“Bir çift ölü göz gözlerinin içine dikilmiş, öbür dünyadan buna bakıyordu sanki. Ve ne kadar kibar konuşuyordu ölü. Kılığına bak, ya otopark değnekçisi ya durak kâhyasıdır derdin; yüzüne bak, melek midir nedir; gözüne bak, ölmüş de haberi yok yazık; hiçbir yerine bakmadan sırf dinle, haber spikeri. Ve de ne kadar âşinâ geliyordu Allah’ım. Ve maalesef nasıl da ürpertiyordu.”
Deccal olmak, melek olmak… Ölü olmak, diri olmak… Hasta olmak, sağlıklı olmak… Erkek olmak, kadın olmak, eşcinsel olmak, başka cins olmak… (Bir de “cins” olmak var tabii, o ayrı!) O kadar ayrılar, o kadar başkalar mı gerçekten? Bir bakın, bir düşünün bakalım.
Sezgin Kaymaz, hem tiryakilerine alıştıkları lezzeti hep yeniden sunan, hem de hep yeni sulara açılan bir yazar. Tekinsizliğin, şiddetin, “kötülüğün”, olağanüstünün ve gündeliğin içinden hep sevinç kuşlarını havalandıran bir yazar, aynı zamanda…
Deccal’in Hatırı’nda sevinç kuşları, koma halinin, manyak doktorların, mafyacıların, polisçilik oynayan polislerin, lubunyaların, haris rantiyelerin ve tabii her zaman olduğu gibi, garibanların arasından havalanıyor.
Madem ki tıpkı güneşe benziyorum,
Çekmeliyim elimi eteğimi üzerinden ferah, mâmur yerlerin
Madem ki güneşe benziyorum tıpkı,
Doğmalıyım üstüne harâbelerin…
– MEVLÂNÂ
Babası; “Ciddi bir araştırsak Lokman Hekime varırdır bizim soyumuz,” derdi. Atadan babadan sülaleden geliyordu Veysel İnan’ın doktorluğu. Saraylılar gibi tahtı göbekten göbeğe aktarırsan sonunda doğal olarak sosyete doktoru olmuş buluyordun kendini. Veysel gibi. Biraz tuhaf bir doktordu, çünkü tuhaf bir adamdı. Ya her gün bir önceki güne “Amma da cahilmişiz meğer,” diye aşağılayarak bakan modern tıbbın takriben bin sene kadar gerisinden gelirdi, ya da “Yok canım, bilim ne kadar ilerlese de kafa nakli yapılmaz artık,” diyen skolastik tıbbın bin sene ilerisinden. Hem sevilir hem sevilmezdi. Hem ayağının tozuna yüz sürmek için köşe bucak kovalanır, hem aman bulaşmasın diye fellik fellik kaçılırdı. Binaenaleyh, bir yere kadar tıp dünyasının Allah’tan korkmasa secde edeceği, bir yere kadar bir açığını yakalasa betona dübelleyeceği bir doktordu.
Ama öyle böyle bir doktor değil.
Kalp mütehassısı…
Kalp damar cerrahı…
Genel cerrah…
Transplantasyon mütehassısı… Bilhassa da kalp… Çünkü hem kalp damar cerrahıydı, hem kalp mütehassısı, hem de 1961’den 1971’e kadar Cape Town Üniversitesi’nde Christian Barnard’ın önce asistanı sonra da sağ kolu olarak çalışan Talât İnan’dan, öz babasından tedrisat almış bir organ nakli mütehassısı… İlaveten; nöroloji mütehassısı… İlaveten Patolojist, ki sonradan patolog denilecekti… İlaveten Sitolojist… Ama buna yanlış anlaşılır, dilden dile, kulaktan kulağa gide gele sikolog denmeye başlanır kaygısıyla asla sitolog denmeyecekti… Asla. Ve Veysel, elinin erdiği, gücünün yettiği her tıp dalında ihtisaslaşmak gerektiğine ihlâs ile inanan ve fakat deliliği reddeden bir acayip adam olarak; psikiyatrinin bir tıp dalı olduğunu zinhar reddedecek, onu branştan, psikiyatristleri de adamdan saymayacaktı…
Katiyen. Şöyle ki, akıl denen nane, toplum denen ucubenin dayattığı kabul, icap, algı, standart ve kanaat deryasından başka bir bok değildi buna sorarsan. Akıllı insan denen salak ise o deryanın boy vermeye bile değmeyen sığlıklarında beline düğümlediği balkabağı yardımıyla ürkek ürkek çimen adam. Âdetiydi; “Ne lan bu denizin hâli? Hastane çorbası gibi deniz mi olur lan? Sikerim lan!” deyip de çalkulaç açılmaya kalkan her dahiyi “deli” olarak etiketlerdi hazreti tıp. Haa, hakkını yemeyelim; ama rezil rüsva olmamak için, ama yarın öbür gün herifin dediği doğru çıkıp da karadinli karadonlu damgası yememek için, ama aklına yattığı için, kıyıdaki şabalaklara bağır bağır “Bak ne buldum,” diyerek müjde veren dahilere “dahi” derdi mecburen. Tıbba göre, misal; atom bombasını icat eden Einstein dahi, icat edemeyip ve fakat Hiroşima ve Nagazaki üzerinde başarıyla tatbik eden Truman akıllı oluyordu. Gülerdi Veysel, gülerdi.
Psikiyatriymiş…
Hadi lan!
“Oğlum, o kadar ihtisas yaptın, nörolojin de tamam, bari psikiyatri de al ki bir işe yarasın.”
“Psikiyatri mi? O ne baba?”
“Ukalâlık etme lan! Hayvan. Sapık hayvan.” Heh heh… Gülerdi işte böyle. Ona göre, akıl dedikleri zamazingo, sonsuz boyutlu mekânsızlık evrenine gerilmiş dümdüz bir çamaşır ipi, akıllı dedikleri hıyar ise o ipe mandallanmaya razı gelen kırmızı dondu. Tabii dahi de işin gerçeğine o ipten uzak duracak kadar aklı eren er kişi oluyordu kaçınılmaz olarak.
Soru bir: Tıp kime “normal” derdi? Kendi gibi ipe dizilip gidene. Ve soru iki: Kim “anormal”di tıbba göre? İpin dışında uçuşan kaçışan. Arkadaşların dahi dediği ipe hiç yaklaşmadığı, deli dediği de hiç ipe sapa gelmediğine, hattâ ipteki kırmızı donlara hareket çektiğine göre, psikiyatri ne bilecekti dışarıdaki anormallerden hangisi deli hangisi dahi? 1540’ta Kopernik deliydi bunlara sorsan, 1933’te Hitler dahi. Amaan… Anormal deyip geçeceklerdi işte. “Şimdi ne ihtisası yapıyorsun lan?” “Bakınıyorum. İllâ bir şey almak zorunda mıyım? Vitrin gezmek yasak mı?
” “Aklını başına topla manyak! Gel bak, yarın kalp nakli yapacağım; asistanım ol.” “Geliriz.” “Hayrola? Normale mi döndün ne? Şaşırtıyorsun vallahi beni.” “Ayıp ettin babacık. Çağırdın da gelmedik mi?” Halbuki çağırıldığı için gitmiyordu. Aklına takılan bir şey vardı; uzaktan uzağa akıl yürütmektense sahaya inip olayın içinde debelenerek düşünmek istiyordu. Öyle de yapacaktı. Yaptı nitekim. Babasının asistanı olarak nakil ameliyatına girdi, baktı, gördü, kesti, biçti, soktu, çıkardı, dikti, yoğun bakım hemşireliği yapıp hastanın altını temizledi, bezledi, gözlemledi, başında anasından daha fazla nöbet tuttu, kalbi durduğunda müdahalesini yaptı, öldüğünde gözlerini kapattı, hastanın anasına “Sizin oğlan sizlere ömür,” dedi, kendi babasına “Ben zaten bu işten bi bok çıkmayacağını biliyodum,” deyip iyi bir zılgıt yedi ve dem o dem, ihtisas sertifikası koleksiyonunu çekmecede unutup o âna kadar yalnızca yakın çevresinin ve elbette babasının indinde deli bir dahi iken o andan itibâren bilcümle tıp dünyasının hem delisi hem dahisi oldu.
…