Deney

SONUN BAŞINDA

Neredeyse normale dönmüştüm. Olanların üzerinden altı ayı aşkın bir süre geçmişti. Geceleri gördüğüm kâbuslar azalmıştı, artık her gece çığlık atarak, ter içinde uyanmıyordum. Hayatım yeniden düzene girmeye başlamıştı. Şimdi derslere düzenli olarak giriyor, sınıftakilerle bir iki laf ediyor, kampüsteki diğer öğrencilere hayalet görmüş gibi bakmıyordum.

Ta ki bu sabah posta kutumda o kartpostalı bulana kadar. Yaşadığım şoku, gittikçe korkuya dönen şaşkınlığı anlatamam. Uzun süre yerimden kıpırdayamadım; kartın üzerindeki “Sevgili Gizem” diye başlayan üç satırdan gözümü ayıramıyordum. İmza yoktu ama ben kartın kimden geldiğini çok iyi biliyordum. İçimden bir titreme geçti. Kartpostal dünyanın öbür ucundaki bir şehirden postaya verilmişti. Bu nasıl olabilirdi?

Yaşadığım bütün o garip olaylar, unutmaya çalıştığım acayiplikler tek tek gözümün önüne gelmeye başladı. Sanki hepsi kartpostaldan fırlamış, canlanıyordu. O an anladım ki yaşadıklarımı içimde tutmam artık olanaksızdı; bir şekilde bunları dışarı vurmalı, rahatlamalıyım. Yoksa aklımı oynatmam işten bile değildi.

Altı aydır verdiğim çabanın, düzelme uğraşlarımın bir anda boşa gitmesine tanık oldum. Demek ki işe yaramamışlardı. Beynimde, bilinç altımda birikenleri mutlaka içimden atmalıydım. Ama nasıl?

Olanları bugüne kadar kimseyle konuşmadım, kimseye anlatmadım. Anlatmak istemediğimden değil, korkumdan. İki nedenden dolayı korktum: Birincisi, kimsenin bana inanmayacağına yüzde yüz emin olmamdı. Yaşadıklarımı daha ben doğru dürüst anlamlandıramazken, bütün o olaylar, yaşamış olmama rağmen bana bile imkânsız gibi görünürken, söylediklerime başkalarının inanmasını nasıl bekleyebilirdim?

İkinci ve daha büyük korkum ise, işin tehlikesiydi. Başımı daha büyük belaya sokmamak için ne polise, ne üniversite yönetimine, ne daha üst resmi makamlara ne de basın kuruluşlarına gidebildim. Unutmak en iyisiydi. Fakat bu kartpostal, olanları unutamayacağımın kanıtıydı. İçimde tutacak gücüm kalmadığı için ben de yazmaya karar verdim.

Biliyorum, olayların gerçekliğini size de kabul ettirmem zor. O yüzden önerim, bundan sonrasını kurgu bir roman gibi okumanız.

3. BÖLÜM

KULÜP

Salı günü gelmek bilmedi. Pazartesileri zaten hiç sevmezdim ama şimdi bir de salının önünde engel oluşturmuştu. Dersleri dinlerken, yemek yerken, akşam TV izlerken, hatta neredeyse uyurken bile dakikaları saymıştım. Bir yandan da, kalabalık bir ortamda yapılacak sosyal bir aktiviteyi böylesine sabırsızlıkla beklediğime inanamıyor, kendimle alay ediyordum.

Bu tür toplantılardan her zaman kaçınmıştım, şimdi ise katılmak için bir nedenim vardı. Daha doğrusu, katılmak için kendi kendime bir neden yaratmıştım. İşin içinde hiç tanımadığım Rüzgâr isimli biri vardı ve ben salı günkü Türk Kulübü toplantısında onu göreceğim için heyecanlanıyordum. Yumuşak ama ikna edici sesi kulaklarımda yankılanıyordu; parıldayan bakışları ise gözümün önünden gitmiyordu.

Salı akşamı saatin sekiz olmasını beklemeden topluluk odasına gittim. Bahanem hazırdı, ben eski üyelerden biriydim, toplantı hazırlıklarına yardım edebilirdim, kimse de yadırgamazdı. Geçen yıl sorumluluk bilinciyle önemli toplantıların çoğuna katılmış, etkinliklerde küçük de olsa bazı görevler almıştım. Şimdi kimse bana, bu da nereden çıktı diye bakmazdı.

