Canım dedem Kurt Seyit,
Seninle hiç rastlaşmadık!
Ben doğmadan çok önce, sen buralardan göçüp gitmiştin, hayatımın kahramanı olacağını bilmeden, kendi ölümünü kendin seçip isteyerek, geride derin yaralar açıp terk etmiştin her şeyi ve herkesi… Çocukluğumdan beri annemden ve anneannemden dinlediğim bütün masalların kahramanları arasında benim en hayran olduğum sadece sendin. Senin harika bir öykü kahramanı olacağını düşünürdüm, hakkında anlatılan onca şeyi dinlerken… Küçük, camekânlı büfenin üzerinde, çerçeve içinde duran sepya fotoğrafın, başkalarından dinlediklerimin çok ötesinde uzun öyküler anlatırdı bana sessizce.
İskemleyi büfenin önüne çeker, dirseklerimi dayayıp uzun uzun seyrederdim; çarlık üniforman, çizmelerin, kılıcınla çektirdiğin o fotoğrafı. Seni, daha üç yaşındayken ve inan bana o yaşında hiçbir çocuğun dedesini sevemeyeceği kadar çok seviyordum, sadece bana fısıldadıklarından dolayı. Sen benim için, artık ulaşamayacağım, kaybolmuş bir zamanın, sınırları değişmiş, o gün için hiç gidemeyeceğim bir ülkenin, kitabı hiçbir zaman yazılmamış isimsiz bir kahramanıydın. Hem uzak bir masal zamanda kalmış, hem de kendime çok yakın hissettiğim, hüzün veren bir kayıptın…
Erkeklerin kadınlarını baş tâcı ettikleri, kadınların erkeklerinin sevgi dolu yoldaşları oldukları bir aile geçmişimin masalsı kahramanı dedem Kurt Seyit’le beraber yaşadığım ruhsal yolculuğun hikâyesi… Benim Matruşka zamanlarım…
***
Geçmişte, çok geçmişte kalmıştın ama bir o kadar da yakında ve hâttâ yanı başımdaydın!
Dört yaşımdayken, bir tavrım üzerine anneannemin, bana, “Aynı deden gibisin: Moskof inatlı.” dediği gün, o kadar sevinmiştim ki, anlatamam. Sanırım o sakin, gürültüsüz, kadife eldiven içinde saklı inadıma sahip çıkmam ve asla vazgeçmemem de bundandı.
Uzun yıllar seni sadece hayâlimde yaşatırken, bir gün yüz binlerin de kahramanı yapacağımı o zamanlar henüz bilemezdim. Tek bildiğim, beni ne kadar etkilediğin ve senden birçok iz taşıdığımdı.
Senin hatırlanmayı, anılmayı ve ölümsüzleşmedi hak ettiğine inanıyordum!
Biliyor musun canım dedem, seni yazarak ölümsüzleştirmek, yaşamıma yön veren büyük bir armağan oldu benim için.
Bu yolculuk az buz sürmedi. Tam sekiz sene…
O yıllar boyunca seninle öylesine iç içe yaşadım ki; sen benim için, senin zamanında yaşamış, ölümüne dek seninle beraber olmuş insanların hafızasında kalabileceğinden çok daha canlı bir gerçeğe dönüşmüştün.
Zihnime, yüreğime ve ruhuma işleyen fotoğrafların ve hayat hikâyenle, artık güiüşün, küsüşün, sigarayı parmaklarının arasında tutuşun, votka kadehini başına dikişin, göz kırpışmla yıllar boyu çalışma masamın bir köşesinde oturup izledin beni…
İlk romanım Kurt Seyt & Shura’yı noktaladığım günlerde mutluluğu ve burukluğu bir arada yaşıyordum. Uzun zamandır satırlarımda kendilerine ruh verdiğim karakterlerle o kadar kaynaşmıştım ki; onlardan ayrılmak bana çok zor geliyordu. Tek tesellim, seninle ve hayatına henüz girmiş olan Murka’n ve katılacak olan yeni karakterle bir sonraki romanın satırlarında buluşarak yolculuğuma devam edecek olmamdı. Kısa bir süre için gerçek dünyama dönerken, bana ilham veren aşkların, hüzünlerin ve hasretinin zihnimde ömür boyu kalacak olan gölgelerini etrafımda hissediyordum.
Kurt Seyt & Murka’yı ise bitirmek çok ama çok daha zor, hâttâ ıstıraplı olmuştu. Seninle birlikte olmaya o kadar alışmıştım ki; sevgilerini, hüzünlerini öylesine içimde hissediyordum ki, romanı bitirmek; sana hayat vermişken yeniden öldürmek gibiydi. Seni kaybetmek istemiyordum. Yaşamın ve kader denilen bilinmedin anaforunda çılgınca yaşadığın ve ölüme inat kendi seçtiğin ölümle sonlandırdığın hayatım sana tekrar kazandırmak gibiydi seninle Kurt Seyt & Shura’nın satırlarında buluşmak… Kurt Seyt & Murka’yı tamamlayarak, senelerdir hayat verdiğim seni yeniden sonsuzluğa terk etmek çok ama çok zordu.
İşte, seni anlamak, anlatmak arzu ve heyecanıyla köklerime uzandığım, senin hayatınla beraber 1892’ninKırım, Aluşta’sından başlayan bu uzan, sancılı serüvenin sonumla artık sen sadece benim dedem değil, yüz binlerce okurumun da kahramanısın. Hataların ve sevaplarınla, gerçek ve çılgın yaşamınla, nice insanın kütüphanesinde yeniden ruh, hayâllerinde yeniden can bulan bir fanisin.
Torunun Nermin
Ocak 2014
DESTANLAŞAN ROMANLAR
-Hepimiz aynı Tanrı’dan, aynı şeyleri istemiyor muyuz?
-Dinlerimizin aynı Tanrı’ya yakardığından emin misin Kurt Seyt?
-Elbette küçük sevgilim… Aşkın tarifi nasıl tekse Tanrı da tektir…
—O halde aşkın tarifi nedir Kurt Seyt?
Benim küçük sevgilim Shura… Aşk, Tanrı’nın yeryüzüne indirdiği en güzel şeydir…
(Kurt Seyt & Shura romanımdan, s. 332)
Kurt Seyt &. Shura ve Kurt Seyt & Murka gerçek bit öykünün destanlaşmasıdır!
Hayâl gücümü yanıma alarak yaşanmışları yakaladığım serüven dolu bir yolculuktur. 1877’nin Çarlık Rusyacında, polkaların, troykaların karlı dünyasına, ‘un Çar II. Nikola devrinin saltanatlı dünyasına, Birinci Dünya Haıbi’nin Karpatlar Cephesi’ne, Bolşevik İhtilâli’nın kanlı günlerine ve nihayet ışgâl altındaki Osmanlı’nın son payitahtı olan İstanbul’a, Pera’nın kışkırtıcı, baştan çıkartıcı dünyasına ve Atatürk’ün modem Türkiye’sinde 1944’e kadar uzanan yolculuğun gerçek öyküsüdür destanlaşan bu romanlar…
Çılgınca yaşanan bir aşkın, bir daha buluşulmamak üzere geride bırakılan hayatların, ailelerin, toprakların, sevilenlerin anısına duyulan çaresiz hüzünlerin ve bu hüzünlerin birleştirdiği ruhların serüvenidir.
Kaybedilen ve tekrar sahiplenilemeyecek her şeylerini bir diğerinin aşkında bulan, bedenlerinin ve ruhlarının kaynaşmasında teselli arayarak yalnızlıklarını unutmaya çalışan gerçek âşıkların, Kurt Seyit ve Şura’nın, severken acıtan, kıskançlığıyla aşkını yoran Murka’nın eşliğinde yaptığım aşk, hasret, coşku, tutku ve hüzün dolu bir yolculuktur bu.
Kurt Seyt & Shura, Kurt Seyt & Murka ve onların kardeşi olan Mengene Göçmenleri sadece köklerimi aramak ve anlamak için yaptığım bir yolculuk olmadı. Onlar, kendimi de keşfettiğim, içsel yolculuğun dünyaları da oldular. Büyüklerimi anlamak için sorarak, sorgulayarak, cevaplar arayarak yazdım bu öyküleri. Onların nesiller boyu seçimlerinin, tavırlarının, özellikle sevgi, aşk, nefret, kıskançlık, hüzün, coşku, tutku dolu duygularının sebeplerini çözmeye çalışarak, âdeta her biriyle tek tek konuşup cevapları kâğıda döker gibi yazdım cetlerimi ve hüzün dolu tarihimizi. Onların ruhlarının âdeta arzuhalcisi oldum. Bu beni geçmişime ve geçmişimi temsil edenlere daha da yaklaştırdı. Yazdığımdan çok daha fazlasını anlattı ve çok daha fazlasını öğretti bütün bu yakınlaşmalar.
En büyük sırdaşlığı ve bütünleşmeyi dedem Kurt Seyit’le yaşadım! Zira her şeyin başlangıcıydı o. Bu serüven Kurt Seyit’le başlamıştı.
Kurt Seyit’i yazdığım iki roman boyunca geçen bin dokuz sayfanın ardından, onun ölümüyle ayrılmış gibi görünsek de, aslında hiç ama hiç ayrılmadık biz. Kurt Seyit’e yeniden hayat verdiğim satırlar, her yeni okuyucuyla buluştuğunda yeniden canlanarak onun ölmesine hiçbir zaman izin vermiyorlar.
Kurt Seyit artık ölümsüz…
Kurt Seyit’in ardından, beni yazar Nermin olarak da, en çok yaşatacak olan şey yine bu çok özel bağ olacak!
Kurt Seyit’i yazmak için onu anlamaya çalışmak, onu anladıkça daha çok sevmek ve sevdikçe Kurt Seyit’e yakınlaşmak bir lâbirentin yollarında bilmece çözmek gibiydi benim için. Kurt Seyit’i yazmaktaki tutkum, arzum, heyecanım ve azmim çok uzun seneler nakış işler gibi çalışarak yaşadığım yorgunluğa, uykusuz gecelere, gözyaşlarına, yürek sancılarına değecek hayatlar yarattı. Daha doğrusu, yaşanmış hayatları yeniden yaşama getirdi. Bende var olduğunu bilip de sebebini izah edemediklerimi açıkladı. Hâsılı Kurt Seyit’i ararken içimdeki ‘ben’i de buldum.
Hiç hesapta yokken bir gün, güzel arkadaşım sevgili Yelda Cumalıoğlu, “Nerminciğim! Neden Dedem ve Ben adlı bir kitap yazmıyorsun?” diye sorduğunda gözlerim doldu… Ve işte şu an buradayım… Yine sevgili dedeciğim Kurt Seyit’le beraberim ve yine onu yazıyorum.
Yıllar sonra yeniden çalışma masamın üzerinde Kurt Seyit’in, Şuranın ve Murka’nın sepya fotoğrafları, 1900’lerden kalma mektupları, kartpostalları ve daha birçok duygu hâzinesi…
Bolşevik thtilâli’nde öldürülmüş Baron Konstantin’in askeri kabartından kesilmiş kumaş parçaları, onun apoletinden geriye kalanlar, 1915’ten bir çeyiz listesi, bir matruşka bebek, Çar II. Nikola’nın portresinin resmedilmiş olduğu lâke bir kutu, dedemin hatıra olarak sakladığı birkaç çarlık rublesi, yine o tarihlerden dantel gibi işlenmiş bir çay fincanı ve hava kadar hafif, kristâl votka kadehleri duruyor önümde…
Tinoçka’nın çeyizi için kendi eliyle işlediği monogramlı yastık kılıfı, dedeciğimin Aluşta kıyılarından kaçarken yanma aldığı ve bugün bana hatıra olarak kalan kuştüyü yastık yatağımın üzerinde…
Kurt Seyit & Şura dizisinin ilk beş bölüm senaryosu masamda…
Dedem Kurt Seyit ve Ben kitabımın notları elimin altında…
Kulağımda kâh İvan Rebroff’un sesinden ‘Moskova Geceleri’, kâh Elzara Batalova’nın sesinden ‘Ey Güzel Kırım’… Bazen de Dimitri Hvorostovski’nin yüreğinden kopan ‘Moskova Geceleri’…
Ben bir kez daha pupa yelken çıktım yola…
Bu kitabı yazmam için aklıma giren sevgili Yelda Cumalıoğlu ve editörüm Özlem Esmergül; saatler ve günler boyunca bana, beni ve dedemi sordular. Bu defa, dedemin ve benim reel boyutlarımız olan iki ayrı zaman dilimini genlerimizin yaşsız zamanında buluşturmak üzere yazdım. İçimde yine fırtınalar, gözümde yine uykusuz uzun geceler… Yüreğim yine acıyla dolup daralıyor ve kafesinden coşkuyla çıkıp havalanıyor geçmişe. Ve yine kahkahalar atıyorum yazarken ve yine hüznüme tedavi olsun diye gidip sımsıkı sarılıyorum sevdiceğime.
Yine Kırım’a, yine sürgüne, yine ihtilâle ve yine AŞK’a…
Devam ediyorum yola…
MATRUŞKA ZAMANLAR
“Yalnız kaldığını hissedince üşür insan. İyi bilirim o hissi…”
Kurt Seyit
(Kurt Seyt &. Shura romanımdan, s. 40)
Dedemle yaptığımız yolculuklarımıza bu ismi verdim: Matruşka zamanlar… İç içe geçmiş matruşka bebekler gibi bizim buluşmalarımız. Zaman zaman içinde, yolculuk içinde yolculuklarla geçen beraberlikler, dedemle olan serüvenimiz. Kâh zihinsel, kâh ruhsal, kâh fiziksel, kimi zaman da hepsini kucaklayan ve sürekli bir taraftan bir tarafa dalgalanan, uçuşan, sürüklenen bir sergüzeşt Kurt Seyit’i takip etmek, onunla beraber olmak.
Bunu sadece ben hissetmiyorum yazarken. Yaşadığı zaman diliminde hayatı onunla paylaşanlar bu duygu yoğun yolları takip etmek zorunda kalmışlar, özellikle kadınlan. Başaramadıkları zaman hem kendileri mutsuz olmuş, hem de dedemi mutsuz etmişler.
Dedemin karakterinin ana renklerinden biri olan bu huyunu ben de çok ağırlıklı hissederim. Bunun bir kısmı, genlerime kazınmış olmasından, bir kısmı da gerçekten en sıkıntılı zamanlarımda hep dedemi düşünerek güç kazanmamdan. Özellikle dedemin hayatını yazmaya başladıktan sonra, bu sakin, ağırbaşlı görünen kimliğimin ardında, medcezirlerdeki ruh halimi ve yüreğimin çırpıntısıyla aniden zihnime, bedenime, seçimlerime yön veren iç sesimi daha yapıcı kullanmak üzere kendimi uyardım. Kızgınlık, kırgınlık, anlaşılmazlık, çaresizlik, dibe vurmuşluk anlarımda, öyle zamanlarda dedemin yaptığı gibi fevri kararlarla, kendi hayatımdan öç almamayı öğrettim kendime.
O da, benim gibi, yüreğinin sesini kendisine rehber seçerek yaşıyordu. Duyarlı, duygusal, hayata coşkuyla bağlı, yaşam sevgisiyle dolu, kendisiyle, yaşamın tatsızlıklarıyla alay edebilen, cesur yaşayan, özgüveni yüksek, tutkulu bir âşık, sevince her şeyiyle seven bir erkekti. Ama aynı yüksek özellikler hayatının çelmesi de olmuştu, içindeki duygusal coşkunun yaşattığı yoğun hislerine ve beklentilerine hayatın, özellikle de sevdiklerinin aynı bonkörlükle cevap vermediği zamanlar çok çabuk küsüyordu. Küslüklerinin acısını ise verdiği çılgınca ani kararlarla yine kendinden çıkarıyordu.
Ben de dedem gibi, yaşamı keyifle kucaklıyorum. Bu, yazmaya başlamadan önce de böyleydi. Sade güzellikler zengin mutluluklar yaratıyor benim için. Mücadeleden yılmıyorum. Hiç vızıldanmam, şikâyet etmem. Hayâllerimin sonu yoktur. Hayâller, oturduğum yerde kurgulanan olmazlar değildir benim için. Tam aksine, uğrunda mücadele verilecek, yollar arşınlanacak ve sonunda yakalanacak düşlerdir.
Hayâllerimizi gerçek yapmak kendi elimizde. Evet, kolay…