“Kayboldum! Zeytin ağaçlarının arasında kıvrılarak akarken karşıma aniden üçe ayrılan bir çatal çıktı. Toprak yollar doğuya, batıya ve güneye doğru uzanıyordu. Civarda ne bir tabela vardı ne bir işaret, ne de gidip adres sorabileceğim ev veya insan! Bir köpek bile yoktu görünürde. Sadece sonbahar rüzgârının dallarda hışırdayan sesi! Hangi yöne sapmam gerektiğini bilmiyordum, yolların her birini hava kararmadan deneyecek gücüm de kalmamıştı, vaktim de.”
Siz hiç kayboldunuz mu?
Ayşe Kulin’in yeni romanı Dönüş, bir genç kadının, duygularının sarmalında önce kaybolmasının, sonra kendini bulmasının hikâyesi…
*
Gerçekler acıdır; acıtır, incitir…
Tam da hayatının yoluna girdiğini sandığı günlerde, önce annesinden gelen bir haber, ardından eski bir şapka kutusunda bulduğu mektuplar…
Derya’nın, iki yıldır sümenaltı edilen gerçekleri bir tokat gibi öğrenmesi, onu dünyanın bir megakentinden ötekine savuracak, kaderi onu sarı bir sonbahar günü, açılıp açılmayacağını bile bilemediği bir demir kapının önüne kadar taşıyacaktır.
Genç kız, acaba gizem dolu bu perdenin ardına geçebilecek midir? Öğreneceklerini kabul edebilecek, kabul etse bile sindirebilecek midir?
O kapı açılırsa elbette…
Dönüş, aldatmanın, aldatılmanın, affetmenin, acıtan gerçeklerin romanı.
***
Zaman okuldur biz orda öğreniriz
Zaman ateştir, içinde yanarız biz
DELMORE SCHWARTZ
(Çev. Talat Halman)
DERYA
Kaybolmak
Kayboldum!
Zeytin ağaçlarının arasında kıvrılarak akarken karşıma aniden üçe ayrılan bir çatal çıktı. Toprak yollar doğuya, batıya ve güneye doğru uzanıyordu. Civarda ne bir tabela vardı ne bir işaret, ne de gidip adres sorabileceğim evler veya insanlar! Bir köpek bile yoktu görünürde. Sadece sonbahar rüzgârının dallarda hışırdayan sesi! Hangi yöne sapmam gerektiğini bilmiyordum, tozlu yolların her birini hava kararmadan teker teker deneyecek gücüm de kalmamıştı, vaktim de. Arabadan indim, çaresizlikle dört bir yanıma bakındım. Hiç tanımadığım yörenin tozlu dağ yollarında kaybolmuştum.
Kilometrelerce ötedeki bir dünya metropolünde, tam da hayatının fırsatını yakalamışken, her şeyi tepip, düzenini bozup yollara düşen bir aptal da işte bunu hak ederdi:
Kaybolmak!
Sadece dağ yolunda değil, yanıtını bilmediği soruların, acı veren anıların, hâkim olamadığı olayların içinde de kaybolmak!
Neden?
Bir şapka kutusu yüzünden!
Şu anda Ege’nin dağ yollarında kaybolmamın sebebi bir şapka kutusudur! Her şey, gözümün o kutuya takılmasıyla başladı.
Singapur’a gitmeye hazırlanırken yolumun bambaşka bir yöne akmasına, hasır şapkamı ezilmemesi için anneme ait bir şapka kutusuna koymaya kalkışmamın neden olacağını; yaşamımın bir yuvarlak karton kutu yüzünden seyir değiştireceğini söyleseler, gülerdim herhalde. Oysa ne kadar da sık duymuştum aile büyüklerinden kaderimizi tesadüflerin yönlendirdiğini. Başıma gelecekleri bileydim, anneannemin tekrarlayıp durduğu sözlere saçmalık gözüyle bakar mıydım hiç! Kaderci aileme rağmen, hedefe ulaşmayı şansa hiç bırakmamıştım ben!
Büyük boyutlu iki işimin Whitechapel Gallery’de sergilenmeye değer bulunmasının tesadüfle, şansla hiç ilgisi yoktu. Kendimi East End’deki galerilerden birine kabul ettirebilmek için, ne gerekiyorsa yapmıştım. Fakültede ve atölyede deli gibi çalışmamın yanı sıra, doğru yerlerde bulunmuş, doğru insanlarla tanışmış, doğru ipleri çekmiştim. Tüm bu çabalarımın meyvesini nihayet toplamak üzereydim.
Hayatımın fırsatı, yapıtlarımın çok önemli bir sanat eleştirmeninin dikkatini çekmesiyle çıkmıştı önüme. Saygın bir sanat dergisine sadece işimin değil, benim de farklı olduğumu anlatan bir yazı yazmıştı adam:
“İçindeki çığlığı işine yansıtabilen çok değişik bir sanatçı bu genç kadın! Sanki büyük bir yaralı kuş, malzemeyi kanat çırpışlarıyla paramparça ediyor, sonra tekrardan birleştiriyor, bütünleştiriyor, devasa bir acı gibi dikiyor ayağa. Uzaktan bakınca mermer dahi sanabilirsiniz yapıtını, oysa son derece hafif, kırılgan ve yırtılmaya hazır bir malzeme… kâğıt! Artistin becerisinde, çileyi asaletle çekmeyi bilen bir ırka mensup olmasının payı olduğunu düşünüyorum!”
Hakkımdaki olumlu yazıda, çile çekmesini bilen bir ırka mensup olmamdan çok, İstanbul’un, görsel sanatta parladığı ve çeşitli başka nedenlerle pek moda olduğu bir dönemden geçiyor olmamızın payı vardı. Yüzyıllardır oburca tüketen zengin Batı ülkeleri, içine düştükleri ekonomik kriz sonucunda dünyadaki diğer ülkelerin yeraltı zenginliklerinin dışında, kültürleri bulunduğunu da fark etmişler, gözlerini bulundukları noktadan azıcık daha doğuya çevirmişler ve son yılların parlamaya başlayan yıldızını (ya da pazarını diyelim) keşfetmişlerdi. Onca zamandır görmezden geldikleri ülkenin sanatını şimdi merak ediyorlardı. Müziğimizi, resmimizi, edebiyatımızı da! Geç kalmışlardı ama olsun varsın, şikâyete hakkım yoktu çünkü benimle ilgili bu yazıdan sonra, gerisi çorap söküğü gibi gelmişti. Bugüne kadar ancak ünlü sanatçıların sergi açılışları için gittiğim galeride, yakında benim de iki ayrı işim sergilenecekti!
Steven Marking’in yazısında söz ettiği gibi, bir kuşa benzerliğim olağandı ama ilk kez kanadı kırık, aciz bir kuş değil de yükseklere doğru kanatlanmış bir kuştum!
Whitechapel’daki sergiye katılmam kesinleştiği anda, ev, atölye ve sergi alanı arasında deli gibi koşturmaya başladım. Bana verilecek yeri görmek ve ölçmek için elimde mezurayla kimbilir kaç kere gittim galeriye. Hocalarıma akıl danışmak için kapılarını tırmaladım, yetmedi görüşüne güvendiğim sanatçı arkadaşlarıma başvurdum. Sabahları erkenden kalkıp, daha önce yapmış olduğum işlerimin önünde saatler harcadım, her açıdan resimlerini çektim. Yeni bir yapıt hazırlamak için yeterli vaktim olmadığından elimdekilerle yepyeni bir konsept yaratmalıydım. Yapıtlarımı o konsepti yansıtır hale getirmeliydim. Her an deprem bekleyen bir şehirde doğup büyüdüğüm için, bu konuda duyarlıydım. Deprem korkumu yansıtmalıydım yapıtıma. Deprem sonrasının perişanlığını, kırılganlığını… Yok, hayır! Karamsar olmamalıydı eserim. İyimser, aydınlık, sevecen olmalıydı. Anadolu’dan izler taşımalı; yüzyılların birikimini yansıtmalıydı.
Ait olduğum kimlik ilk kez köstek yerine destek olacaktı bana. Aslında o ana kadar köklerime özel bir düşkünlüğüm olmamıştı ama madem şu sıralar Doğulu kimliklerin yıldızı yükselmedeydi kibirli kıtada, elbette istifade etmeliydim Londra’da yaşayan bir Türk olmamdan!
Günlerce düşündüm, kitaplar karıştırdım, sanat sitelerinde dolandım ve sonunda buldum: UMUT! Konseptim umut olacaktı, yeniden diriliş… küllerinden doğma… asla yenik düşmeme.. . Tüm bu saydıklarım, doğduğum ülkenin her an deprem ve darbe beklentisiyle yaşıyor olmasına ve her deprem ve her darbe sonrasında, umutsuzluğa direnişine de uygun düşüyordu.
Benim işimi yapanlar, tanınmak isterler. Sadece yaşadıkları ülkelerde değil, çok geniş coğrafyalarda tanınmak. Kitap gibi binlerce, on binlerce, yüz binlerce satılmaz bizim ürünlerimiz. Ancak tek bir tane… üç boyutlu yapıtlar uygun bulunacağı bir alana, bir meydana, bir bahçeye, geniş tutulmuş bir bina girişine konulmak üzere satın alınır ancak! Elimize geçecek parayı iyi değerlendirebilirsek, değil aylarca, birkaç yıl dahi idare etmek mümkün olabiliyor diyordu, bilenler… Ah nerde o günler… Gücümün sadece hayalini kurmaya yettiği o mutlu günler bir gün bana da nasip olur mu diye düşünürken ve eğer bir yapıtımı satabilirsem, gelişmekte olduğunu bildiğim yeni baskı tekniklerini öğrenmek için Japonya’ya gitmeyi düşlerken, şans, parlak pullu bir balık gibi kucağıma düşmüştü. Kimbilir, belki de önemli bir galeride sadece yer almakla kalmayacaktı, satılacaktı da yapıtlarım ve işte o zaman ver elini Japonya!
.
Uzun süredir hiç olmadığım kadar mutluydum. Yerimde duramaz olmuştum ve son günlerin yorgunluğuna bir de yaklaşmakta olan serginin heyecanı binmişti. Açılışa kimleri çağıracağım, ne giyeceğim, saçımı kestirsem mi, çarpıcı olsun diye kızıla mı boyasam? Lisede öğrenciyken bir keresinde maviye boyamıştım saçlarımı sırf babamla annemi ifrit etmek için. Her yıkandığında rengi atan saçlarımla birkaç hafta papağan gibi dolanmıştım, hiç kızmadıklarını görünce boyadığıma pişman olmuş, bu kez kısacık kestirmiştim saçlarımı. Ergenlik dönemine giren kız çocukları neden özellikle de annelerinin canını yakmak ister illa?
.
Annemi kızdırmayı iş edinmekten vazgeçeli uzun zaman oldu. Hatta üzülmesin diye gayret bile sarf ediyorum artık. Babam görse ne sevinirdi. Ama babam yok ki! Esrarengiz bir şekilde kayboldu koca dünyanın içinde. Annemi ve beni terk ettiğinden beri kayıp. Önceleri canımı çok yakan bu duruma şiddetle isyan etme halim, geçti. Madem babam öyle tercih etti, ne hali varsa görsün! Böyle diyorum ama açılacak olan sergide yapıtlarımın önünde fotoğrafçılara poz verirken beni göremeyeceği için, taa en derininde kalbimin bir yer sızlıyor, ince ince! O beni, çocukluğumda sürekli sorun yaratan bir kız olarak bildi. Başarıma da şahit olsun isterdim.
.
Sergileyeceğim işleri tamamlayıp, açılışta giyeceğim giysiyi bulmak için kendimi sokaklara vurduğum hafta, Londra’nın meşhur yağmurları da bastırmaz mı birden. Sonbahar bütün hışmıyla geldi. Neredeyse on gün dur durak bilmedi ne rüzgâr ne de yağmur. Sonra, rüzgâr, yağmur ve ben son hızımızdayken birdenbire eşzamanlı olarak durduk.
Rüzgâr düştü.
Yağmur dindi.
Ve bilgisayarıma bir mesaj geldi yeni kocasıyla tatile gitmiş olan annemden.
Aceleyle, çalaparmak yazıldığı belli olan, savruk, telaşlı bir mesaj:
Deryam,
Singapur’dayız. David çok hastalandı, Bali’den, Singapur’daki Tropikal Hastalıklar Hastanesi’ne naklettiler. Öldürücü bir virüs kapmış. Ateşi üç gündür kırk civarında seyrediyor. Her tarafında kırmızı lekeler var. Çıldırmak üzereyim. Çaresizim. Lütfen hemen gel!…
Otelinin ve hastanenin adını, adresini yazmış. Şaşırdım kaldım.
Annem bu kez de Bali’de tatildeydi David’le. Zaten David’le dünyanın dört köşesini gezmek için evlenmiş gibiydi… Hep hayalini kurduğunu söylediği gibi, kocasıyla sakin bir hayatı değil, uçakları ve beş yıldızlı otelleri paylaşmaktaydı o gün bu gündür. David, bu nazlı, kırılgan ve kaprisli kadını mutlu etmek için gezegenimizi arşınlayıp duruyordu. Adamın sonunda hastalanması, bunca yol yorgunluğunu hesaba katarsak, normaldi. Daha birkaç ay önce anneme, “Abartmıyor musun bu seyahat merakını, ikinizi de bir uçak terminalinden toplayacağız bir gün,” demiştim, “Uçarken geçmişi düşünmüyorum,” diye yanıtlamıştı. İşte şimdi, geçmişi düşünmemek için iyi bir neden geçmişti eline, ölümün eşiğinde bir koca! Ama David gerçekten hasta mıydı acaba?
Bu haber annemin bana karşı kullandığı bitmez tükenmez duygu sömürülerinden biri olabilirdi. Belki de şu anda bilmediğim bir nedenle beni istiyordu. En büyük ihtimal, Bali’den Singapur’a geçmişlerdi ve oradaki otelde, evde kalacağından korktuğu kızma uygun bir genç adama rastlamış olmasıydı. Bir bahaneyle çöpçatanlık yapacaktı. Çöpçatanlık genleri anneme, davulun illa dengi dengine vurması gerektiğine inanan Çerkez kökenli ailesinden geçmişti. Demode inançları hâlâ şiddetle savunan tutucu anneannemin kızıydı ne de olsa. En iyi evlilikler ailelerin onayıyla yapılırmış! Madem öyleydi, kızlarının ailecek içtenlikle onayladıkları ilk evliliği neden yürümemişti o halde? Bu soruyu annem ve babamın boşanmalarının ardından ne zaman sordumsa anneanneme, duymazlığa gelip, başını öte yana çevirdi hep.
Annemin beni yanına çağırmasının bir başka nedeni, David’le baş başa kalmaktan sıkılması da olabilirdi, ne de olsa pek sık ve pek çabuk daralan bir yüreğe sahipti annem. Uzak ihtimal ama, okuma gözlüğünü ya da her gün aldığı ilaçlarından birini evde unutmuş da olabilirdi yolculuğa çıkarken. Yapmadığı şey değildi çünkü, evinde unuttuklarını, önemine göre birisi ya bulunduğu yere postalar ya bizzat götürürdü. Kısacası, annem alışmıştı şımarmaya.
Acılar kraliçesi annemin ufak tefek şeylere üzülmesine hiç izin vermezdi, karısına böylesine düşkün ama onu aldatmaktan geri kalmamış olan babam. İkinci kocası da el üstünde tuttuğuna göre onu, bir ikinci mesaj her an gelebilirdi: “Gelirken komodinin ikinci gözünde unuttuğum gözlüğümü de yanına alıver canım,” gibisinden.
Bu kadar şüpheci ve kötü niyetli olmamalıydım, belki de sahiden hastalanmıştı kocası ama sırım gibi adamın ölme noktasına gelmesi inandırıcı olmaktan uzaktı. Hastalandıysa da herhalde sadece gribe yakalanmıştı David. Bu nedenle ilk işim anneme şöyle bir mail atmak oldu:
David kaldığınız lüks otelde öldürücü mikrobu nereden bulmuş?
Yanıtı birkaç dakika içinde düştü posta kutuma.
Denize girmeye gittiğimiz kumsalda sivrisinek sokmuş. Dengue virüsü kapmış. Doktoru önce ölüm tehlikesini atlattığını söyledi ama sakat kalma ihtimali varmış. Bittim ben, kızım! Mahvoldum. Beni yalnız bırakma. Geleceksin değil mi Derya?
Acele internete girip araştırdım. Aman Tanrım! Abartmamış annem, tüm yazdıkları doğru! Kendine karşı aşılanmayanlara insafsızca davranan iğrenç bir virüsmüş bu! En çok sivrisineklerle bulaşıyormuş. Ölümden sıyırtanların felçli kalma ihtimali varmış. Ürperdim. Saatime baktım. Aradaki saat farkına göre uykuda olması gerekiyordu annemin, hele de gündüz saatlerini hasta başında geçiriyorsa! Ama orada sabahın üçüyken bana posta attığına göre, ayaktaydı. Uyku tutturamıyordu demek ki. Acıdım anneme. Bir mesaj daha atarak uyanık olduğuna göre telefon etmesini istedim.
Az sonra çalan telefonumu açtım ve annemin ağlamaklı sesini duydum.
“Deryacığım…”
Konuşamadı, hıçkırmaya başladı.
“Anne… N’olursun ağlama… her şey yoluna girer, merak etme…”
“Hiçbir şey yoluna girmiyor Derya. Ben ne şanssız bir kadınım, tüm felaketler beni buluyor!”
“Böyle konuşup kötü enerjileri üstüne çekme…”
“Hayatımı tam düzene soktum diyordum, başıma gelene bak!”
“David’in son durumu nedir? Ateşi düşmedi mi hâlâ?”
“Ateşi hep yüksek ama bugün akşama doğru ilk defa kendine gelir gibi oldu. Gözlerini açtı, konuştu. Ateşi düşse bile daha en az iki-üç hafta yolculuk yasak. Kan değerlerinin yükselmesi lazımmış. Hastalığın tahribatını da henüz tam olarak bilemiyorlar. Bir sürü tahlil yapıyorlar her gün. Sen ne zamana aldın biletini? Geliyorsun değil mi?”
Bir sessizlik oldu. Anneme sergiden söz etmeyi geçirdim