Türk Kültür Kulübü, üniversitenin Northwood binasında, zemin kattaydı. Büyük bir salondan ve ofis olarak kullanılan daha küçük bir odadan oluşuyordu. Salona rahat koltuklar ve masalar konulmuştu. Geniş pencereler sayesinde ortam gündüzleri oldukça aydınlık oluyordu; akşam toplantılarında ise genelde perdeler kapalı tutuluyordu.

Salonun, bir de binanın arka tarafındaki çimenliğe açılan bir kapısı vardı. Hava güzel olduğu zamanlarda üyeler masa ve sandalyeleri dışarı taşır, sohbetlerini orada yapardı. Kulüp odası ve o bahçe, toplantı olmadığı zamanlarda bile kalabalık olurdu; ders aralarında vakit geçirmek isteyenler, dersi kıranlar, Türkçe konuşmayı özleyenler, eski öğrencilerden tavsiye almak isteyen yeni üyeler için uğrak yeriydi. Bu akşam ise yılın ilk resmi toplantısına ev sahipliği yapacaktı.

Kulüp odasından içeri girdim. Başkanımız Cüneyt ve yönetim kurulundan birkaç üye oradaydı, meşgul görünüyorlardı. Yanlarına yaklaşıp selam verdim. Cüneyt arkasını döndü, beni görünce gülümsedi.

“Selam Gizem, hoş geldin.”

“Hoş bulduk, merhaba. Nasıl gidiyor? Yardım edebileceğim bir şey var mı?”

Yapabileceğim bir iş bulsun diye gözlerinin içine bakıyordum. Şansım yaver gitti.

“Aslında tanıtım broşürlerini basmakta biraz geciktik, sen ilgilenebilir misin?”

“Tabii” dedim, istekli bir sesle.

Arka masada duran yazıcıdan sayfalar çıkıp duruyordu, yanda da delgi, zımba gibi aletler ve boş klasörler vardı. Hemen oraya yaklaştım, çıktıları düzenlemeye başladım. Cüneyt ve diğerleri de başka işlere koyuldular.

Ben sayfaları dizip dosyalarken öğrenciler birer ikişer gelmeye başladı. Eski üyeler buraya daha önceden gelmiş olmanın rahatlığıyla kendilerinden emin davranıyorlardı; yeniler ise daha kapı aralığından uzattıkları başlarıyla kendilerini belli ediyordu. Cüneyt hemen onlarla ilgileniyor, kendilerini yabancı hissetmemeleri için genel bilgiler veriyor, diğer üyelerin yanına götürüp tanıştırıyordu.

Benim gözüm ise kapıdaydı. Her açılışında ümitle içeri girene bakıyordum. Tanıtım broşürlerini hazırlamış, masaların üzerine yerleştirmekle oyalanıyordum. Toplantı başlama saati yaklaşmıştı ama Rüzgâr henüz görünürde yoktu. Gelmeyeceğini düşünüp endişelenmeye başladım.

İçerisi iyice kalabalık olup saat de sekizi geçince Cüneyt konuşma yapacağı yere geçti, kollarını havaya kaldırıp oturmamızı işaret etti. Ben de çaresiz, arkadaki sandalyelerden birine iliştim. Suratımın asık olduğunun farkındaydım; biriyle göz göze gelirsek zoraki gülümsüyordum ama kimse bakmazken kaşlarım çatılıyordu.

Cüneyt, gelenlere hoş geldiniz deyip teşekkür ettikten sonra kısaca kendini tanıttı, topluluğun kurulma amacından, geçmişinden söz etti, etkinlikleri anlattı. Yabancı bir ülkede yaşamanın zorlukları, birbirimize destek olma, topluluk üyelerinin bir aile olması gibi konular hakkında konuştu ve yeni öğrencileri üye olmaya davet etti. İçecek ikramı sırasında eski üyelerle tanışabileceklerini ve merak ettiklerini sorabileceklerini söyleyip konuşmasını bitirdi. Cüneyt’i alkışladık ve içeceklerin dizili olduğu masaya doğru hareketlendik.

Yerimden kalkınca kapıya doğru kaçamak bir bakış attım ama Rüzgâr yoktu, geleceğine dair ümidimi kaybettim. Kulübe üye olmayı gerekli görmüyordu anlaşılan.

Gidip geçen yıldan tanıdığım arkadaşların yanına yaklaştım, içeceklerimizi alıp sohbet etmeye başladık. Az sonra aramıza yeni öğrencilerden katılanlar oldu. Karşılıklı sorularla hangi bölümlerde okuduğumuz, kaçıncı sınıfa gittiğimiz, Türkiye’nin neresinden olduğumuz gibi bilgileri paylaştık. Yeni gelenlerin Türkiye’den ayrılma, Avrupa ya da New York’ta yaptıkları uçak aktarmaları, havaalanlarında kaybolmaları hakkında maceralarını dinledik. Eski öğrencilerin buraya ilk gelişte yaşadıkları komik olaylara güldük, yenilerin nelere dikkat etmeleri gerektiğine dair önerilerde bulunduk. Aklımı meşgul eden kişinin bu tip önerilere ihtiyacı yoktu tabii ki. Buraya gelip zaman kaybedecek değildi.

Elimde içeceğimle birkaç grubun arasına karıştım, farklı farklı sohbetlere katıldım. Belli etmeden saatimi kontrol ettiğimde zamanın oldukça ilerlediğini gördüm. Biraz daha kalıp sessizce ayrılmayı planladım. İyi zaman geçirmiştim ama buraya geliş amacım başkaydı.

Rüzgâr’ı göremediğim için üzülüyor, bir yandan da bunun büyütülecek bir sorun olmadığına dair kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Yanımdakiler, küçük bir oğlan çocuğu gibi görünen ve biraz da şaşkın bakışlarla her söyleneni dikkatle dinleyen yeni mühendislik öğrencisinin, hangi seçmeli dersi alması gerektiğine dair fikir yürütüyorlar, en kolay dersi hangi bölümün açtığı konusunu tartışıyorlardı. İspanyolca gibi yabancı bir dil ya da Bilim Tarihi gibi görece kolay bir ders, öneriler arasındaydı.

“İyi bir mühendis olmak istiyorsan, İstatistik Bölümü’nden Olasılık Teorisi dersini seçebilirsin,” dedi bir ses. Aynı anda hem yumuşak hem de kararlı olabilen o ses tonunu duymasaydım bile, böyle bir cümleyi kimin kuracağını tahmin edebilirdim. Kulaklarıma inanamayarak sesin geldiği yöne döndüm. Diğerleri de şaşırmış bir ifadeyle ona bakıyordu.

Rüzgâr, rahat bir pozisyonda sandalyelerden birinin arkalığına yaslanmıştı, elindeki içecek yarılanmıştı. Ne zaman bara geldiğini, bir de bizi dinlediğini merak ettim. Ne içeri girdiğini ne de bizim grubun arasına katıldığını fark etmiştim. Gözleri yine ışıldıyordu, bir anda ilgi odağı olmaktan hiç etkilenmemişçesine gülümsüyordu.

“İçeriğine baktım, mühendislik bölümlerinde verilen olasılık derslerinden çok daha derinlemesine işliyorlar. Bence kaçırılmayacak bir fırsat. Ben kaydımı yaptıracağım,” diye sürdürdü konuşmasını.

Çok garip bir çocuk diye düşündüm. İnek tipli birine hiç benzemiyordu; zaten öyle biri olsa, seçmeli ders diye, öğrencinin inisiyatifine bırakılmış bir dersi gidip en zor bölümlerden değil, kolayca yüksek not tutturabileceği bir yerden alırdı.

Oysa onun, bu hayattan ne istediğini bilir gibi bir tavrı vardı; yolunu çizmiş, emin adımlarla yürüyor gibiydi. Ben dahil herkes onun bu hallerinden etkileniyorduk. O ise umursamaz bir tavırla yaslandığı sandalyeden doğrulmuş, bara doğru uzaklaşmıştı.

Seçmeli ders konusu artık beni ilgilenmiyordu; orada dikilmem anlamsızdı, hemen ben de bara yanaştım. Rüzgâr bardağını dolduruyordu; ben de ne içsem diye bakındım. Gazlı içeceklerden pek hoşlanmıyordum, buzlu çay şişesine uzandım. Bir yandan da söylenebilecek bir laf düşünüyordum; bir cümle, bir sözcük, herhangi bir şey… Ama sanki Türkçeyi unutmuş gibiydim; adımı sorsalar söyleyemezdim. Avuç içlerimin terlediğini hissettim, buzlu çay şişesini düşürmekten korktum, bardağıma çok az koyup aceleyle geri bıraktım.

Rüzgâr yan gözle bana baktı gibi geldi. Saçlarımın ucuna kadar kızardım. Bir an önce oradan uzaklaşmam gerekiyordu.

“Bugün şarap yok mu?” diye sordu.

Benimle konuştuğundan emin olamadım. Yüzüne baktım, evet soruyu bana sormuştu. Hafifçe masaya yaslanmış, gözlerini bana dikmiş bekliyordu. Yüzünde espri yaptığını belli edercesine muzip bir gülümseme vardı. Daha çok kızardım.

“Akademik binadayız,” dedim, elimle içinde bulunduğumuz kulüp odasını işaret ederek.

Sesim çok kısık çıkmıştı, hafifçe öksürüp boğazımı temizledim. Bunu yaparken zaman kazanmaya çalışıyor, söyleyecek bir şeyler aranıyordum. Neyse ki benim bir şey dememe gerek kalmadan Cüneyt lafa girdi. Akşam boyunca neredeyse herkesle tek tek ilgilenmişti ve mutlu görünüyordu.

“Arkadaşlar nasıl gidiyor? Rüzgâr, Gizem ile tanışmıştın, değil mi?” deyip Rüzgâr’a baktı.

“Resmi olarak şu an tanışmış bulunuyorum,” diye yanıtladı Rüzgâr.

Sonra bana döndü.

“Memnun oldum,” dedi, başını hafifçe öne eğerek.

Yüzünde yine aynı muzip gülüş vardı. Gülerken dudakları aralanmış, hafifçe dişleri görünmüştü. Çok sevimli duruyordu.

“Ben de,” dedim esprisine karşılık vererek.

“Ee..” diye devam etti Cüneyt.

“Ne dersin, burası mı daha güzel, ODTÜ mü?”

Ben daha ne demek istediğini anlayamadan Rüzgâr, “ODTÜ tabii ki,” diye karşılık verdi.

İkisi de gülüştüler. ODTÜ nereden çıktı şimdi, acaba Rüzgâr da benim gibi ODTÜ’ye girmeye hak kazanmış ama sonra burs bulup buraya mı gelmişti?

Cüneyt aklımı okumuş gibi, bardak tuttuğu elinin işaret parmağıyla beni gösterdi.

“Biliyor musun, Gizem de ODTÜ’lü sayılır, orada okumamış olsa bile giriş sınavında sosyolojiyi kazanmış,” dedi.

Rüzgâr’ın önceki hafta Zuhallerde söylediklerini anımsadım. “Ne yazık ki mühendislik okumuyorum,” deyiverdim. Özür diler gibi kaşlarımı kaldırıp, dudaklarımı büzmüştüm. Cüneyt kıkırdadı ama Rüzgâr ciddiydi.

“Evet, çok yazık. Ankaralı mısın peki?” diye sordu.

Mühendis olamayacağım için kendime yazık ettiğime gerçekten inanıyor muydu? Herkesin böyle düşünmediğini, bölümümü ve derslerimi sevdiğimi ona söylemek istedim ama başka soru sorup konuyu kapatmıştı.

“Hayır, İzmirliyim,” dedim.

Asıl söylemek istediklerimi söyleyemediğim için sesim biraz sinirli çıkmıştı. Rüzgâr’ın kaşları çatıldı, niye sinirlendiğimi anlamaya çalışır gibiydi. Mühendislik okumayanları ikinci sınıf insan kategorisine sokmasına kimsenin bozulacağına olasılık vermiyordu herhalde.

“Ah, demek İzmirlisin. Dünyanın en güzel şehri!”
Sesinde alay vardı. Beni Ankaralı sanmasına sinirlendiğimi ve o yüzden üstüne basarak İzmirli olduğumu söylediğimi düşünmüştü. Ankara ile bir alıp veremediğim yoktu ama İzmir ile alay etmesi de gerekmiyordu.

“Evet, İzmirliler için öyle,” dedim.

Cüneyt araya girdi.

“Bu konuda bir İzmirli ile tartışmanı tavsiye etmem.”

Ama Rüzgâr’ın tartışmalardan kaçan biri olmadığını daha ilk günden öğrenmiştim. Başını Cüneyt’e doğru döndürdü ama hâlâ bana bakıyordu.

“Bunlardan ODTÜ’de de vardı. Bir araya toplanırlar, saatlerce İzmir’den söz ederlerdi. Başka hiçbir yeri beğenmezler, Ankara’yı yerden yere vururlar, bu dünyada İzmir’den daha güzel bir yer, yaşanacak daha iyi bir şehir olamayacağını iddia ederlerdi. Sanki bütün dünyayı görmüşler gibi saçma sapan konuşurlardı işte.”

“Ee, İzmirlilerin İzmir takıntısı meşhurdur, biliyorsun.”

Cüneyt ortamı yumuşatmaya çalışıyordu ama duyduklarım hiç hoşuma gitmemişti. Beni, tanımadığım insanlarla aynı kefeye koymuş, bunlar diye söz etmişti. ODTÜ’ye gitmiş olsam belki gerçekten ben de öyle davranacaktım, bunlardan biri olacaktım ama yaptığı genellemeye beni katması haksızlıktı. Ne demiştim ki ben? Sadece İzmirli olduğumu söylemiştim. Ama alttan almaya niyetim yoktu.

“ODTÜ’yü bilmem ama burada da birkaç İzmirli varız; sen de istediğin zaman sohbetlerimize katılabilirsin,” dedim, kinayeli bir şekilde.

Cüneyt verdiğim yanıttan hoşlanmıştı, herhalde beni savunmak zorunda kalmayacağı için rahatlamıştı; Rüzgâr’ın ise gözlerinden şimşek gibi bir parıltı geçtiğini gördüm. Belki de karşılık beklemiyordu. Ses tonunun insanları hipnotize etmesine alışmış olmalıydı. Fakat o anda ben bu duygudan hayli uzaktım.

Bütün akşam gelmesini beklediğim kişinin ağzından çıkan ilk sözler, nasıl da iğneleyiciydi. Böyle şeyler duymayı beklemiyordum, hayal kırıklığına uğramıştım. Hissettiğim bozgunu fark ettirmemeye çalışıyordum ama gözlerimin yaşarmasından korkuyordum. Gözyaşlarım genelde benden bağımsız karar alırlardı ve sinirli olduğum zamanlarda daha aceleci olurlardı.

Yüzümün asılmasını saklayamıyordum. En iyisi bu anı, bu akşamı yaşanmamış saymak, bu dünyada Rüzgâr diye birinin varlığını unutmaktı. Ben de sanki Rüzgâr orada yokmuş gibi Cüneyt’e baktım.

“İyi akşamlar, sonra görüşürüz,” dedim.

Yanıt vermesini beklemedim, arkamı döndüm, topluluk odasından çıktım. İkisinin de arkamdan bakakaldığını hissedebiliyordum.

Odama yürürken yol boyunca kendime demediğimi bırakmadım. Nasıl olmuş da ondan etkilenmiştim? Kendini beğenmişin biriydi. Aptal gibi hissediyordum, sinirden neredeyse koşturacaktım.

Biran önce sakinleşmeli, onu kafamdan atmalıyım diye düşünüyordum. Bir yandan da bunun kolay olmayacağını biliyordum. Sesi kulağımda çınlıyordu. O güzel ses tonuyla çok farklı şeyler söyleyeceğini hayal etmiştim ama hiç de öyle olmamıştı. Şansıma lanetler yağdırıyordum.

Ertesi sabah erken kalkacaktım, en iyisi bu konuya daha fazla kafa yormadan yatmak olacaktı.

4. BÖLÜM

PROJE

O geceyi tabii ki çok huzursuz geçirdim. Bir türlü uykuya dalamadım, yatağımda döndüm durdum. Uyuduğumda ise karışık, rahatsız edici rüyalar gördüm. Gece boyunca sık sık uyandım. Sabah kalktığımda sersem gibiydim, başım ağrıyordu. Yataktan çıkmak istemiyordum, derse gitmek istemiyordum, hiç kimsenin yüzünü görmek istemiyordum.

Bütün günüm aynı modda geçti, derslere zoraki girdim, öğlen canım bir şey yemek istemedi, öğleden sonraki derslerde bir de midemden gelen gurultularla baş etmek zorunda kaldım. Akşam üstü odama kapandım. Kat komşularım, ortak oturma alanındaki büyük televizyonda izlemek üzere film kiralamışlardı, beni de davet ettiler ama başımın ağrısını bahane edip katılmadım. Karanlıkta yatağıma uzanıp müzik dinledim.

Önceki akşam olanları düşünmek istemiyordum ama kafamda tekrar tekrar canlandırmaktan kendimi alamıyordum. Her seferinde Rüzgâr’a başka bir yanıt verdiğimi hayal ediyordum; sonra da niye zamanında aklıma gelmedi bunlar diye kendime kızıyordum. Ona daha akıllıca bir karşılık veremediğim için üzüldüğümü fark edip şaşırdım. Verseydim ne olacaktı sanki? Mühendislik okumasam da zeki olduğumu mu kanıtlayacaktım? Yoksa beni beğenmesini mi umuyordum? Bu çok saçmaydı. Neyse ki bir gece önceden uykusuzdum, anlamsız kurgulara kendimi çok kaptırmadan uyuyakaldım. Bir önceki kadar olmasa da yine huzursuz bir gece geçirdim.

Perşembe sabahı bölüme giderken hâlâ moralim bozuktu. Sıkıntımı içime attığım için bir türlü rahatlayamamıştım. Sorunların üzerini örtüp depresif hale gelmek karakteristik özelliklerimdendi.

Kent sosyolojisi dersinde geçen haftayı düşündüm. Bir hafta önceki derste yarı uyuklar durumdayken yaz tatilini hayal ediyordum, Rüzgâr diye birini tanımıyordum ve halimden memnundum. Şimdi aradan sadece bir hafta geçmişti ve toplam beş dakika bile konuşmadığım biri yüzünden canım sıkılıyordu. İçimden keşke Zuhallerdeki partiye hiç gitmeseydim diyordum ama bunu gerçekten istediğimden emin değildim.

Düşüncelerden sıyrılıp dikkatimi Bayan Carter’a verdim, geçen haftaki derste bugün dağıtacağını söylediği projeden söz ediyordu. Dönem sonu notuna ağırlığının çok olacağını açıklıyordu, o yüzden gereken önemi vermemizi bekliyordu. Ders bitiminde kürsüden proje konularımızın yazılı olduğu kâğıtları alacaktık.

Ben de sınavlar sıkıştırmadan proje çalışmasına başlamayı planlıyordum. Hafta sonu üniversite kütüphanesi tenha olurdu, rahatça çalışırdım. Hem istediğim kitapları da ödünç alma bölümünde bulabilirdim; henüz dönem başı olduğu için kitaplar daha kapışılmamış olurdu. Akşamları da odamda internetten başka kaynaklara bakar, güzel bir rapor hazırlardım. Hemen o akşam ilk internet araştırmasını yapmaya karar verdim.

Ders çıkışı kürsüye yaklaşıp üzerinde adım ve proje konum olan kağıdı aldım. Bayan Carter bana bakıp gülümsedi.

“Sana yakın bir konu seçmeye çalıştım,” dedi.

Nezaket gereği ben de gülümsedim ama ne demek istediğini anlamadım. Bana yakın konu nasıl oluyordu? Benim neyime yakın bir konu seçmeye çalışmıştı? Sınıftan çıkarken bir yandan da merakla kâğıda baktım: Yabancı bir ülkede okuyan üniversite öğrencilerinin kente uyum sorunlarını sosyolojik açıdan inceleyiniz. Farklı kültürlerden öğrencilerle yapacağınız görüşmelerden toplayacağınız verileri analiz ederek önerilerinizle birlikte raporlayınız.

Gözlerime inanamadım, kâğıdı dikkatle bir daha okudum. Umduğumun tam tersi bir konuydu bu, kütüphanede ya da internette bulabileceğim bir şey değildi. Gidip bir sürü kişiyle, hem de farklı uluslardan öğrencilerle konuşmam gerekecekti. Tabii önce onları bulma kısmı vardı. Tek tek öğrenci kulüplerini mi dolaşacaktım? Karnıma ağrılar girdi.

Bayan Carter’ın proje kâğıdını alırken niye bana öyle dediğini şimdi anlamıştım; ben de yabancı bir öğrenci olduğum için konunun ilgimi çekeceğini düşünmüş olmalıydı. Aklınca beni heveslendirmek istemişti ama ben o tür biri değildim ki. Tanımadıklarım şöyle dursun, tanıdığım kişilerle bile konuşurken zorlanırdım.

Sonraki derslerde aklım hâlâ proje konuma takılıydı. Çıkışta Bayan Carter ile konuşmayı düşündüm. Konunun ilgimi çektiğini ama başka öğrencilerle görüşme kısmını yapamayacağımı söyler, bir araştırma projesi vermesini isteyebilirdim. Hele ki bana böyle bir konu vermekle ayrımcılık yaptığını ima edersem, başı derde girmesin diye hemen değiştireceğine emindim ama sonrasında bana karşı önyargısız davranmasını bekleyemezdim. Projenin ders notuna ağırlığının fazla olacağını söylemişti, daha baştan itiraz edersem dönem sonunda yüksek not tutturma hayallerine veda edebilirdim.

Can sıkıntısıyla içimi çektim. Zaten yeteri kadar derdim yokmuş gibi bir de bu proje çıkmıştı. Ne yapacaktım? Bizim kulüpteki Türk arkadaşlarla görüşebilirdim ama bu yeterli olmazdı, başka uluslardan da öğrenci bulmalıydım. Elimdeki kâğıda tekrar baktım, farklı kültürler diyordu. Bu tanım yabancı değildi, sanki bir yerlerde böyle bir ifade görmüştüm ama nerede?

O anda aklıma geldi. Tabii ya dedim kendi kendime. Hafta sonu kahvaltı ederken kampüs gazetesinde gördüğüm ilanda geçiyordu. Ne yazdığını anımsamaya çalıştım, bir deneyden söz ediyordu, yabancı öğrencilerden katılımcı arıyorlardı. Kültür farkları, entegrasyon gibi şeyler yazıyordu.

O ilanı okuyunca nasıl da alay ettiğim aklıma geldi. Kim böyle bir çalışmaya katılır ki diye düşünmüştüm. Hoş, hâlâ aynı kanıdaydım ama projem için görüşme yapacak öğrenciler bulmalıydım ve aklıma daha iyi bir fikir gelmiyordu. Bir an önce gidip gazeteye tekrar bakmalıydım. Kimse atmamış olsa bari diye içimden geçirdim. Her ne kadar canım hiç istemese de en azından tanışma toplantısına gitmem iyi olacaktı. Verecekleri bilgileri dinler, benim işime yarar mı diye bakabilirdim.

Derslerim bitince, bir an önce yurt binasına gidip ilanı bulmak için acele ediyordum. Bölüm binasının merdivenlerinden hızla indim, tam çıkış kapısına yaklaşmıştım ki arkamdan birinin seslendiğini duydum.

“Gizem!”

İnanmıyorum, olamaz diye düşünüp geri döndüm. Rüzgâr, aramızdan geçmekte olan öğrencileri iterek kendine yürüyecek yer açmaya çalışıyordu. Bana yetişmek ister gibi bir hali vardı. Yanıma gelene kadar geçen o kısacık anda, ona karşı nasıl bir tavır takınmam gerektiğini düşünmeye çalıştım fakat şaşkınlıktan beynim durmuştu. O, bizim bölümde görmeyi umacağım son kişiydi. Burada ne işi vardı? Bir arkadaşını mı görmeye gelmişti? En kuvvetli olasılık, kaybolmuş olmasıydı.

“Selam!” dedi, yanıma yaklaşınca….

Benzer İçerikler

Çamaşırcının Kızı Küçücük

yakutlu

martı Jonathan Livingston

gul

Dehliz

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy