Düğümlere Üfleyen Kadınlar | Ece Temelkuran


Çok Satan ‘Muz Sesleri’ Kitabının Yazarı Usta Gazeteci Ece Temelkuran’dan Yine Çok Satacak, Gündem Oluşturacak Bir Roman!..

Bir kadının kalbini fena kırmış bir adam…

O adamı öldürmek için çölü geçmeyi göze almış dört kadın…

Düğümlere Üfleyen Kadınlar bu yolculuğun romanı. Ne kadar sevilse de tamir olmayan o yaralı coğrafyada, Ortadoğu’da geçiyor. Saraylar devrilip, meydanlar dolarken sorular kalıyor geriye. Her yola en az bir soruyla çıkılır çünkü: Bir kadın ya da bir ülke nasıl sevilir sahiden?

“Amira, bize kadınları nasıl seveceğimizi anlatan bir kitap lazım. Yoksa hep böyle şapşal ve kavruk kalacağız. Bize kadınların nefesini genişletecek, o nefesin rüzgârına yelken açmamızı öğretecek bir kitap lazım. Yoksa biz ne kadar sevilsek tamir olmayız.”

***

“De ki: Tüm yarattıklarının, bastırılmış dürtülerin, nefisleri kışkırtan cazibenin {‘neffâsâti fi’l-u’gad’- düğümlere üfleyen kadınların) şerrinden ve kıskançlık ateşiyle yanıp duran hasetçinin şerrinden, yarılarak ortaya çıkanın Rabbine sığınırım.”

Felak Suresi, 1-5
(Yaşayan Kur’an, Türkçe Meal ve Tefsir, İhsan Eliaçık)

“İzleyici, geçmişin etrafına demir bir kabuk örülmesin! hoş karşılamıyor artık. Bir erkek yaparsa belki biraz daha kabul görür, ama kadından bekledikleri bu değil.”

Romancının Romanı, J.M. Coetzee

“Hakikati anlat, ama bükerek anlat.”

Emily Dickinson

TUNUS

Kaçıyoruz. Saatte 140 kilometre hızla Tunus’un güneyine doğru giden beyaz bir arabanın arka koltuğunda, ortadayım. Solumda sarı peruğu başından kaymış, taş kesmiş esmer bir kadın, öteki tarafımda bacağını durmadan sektiren, kel başını beyaz bir baş örtüsüyle saklayan başka bir kadın. Arabayı sol gözü olmayan ihtiyar bir adam sürüyor.

Ön koltuktaki beyaz saçlı, eflatun ipekler giymiş yaşlı kadın ise son derece rahat, pencereyi aşıp yüzünü rüzgâra veriyor.

Kel kadın, “Nereye gidiyoruz?” diye soruyor. Taşlı “Güneye” diyor. Kel kadın kızgın, ısrar ediyor:

“Ne kadar güneye?”

Taşlı kadın cevap veriyor:

“Epey!”

Oysa ben biraz önce İstanbul’a gidiyordum. Şimdi ise hayatımın en muhteşem ve en korkunç yolculuğuna çıkıyorum. Hikâyenin nasıl başladığını hatırlıyorum ve bugün bile inanamıyorum.

1. Bölüm

Uyumaya kararlıyım. Fakat terliklerin sesini duydum otelin taş merdivenlerinde. Çıplak ayakların deri terliklere yapışıp ayrılırken çıkardığı sesi duydum. Onca düğün patırtısına rağmen üstelik. Tiz zılgıtlar ve havai fişekler arasında. Kadındı muhakkak. Hafif ve gençti.

Sonra bir kadın daha tırmandı merdivenleri. Duydum. Onun ayaklarının ne kadar küçük olduğunu duydum. Gecelik giydiklerini, kumaş sesini duydum, ince pamuklu.

Geceliklerinin boyunu, adımlarının darlığından etek genişliğini bile duydum ve muhakkak beyaz olduklarını. Fakat hayata bulaşmak istemediğim bir gece. Gazetedeki işimden atılmışım. Tadım yok.

Sadece mağlup değil aynı zamanda açım. Çünkü resepsiyondaki kızın, yanlış yaptığı kayıt işlemlerine gösterdiğim tepkinin intikamını aldığını geç anladım. Gecenin bir vakti “Tabii tabii” dedi, gözlerinde aslında şeytani olduğunun sonra farkına vardığım boş bir bakışla.

Küçük gerilimimizden sonra “Bu saatte Eski Şehir’in içinde açık bir lokanta var mıdır?” diye sormuştum. “Tabii tabii!” demişti kız da. Böylece Eski Şehir’in zifiri karanlık labirentinde kayboldum.

Gölgeler çıkıyor her dehlizden. Tanımadığın bir şehre gece vardığında muhakkak yanlış yöne yürüyüp gördüğün türden gölgeler. Sabah kalktığımda, “Tam aksi yöne yürüseymişim şehrin kalbine varacakmışım” diyeceğim, biliyorum.

Ama gece yolcusunun kör talihini kandırmak mümkün değil. Adımlarıyla beni nişan alan gölgelerden güçbela sıyrılıp Dar el-Medina Oteli’nin, penceresi kesinlikle yanlış tarafta olan odasına zor attım kendimi. Suudi kanallarında bol Kuran ı Kerim’li nafile bir gezinmeden sonra, internet de çalışmayınca ve odanın içinde vızıldayan tek sivrisineğin de öldürülemeyeceği kesinleştiği için…

Uyumaya kararlıyım. İşte terliklerin sesini tam o sırada duydum.
Bir kahkaha. Bir geyik önümden geçti sanki, öyle hop ettirici.

Kadınlardan birinin ayağını leylek gibi bacağına dayayışını duydum. Çünkü terliği ayağının altından ileri sürükleyişini duydum. Kesintili konuşmaları duydum. Sonra otelin avlusunu saran sarmaşık yaseminlere dokundular. Bir tanesini koparışlarını duydum, dallar çırpındı. İnsan gecenin seslerini ancak bir maceraya ikna olmak istediği zaman bu kadar uzun dinliyor herhalde. Havaalanından iki taşın arasında aldığım viskiyi sıkıştırdım koltuğumun altına. Üç de bardak taktım parmaklarıma.

Adımlarım yaklaşınca sustular. Eski bir Tunus malikânesinden bozma Dar el-Medina Oteli’nin beyaz, alçak duvarlı terasında, iki kadın, alçak, beyaz duvarlara dayanmış duruyorlar. Kalçalarını geriye doğru çıkarmışlar, dirsekleri alçak beyaz duvarda. Karşılaştığımız anda hepimizin yüzünde, turistlerin yabancılıkları için af dileyen o şapşal gülümsemesi.

Gecelikleri beyazdı. Ve evet, daha kalçalı, daha rahat, daha işveli görüneni bir ayağını bacağına dayamıştı, leylek gibi. “Uyutmuyor gürültü” dedim.

Herkesin dünyanın alt tarafından olduğu kesin olmasına rağmen nerenin Arapçası ile konuşulacağı konusunda zorluk çıkarmamak için İngilizce. “Düğün yüzünden, değil mi? Buyrun” dedi kalçalı. “Buyrun” diye tekrar etti öteki.

Her ikisi de Arapça. Tek bir kelimede anlaşıldı nereli oldukları. Kalçalı, ufak tefek, şen şakrakça olanı Tunuslu, çünkü dişil ek koymadı sözcüğün arkasına. Diğeri daha sert aksanlı konuşuyor, Mısırlı. Mısırlı olan efeli bir şey, hafif alacakaranlık, esrarlı, erkeksi düz bir vücudu var, uzunca.

Tunuslu olan daha tatlı hanımcık, kadınsı. Bir havai fişek patlayınca tanışmanın otomatik gevezeliklerine gerek kalmadı. Bakmak için yaklaşıp beyaz alçak duvarın üzerine koydum bardakları… İkisine de baktım… Evet, herkes viski içiyor.

“Düğün pek görünmüyor buradan” dedi efe Mısırlı.

“Şu tarafta” diye gösterdi şakrak Tunuslu.

Düğünün nerede olduğunu tam göremeyince “Tunus’ta böyle bir acayiplik var galiba” dedim, “hiçbir teras ötekinden görünmüyor mu, ne?”

“Öyledir” dedi, kalçalı Tunuslu, “bizim memlekette böyle bir mimari deha var. Her nasılsa birbirlerinin içinde yaşayıp birbirlerinden saklanmayı başarıyorlar.”

İkisinin de yüzüne doğru dürüst bakmadan düğüne bakmaya çalıştım, böylece onlar benim yüzüme bakabildiler. Epey sarkınca, düğün hemen hepsine yukarıdan baktığımız kare ya da dikdörtgen şeklindeki teraslardan birindeydi.

Renkli ampullerin kordonlarıyla asimetrik dilimlenmiş bîr teras görüntüsünün içinde, dans eden olgun kadınlar ve her zılgıttan sonra utanarak, gülüşerek kınalı elleriyle yüzlerini kapatan bakire kızlar.

Gelin, satenden dev tuvaletiyle düşman saflarına inerken gafil avlanmış bir paraşütçü gibi, ümitsizce teslim. Etrafında dans edenler, şölende yiyecek gösterişli bir hayvan bulmuş yerliler kadar mutlular.

“Gelin pek mutsuz. İlk gece korkusu galiba” dedim, laf olsun torba dolsun.

Tunuslu olan bir kahkaha attı. Odadan duyduğumun aynısı: “Ben de onu söyledim az evvel” dedi, “canı çıkacak bu gece. Şok terapi!”

Mısırlı biraz rahatsız güldü. “Eskiden Tunuslu Yahudiler arasında, gelini gerdek gecesinden önce yirmi gün hiç kıpırdatma’ dan yedirip içirip şişmanlatmak geleneği oradan geliyor olabilir.

İlk gecenin zorlu koşullarına direnebilsin diye.” Tunuslunun aralarında varmış gibi hissettirdiği samimiyetin var olmadığını belirtmek için de ekledi:

“Biz de şimdi tanıştık.” Es verdi. Tunuslunun adını unuttu belki. “Sen neredensin?” dedi ciddiyetle. Tunuslu bu mesafe imasını geçiştirmedi:

“Yeni tanıştık, ama sanki önceden bilirmişiz gibi birbirimizi.” Mısırlı aldırmadı, devam etti bana sormaya:

“Gazetecisin galiba.”

“Anlaşılıyor mu gecelikle de?” dedim.

Tunuslu abartılı bir kahkaha ile:

“Yok, sadece iç çamaşırı zevkin anlaşılıyor aslında.”

Sustum. İnce bir gerginlik. Sevmiyorum bu müstehcen samimiyeti. Fakat baktım Tunuslunun pek umurunda değil. Daha seviyeli bir samimiyet için Mısırlıya döndüm:

“Öyleydi” dedim, “şimdi işsizim. Yine de Arap baharı üzerine bir kitap
yazarım belki diye geldim.”

Mısırlıya konuşuyorum sadece:

“Sen de akademisyen olabilir misin acaba?”

O zaman işte, okuldan eve dönerken çok komik bir şey olmuş da gülmüş bir kız çocuğu oldu. Baktım, zayıflığına inat bir kasılması vardı, o dağıldı biraz. Başını öyle bir kalender salladı.

Erkeksi ile çocuksu arası, artık tam anlamıyla tanışmışız gibi. “Maryam ben” dedi, “bugün geldim Tunus’a. Ve evet, Kahire Amerikan Üniversitesi, Tarih Bölümü, efendim.”

Tunuslunun etli butlu samimiyetine sinirim sürse de ona da bir şans vereyim dedim:

“Sen de akademisyen değilsin herhalde.”

Sadece “Ben de bu gece geldim” dedi, “New York’tan.” Viski bardağına yapıştırıp dudaklarını gülümsedi, meraklı sessizliği uzattı biraz, sonra daha da ballandırmak için kendi açılış sahnesini, sadece ismini neonlu harflerle söyleyip sustu:

“Amira ben.”

Bir havai fişek daha patladı. Baktık. Şehir, gökyüzünden siyah ve dikdörtgen teraslann oluşturduğu dev bir kare bulmacaya benziyor olmalıydı.

Kare bulmacanın beyaz karelerinden birinde, düğünün ilk harfi duruyor, D-Ü-Ğ-Ü-N sözcüğünün tamamlanabilmesi için başka teraslann ışıklarını yakması gerekiyordu. Biz üç kadın, kimsenin kafa yormayacağı karanlık karelerden birinde duruyorduk.

Bu çakırkeyf kare içinde birbirimizin yüzünü havai fişekler ancak en parlak noktaya ulaştığında bir anlığına görüyor, sonra gökyüzünden yeryüzüne, yüzümüzden karnımıza kadar akan ışıkla omuzlarımıza, göğsümüze, kollarımıza, bileklerimize tanık oluyorduk.

Mısırlı Maryam, eğer bir gecelik giymiyor olsa genç bir oğlan çocuğu sanılabilirdi. Ve eğer ağzını açmasa kalın sesiyle insanda nasıl bir kudret hissi yarattığı bilinemezdi. Tunuslu Amira ise geceliğinin içinde balık gibi oynuyordu durduğu yerde.

Ne zaman rüzgâr esse bir yeri öpülmüş gibi cilveleniyordu. Ben gelmeden aralarında oluşan dengeye göre Maryam buranın erkeği, Amira kadınıydı. Birbirlerine zıtlıkları mizaçlarını belirginleştiriyordu. Çıkmış seyrediyorduk âlemi, âlemin bizi seyredemediği bir karanlık damda, dev bir bulmacanın siyah karesinde cascavlak saklanmıştık.

Havai fişekler bitince aceleci bir merakla sordum Tunuslu Amira’ya:
“Sen niye otelde kalıyorsun?”

Alaycı, acılı bir gülümseme aralığı verdi. Düğüne çevirdi başını. Büsbütün duygusuz, az önceki kahkahaları atan kadına ait olmayan robotik bir sesle:

“Babam öldü ve devrim oldu. Eve gidesim yok.”

Mısırlı Maryam Arapça “Başın sağ olsun” dedi, ben bir şey demedim. Amira, çenesini yukarı kaldırıp kabul etti dileği. Sonra topaç gibi kavrayıp sessizliği savurup döndürdü lafı:

“Böyle de acayip oluyor. Kendi şehrinde turist gibi. Başka biri gibi oluyorsun eve gitmeyip otele gelince. Kendi hayatına başka bir kapıdan girmiş gibi… İyi böyle…

” Başını salladı kendi kendine, “İyi böyle. İyi böyle.” O, viskiden lüzumsuz sıklıkta yudumlar alırken Maryam, “Film durmuş da içine girmişsin gibi. Tunus’un Mor Gülü!” dedi.

“Dur bakalım. Bu da böyle bir gece” dedim içimden. İlginç adamlarla tanışmak Paris birazdan bombalanacakmış gibi korkutsa da beni, ilginç kadınlarla tanışmak La Strada Operası’nda perde açılıyor gibi bir şükür duygusuyla doldurur içimi. Yine öyle oldu.

Amira, Maryam’e döndü, “Senin burada işin ne?” der gibi. Maryam, gözlerinde renkli ampullerden minyatür bir düğün ile konuştu:

“Resmi olarak Kartaca’nın kurucusu Kraliçe Dido üzerine çalışmak için buradayım. Ama esasında ben de Kahire’deki kendi filmimden kaçıp geldiğimi itiraf edeyim.”

Her ikisi de -Arap kadınlarının Şehrazat ezberinden mi kaynaklanır, bilmiyorum- en meraklı yerinde yarım bıraktılar cümlelerini.

Böylcce çekildik karanlık karenin en karanlık noktasındaki ferforje masaya. Beyaz geceliklerimizin askıları tenimize ayrıla yapışa, düşe kaldırıla, güldükçe ay ışığı parça parça başka yerlerinde yüzümüzün, gülüştük.

Baldırlarımızdaki pütürlerle uğraştık, epey sarhoşlayarak. Resepsiyonist kız ile ilgili gülüştük, otelin hücre tipi odalarına, düğünde oynayan kadınlara…

Amira, Tunuslu erkekleri taklit etti, ona güldük biraz. Sonra Mısırlı ve Türkiyeli erkeklere. Bu tatlı rabarba deşifre edilip kâğıda dökülebilseydi, belki de elimizde küçük bir “Kahkahah Ortadoğu Erkekleri Ansiklopedisi” olabilirdi.

Sonra sustuk nedense bir süre. Amira bütün bu süre içinde ne iş yaptığını söylemedi. Dikkatimi çekiyor bu mesela.

“Eee?” dedi Amira, Maryam’e, “sen Kahire’den neden kaçtın?” Maryam bir anda anlatmaya karar vermiş bir kadın oldu. Kendi kuru akademisyen ciddiyetini Amira’nın gevşekliğine uydurabilmek için hiç kullanmadığı sözcüklerin yakasını acemice açmak gayretindeydi:

“Tatlım ben bir halt ettim. Biriyle yattım. Bu sebeple huzurlarınızdayım!”

Amira, balıketi bir tavuk gibi “Canına değsin hemşire!” diye çınladı.

Maryam’in gövdesi, konuşurken bir erkeğe dönüyor, bir kadına, ikisinin arasında bir hıçkırıkta takılı kalıyor bazen. Anlatırken omuzlarını bir öne alıyor kalender bir erkek gibi, bazen geri atıyor bir kadın gibi.

Amira memelerini masaya koydukça Maryam öne, Amira geri yaslandıkça o da aynen geri. Maryam, bu mücadelesinden mecal buldukça konuşuyor, sesleri kazıyor boğazından:

“Yakın zamana kadar kardeşiniz saflığını saklıyordu… Yani şanslı bir adamla ilk gece için… Piyango epey devretmişti anlayacağınız! Ha ha ha…”

Ne bu abartılı argo ne bu kederini yozlaştırma çabası yakışıyor ağzına. Bu laçka cümleler Maryam gibi efeli ve erkeksi bir kadının ağzından çıkınca, dinleyende sadece rahatsızlık yaratıyor.

Ama Amira’da başka türlü bir şefkat bilgisi olmalı, derhal tedavi ediyor havadaki kekre tadı:

“Oh! Bizim de bir gelinimiz var yani!”

Benzer İçerikler

Mahkum Prenses – Philippa Gregory – Online Kitap Oku

yakutlu

Türkan & Tek ve Tek Başına

yakutlu

Sanat ve Sanatçılar Üzerine – Sigmund Freud Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy