tarih boyunca büyük başarısını açıklamak için pek çok tez ileri sürülmüş, pek çok “bilim felsefesi” yapılmıştır. Ancak bilimin karakterini en iyi dile getiren, Kari Popper’in “eleştirel akılcılık” yorumu olmuştur. Bunda Albert Einstein (1879-1955) gibi fizikçiler, Sir Peter Medawar (1915-1987) ve Jacques Monod (1910-1976) gibi Nobel ödüllü yaşam bilimciler dahil hemen hemen tüm bilim insanları hemfikirdirler.
Bilim ve Bilimsel Düşüncenin Eleştirel Akılcı Karakteri

Atatürk’ün kullandığı yöntem eleştirel akılcılıksa, bilimsel bir yöntem demektir ve bu yöntemi kullanan kişi de bu nedenle bir bilim insanı addedilir. Tartışmamıza temel olan kavram bilim olduğuna göre öncelikle bunun bir tanımını vermemiz yararlı olacaktır. Bunun için Popper’in 1935’te yayımlanmış olan Logik der Forschung (Bilimsel Araştırmanın Mantığı) adlı eserinden beri pek çok yayınında verdiği bilim tanımını kullanacağım:
Bilim, içerdiği ifadeler, gözlem raporlarını oluşturan ifadelerle yanlışlanabilecek düşünce sistemlerinin tamamına verilen addır.
Dikkat edilirse burada verilen tanım ışığında bilimin içerdiği ifadelerin “doğruluğu” veya “yanlışlığı” değil, ilkede insanlar tarafından yanlış olduğunun görülebilir olması, yani “yanlışlanabilir olması” önemlidir. Mesela, “dünya bir tepsi gibi düzdür” ifadesi tamamen bilimsel bir ifadedir, çünkü gözlemle bunun yanlışlığını ispat etmek çok kolaydır. Benzer bir şekilde “tüm kuğular beyazdır” cümlesi bilimsel bir varsayımı dile getirir. Bu varsayım rengi beyaz olmayan bir kuğu bulunana kadar geçerlidir. (Filhakika siyah kuğular batı Avustralya’daki “Black Swan”, yani Siyah Kuğu nehrinde bulunmuşlardır.) “Kâinat sonsuzdur” ifadesi de bilimseldir, zira içinde yaşadığımız evrenin bir şekilde sınırlı olduğunu keşfettiğimiz gün “kâinat sonsuzdur” ifadesini yanlışlamış oluruz. Genel ifadeler, doğaları gereği, doğrulanamazlar. Örneğin, “bütün kuğular beyazdır” ifadesi mevcut bütün kuğular (şimdikiler, geçmişte olmuş olanlar…) tek tek görülmeden doğrulanamaz, ki bu da mümkün değildir. Ama beyaz olmayan tek bir kuğu, “bütün kuğular beyazdır” ifadesinin yanlış olduğunu bize derhal gösterir. Genel ifadelerin doğrulanması ve yanlışlanması arasındaki bu asimetri çok önemlidir. Doğada bizler nelerin doğru olduğundan ziyade hangi fikirlerin yanlış olduğunu bilebiliriz. Bu da bize yanlış fikirleri derhal eleyerek gerçeğe yaklaşma imkânı verir.
Ama “biyolojik evrim akıllı bir tasarımcının eseridir” ifadesi bilimsel bir ifade değildir. Çünkü, (Mesela 19. Yüzyıl’ın ortalarında doğal seçme kuramını geliştirmiş olan Charles Darwin’in ve Alfred Russel Wallace’ın yaptıkları gibi) evrimin ne kadar kendi başına gelişen bir süreç olduğunu gösterirsek gösterelim, “ama tüm bunlar bir tasarımcının işidir” ifadesini gözlemle yanlışlamak mümkün değildir, zira her tesadüf bir tasarımcının eseri olarak yorumlanabilir. Bir diğer ifadeyle, akıllı bir tasarımcının evrim süreçlerini yönettiği ifadesini, böyle bir tasarımcının hiçbir izi olmasa bile, bilimsel yöntemlerle yanlışlayabilmemiz mümkün değildir.
Yukarıda sunulan irdelemeden edinilen çok önemli sonuç, bilim dışı ifadelerin gerçeğe uyup uymadıklarının kontrolüne imkân olmadığının görülmesidir. Örneğin “akıllı tasarımcı” teziyle, peri masallarının veya aldığı esrar etkisiyle hayâller gören bir müptelânın sayıklamalarının doğruluk dereceleri arasında hiçbir fark yoktur, zira ne biri ne de diğeri gözlemle yanlışlanabilir. Hiç kimse geçmişte filleri kaldırabilen Zümrüd-ü Anka kuşunun yaşamadığını ispat edemeyeceği gibi, Hasan Sabbah’ın katil müritlerine afyon içirterek “gösterdiği” cennetlerin olmadığını da belgeleyemez.
Atatürk, öncelikle, bilimin tezlerinin bireylerin keyfinden bağımsız olarak kontrol edilebilme özelliklerinin, onların günlük hayatta en nesnel, en doğru kılavuz olarak kabul edilmelerini gerektirdiğini görmüştür. Dikkat edilirse, Atatürk “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir, fendir” demektedir; “Hayatta tek hakikî mürşit ilimdir fendir” dememektedir. Buradan, Atatürk’ün bilimin hakikati tamamen bulmuş olduğunu sanmasa bile ona en çok yaklaşabilme potansiyelini içeren bir kılavuz olduğunu idrak ettiğini görüyoruz. Bu nedenle Atatürk bilim dışı, yani kontrolüne imkân olmayan tüm diğer yollara sapmayı, pek haklı olarak gaflet ve dalâlet, yani aymazlık ve sapkınlık olarak nitelemiştir (Samsun öğretmenleriyle yaptığı konuşma, 22 Eylül 1924).7
Şimdi düşünce tarihine kısaca bir göz atarak, insanlık geçmişinde bilgi edinme ve bilgi ışığında sorun çözme işlevlerinin nasıl değerlendirildiğine bir bakalım. Bu, bizlere Atatürk’ün yönteminin özgünlüğü ve önemi hakkında ciddi ipuçları verecektir.
Tarih Boyunca Bilgi ve Bilim

Bilim bir bilgi yaratma ve edinme faaliyeti olduğuna göre, bilginin ne olduğu konusunda anlaşmamız gerekmektedir. Aslında iki türlü “bilgi” kavramı vardır: İdeal ve gerçekçi bilgi kavramları.
İdeal bilgi kavramı:
Bilgi, herhangi bir nesne ve/veya sürecin tüm özelliklerinin kodlanmış halidir.

 

Benzer İçerikler

EMPATİ-ADAM FAVVER

yakutlu

Notre Dame’ın Kamburu-Victor Hugo

yakutlu

FIRTINA-İlya Ehrenburg

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy