“Kasım gözlerini ve kulaklarını düzenli olarak dışarıya saldığı için etrafında insanların yaşamakta olduğundan emindi. Her seferinde gözleri bir insana, kulakları bir sese değip kendisine dönüyordu çünkü. Gözüne ve kulağına bir karşılama inlemesi hazırlıyordu o da. O yerlerden başka gözler ve kulaklar da gelir, halini görüp duyarlar diye.”
“Oysa sokaklara seslenen imdatlar, komşu duvarlara çarpan ıhlamalar, caddelerin ızgaralarına ığıl ığıl akan irinler, köşe başlarından asfalta akseden gölgelerin ürkek salınışları, derin üzüntülerle beneklenen bedenler, insanların yüreklerinde geniş düzlükler açmıştı çoktan.”
Kasım, güneşe kafa tutamayacak kadar çelimsiz, kara kuru bir adam, yüreği korkuyla atan çocuksu bir baba. Yüzünü gözünü döven yağmurun altında dünyaya bakıyor. Yüksek bir huzura, en kıymetli makama sesleniyor, oğlunun davasını soruyor. Avaz avaz, için için… Dünyanın Kasım’a Görünüşü, dünyanın, insanların bir derde kör kalışının, çaresiz titreyişlerin, zamansız kavrayışların romanı.
Sema Aslan, kimselerin duymadığı “ah”lara, yangılı yüreklere ses oluyor; tepesinde kara bulutların toplandığı bir hikâyeyi ipek gibi incecik bir üslupla anlatıyor.
1
Kasım, yağmurdan korkar. Korktuğunu hem bilir hem bilmez. “Yağmurun neyinden korkuyorsun?” diye soran olursa, “Yağmurdan korkmam elbet, neyinden korkacağım,” der. Öyle ya, yağar yağar durur. Ama olur da durmazsa? Aşındırasıya, boğasıya yağarsa? Kimin gücü yeter durdurmaya? O gün işte öyle, deli gibi, gözü dönmüş akarıyla herkesi süpürüp atmaya niyetli yağıyordu. Ata dede toprağı dinlemeden, içinde biriktirdiği ne varsa kusuyor, kustukça rahatlayacağına tetikleniyordu. Her bir bulut canlanmıştı. Her bir bulut, akmak için varını yoğunu ortaya koymuştu. Şehir tekne olsa, saniye dinlenmeden bağrından kova kova su boşaltırlar; o derece. Aklı olan ayağının ucunu eşikten göstermez. Bağırdan su boşaltanlar hariç. Onların gözleri kara, halleri coşkuludur. Kedinin kuru yaprakla oynaması gibi oynarlar canlarıyla. Bir caka, bir fiyaka bu esnada! Arada bir durup, gökyüzüne sövdükleri bile olur. Yağmurdan korkan Kasım’ın aklıysa, bir süredir başında değildi. Havanın renginden, kokusundan şüpheye düşmeden (“İki saat önce günlük güneşlikti babam, ne bileyim ben?”), Nurcan’la ikisi bindiler feribota Kartal’a geçecekler. Daha feribot iskeleye yanaştı, hava döktü.
Kıyısına sokulacakları yer bulana kadar su içinde kaldılar. Islanmadık ne don ne atlet, cıcıkları çıktı. Kasım, dönüp Nurcan’a baktı. Kıvırcık saçları ensesine yapışmış. Ensesi terler Nurcan’ın, elinde hep ufak bir bez ensesini, boynunu silmeye. Teri yağmur suyuna karışmış. “Geceleri de böyle cıbıldak tere batıyor, sanki uyku arasında suya dalıp çıkıyor,” diye geçirdi içinden Kasım. Hemen sonra da kendine kızdı. “Kasım,” dedi, “senden adam olmaz.” İlle birlikte gideceğiz diye tutturmuştu. “Sen bir git, bir görüş öyle,” diyordu Nurcan. “Neyini görüşeceğim? Ev var, iş var, gidip oturalım işte.” Halbuki Nurcan’ın gönlü istemedi mi bütün işleri ters giderdi Kasım’ın. “Yüzüne kızayım, sen sebepsin, doğru giden iş bile senin gönülsüzlüğünden eğri oluyor diyeyim,” diye düşünürken, bir araba durdu önlerinde. Feribottaki yolculardan biriymiş, “Nereye gideceksiniz ağbi, var mı beklediğiniz?” diye sordu.
Söyleyince, “Yakın yermiş zaten, atlayın haydi,” dedi. Artık dediği gibi kendi de Cevizli’den mi geçecekti yoksa hallerine acıdı da hususi onlar için mi oraya çevirdi yolunu, belli değil. Kim olsa acırdı hallerine. Belki en çok da Nurcan’a. Üstüne tiril tiril giyinmişti. Neredeyse sele kapılacaklar, daha hâlâ elindeki bezle yüzünü gözünü siliyor, çaputtan umudunu kesmiyordu. Bindiler tabii arabaya, “Ya n’apacağız?” diye kendi kendini cevapladı Kasım. “Koltuklar da ıslandı kardeş,” dedi Nurcan. Yağmur damlaları – artık damla denirse onlara, kaportaya hızlı hızlı, pat pat pat vuruyordu. Adam sileceklerin arasından güçbela yolu seçmeye çalışıyordu. Nurcan’ı duydu duymadı; bir şey demedi, gözünü yoldan ayırmadı hiç. Kasım ön koltuğa, şoför yanına oturmuştu.
Az soluna dönüp Nurcan’a baktı. “Yahu Nurcan, sudur su! N’olacak?” dedi. Nurcan başını çevirdi. Elindeki bezle camın buharını sildi. Tersinde kalıyordu, Kasım sildiğini görmedi ama gırç gırç ses geldi camdan. Boynu ağrıyınca önüne döndü tekrar. Belki bir çeyrek saat geçti geçmedi, “İnsan, insanlıklı olmayınca, olmuyor. Ama insanlıklı olunca, senin gibi… Atlayın demesen, belki biz daha bekliyorduk orada,” dedi, laf olsun diye. “Zaten yolumun üstü ağbi. Yenge de var yanında…” Konuşmanın buraya varmasına bozulduysa da (“Al işte! Nurcan’ın hatırına durmuş önümüzde… Nurcan’ın gönlü olsun, hep Nurcan akıl etsin, en doğrusunu Nurcan bilsin, Nurcan, Nurcan, Nurcan. Hadi git Cengiz’i de getir gittiği yerden, getir de görelim.”) uzatmadı. “Zaten yanlış anlama da, ilk yengeyi gördüm.
Sen öyle büzmüşsün kendini…” Bu defa adamı dimdik izlemeye başladı Kasım. Öfke bakışlarından okunsun diye sinirini tüm gücüyle gözlerine yürüttü. Varlığının hiçe sayılması, kendi tersine duyduğu özlemi depreştirmişti; gerçi hiçbir zaman tersi pistir dedikleri türden bir adam olmamıştı ama kendince bir tersi vardı Kasım’ın da. O öyle inatla bakınca, birkaç kere de adam baktı, bir yola bir Kasım’a. Bu bir türlü sabitlenemeyen baş, adamın bir cevap beklediğini gösteriyordu; başını Kasım’dan yana her çevirişinde gözleriyle “Hayırdır ağbi?” diye soruyordu. Fakat Kasım herhangi bir şey söylemedi; cevaba sayılacak ufacık bir hareketi olmadı bedeninin. Beriki kendince akıl okuyarak, “Rahat ol ağbi, bırakacağım sizi kazasız belasız gideceğiniz yere,” dedi. Burnundan fıh diye ses çıkararak güldü Kasım. Nurcan sevmiyor, “Karga burunlusun zaten, bir de fıhlama,” diyor. İnadına birkaç kere daha fıhlaya fıhlaya güldü Kasım. Tam o ara Cevizli yazısının yanından geçtiler, “Hah!” dedi, “sol, sol, sol!” “Gördüm ağbi, sakin. Zaten bak, anca yürüyoruz.” Duymamışçılığa vurdu Kasım. Aslında böyle dallı budaklı konuşmaları sevmezdi. Zaten bakmış, anca yürüyormuşuz, sakinmiş. Ama şimdi adam arabasına almış. E gök de delinmiş. “Sakin,” dedi o da kendine. Tabelayı sağ taraflarında bırakıp, Cevizli’ye saptıklarında asfaltı da terk etmiş oldular. Altlarında toprak yol, biraz gitti gitmediler, Nurcan bu defa da, “Sanki Paris,” dedi. Kasım, niye ha bire bunu söylediğini bilmiyor Nurcan’ın. Paris’i hiç görmedi. Paris’i de başka bir yeri de – İstanbul’a bile ilk gelişi. Yalova’daki mahalleye de Paris diyordu.
Bir ara İzmit’te kalmışlardı, yeni evlendiklerinde. O zaman Paris yoktu. Belki bilmiyordu o yıllarda. Adam, dikiz aynasına doğru dikelip, “Nasıl abla?” diye sordu. “Araba diyorum, çamur içinde kaldı.” Nurcan esas lafını sesini alçaltarak Kasım’ın kulağına söyledi: “Az temiz bir yer olaydı, şaşardım zaten.” Kasım, ensesindeki Nurcan’dan koptu, başını cama yaklaştırdı, göğe baktı. Dersin, onları boğmadan ferahlamayacak.
Sadece onları da değil, tüm dünyayı. Yağmur bu anda tüm dünyayı; ayırt etmeden bütün ülkeleri, kentleri, mahalleleri, üzerinde ne yaşandığına bakmadan sokakların her birini korkutuyor olmalıydı. Yağmurun böylesine ısrarlı olup da, tek bir yere, şu koca dünyada sadece Kartal-Cevizli hattına yağdığına inanmanın imkânı var mıydı? Damlalar gözlerinin önünde hışımla düşüyorken yere, “Olanaklı değil,” diye düşündü. Tam emin olabilmeye, bir daha tarttı gökyüzünü. “Yok.” Gene arkaya döndü, “Nurcan,” dedi, “bir Cevizli mi sanki babam, her yer çamur. Belki Paris bataklığa dönmüştür şimdiye.” Elindeki bezle yüzünü silip yine dışarı baktı Nurcan. Kartal’dan beri siliniyor. Cırmalanmış gibi al al çizgiler oturmuş yanağına. Adam direksiyona doğru yaylandı, alnını öne yaklaştırdı, Nurcan’a bir şey demeden yoluna devam etti. Zaten çamur da yükselmiş iyice, ağırlaşmış. Tekerleri içine çekiyor sanki, güçbela gidiyorlar. Adam, kavisli bir yol tutuyor ki tekerler az da olsa rahatlasın.
– Çamuru görüyor musun ağbi, kendi deryasından imkânı yok, kopmaz çamur dediğin. Sen istediğin kadar döndür tekerleri, istediğin kadar ivmelendir, gene kurtaramazsın. Lanet bir şeydir. Öyle öyle.Nihayet mahalleye girdiler, Doğan 1’i görene kadar da caddeyi bitirdiler. Yolun cephesine dizilmiş binaların hepsinde kadın erkek, genç ihtiyar, çoluk çocuk sanki onları beklermiş gibi camların gerisinde duruyordu, caddenin bir ucundan öbür ucuna. “Çamurun içinden vallahi evran gibi çıktık,” dedi Nurcan, sokağı seyredenlere hak veren bir sesle, “kıvrıla kıvrıla.” “Kahvenin önünde dur kardeş,” dedi Kasım. Durdu. “Sağ olasın.” İndiler. Arabanın kıçına vurdu Kasım. Dizginsiz ata özensin, kopsun gitsin diye hayal kurdu oracıkta. Ama ne atı ne kopması? Nurcan’ın demesi gibi, tam evrana benzedi gidişi.
“Boğuk boğuk tıngırdaması bundanmış meğer,” dedi peşinden, oynak kaportaya bakıp. Nurcan duymadı dediğini; yağmurun sesi kuvvetli, Kasım’ınsa bağıracak kuvveti yok. Hem o bağırsa, öbürü duysa ne olacak? Çevirdi başını yukarı, binaların yüzüne baktı. Mahalle güya güneş parlamış da ışığı vuruyormuş gibi, neredeyse tamamı ellerini siper etmiş. Besbelli ki yağmur yüzünden gördüklerini seçemiyorlar. Kasım da cepheye baktı ama sanki gözünde bir çizi var. Her şey bulanık, titrek. Cepheden ince uzun parçalar gördü; gözündeki çizi binanın ne kadarını gösterdiyse artık. Az sonra diğerleri gibi elini siper etti o da. “Çamurdan ışık mı şavkıyor Kasım, ne karıtıyorsun gözlerini?” Diyecek bir şey bulamadı Kasım; gözleri kısık, öylece durdu Nurcan’ın karşısında. O bir şey demeyince, “Eh,” çekti Nurcan, “etraflıca gördün mü? Çamur işte. Haydi, daha ne?” Paçaları, parmak kalınlığında çamurla sıvanmıştı Kasım’ın. Mahallenin gözü önünde yıvışık toprağa saplanmıştı. “Tamam babam, tamam,” dedi Kasım. Bu defa biraz bağırdı ama. Başı hâlâ yukarıda, Doğan 1’e yürüdü.
…