Dünyanın Uğultusu | Behçet Çelik


Korku dolu bir şeydi dünyada olmak. Dünyayı düşününce minicik bir nokta sayılacak şehirde bile yalnızdı – şehrin uğultusunu bastıracak ikinci bir ses yoktu. Kendini korumak zorundaydı. Aslolan buydu, başka bir şey değil. Kendini korumak zorunda olduğunu idrak edenlerin tutturduğu bir düzeni vardı dünyanın. Ona uyacaktı,
uymalıydı. Bilinçsizce de olsa, yaptığı bu olmuştu o geceye dek, bundan sonra daha bilerek atacaktı adımlarını, atmalıydı.

Behçet Çelik, Dünyanın Uğultusu’nda, bir taşra kentinde doğan, üniversite okumak için geldiği İstanbul’da temelli bir yaşam kuran, iş hayatında günbegün yükselen ve bu yükselişin ardından hayat tarafından adım adım sıkıştırılmaya başlanan Ahmet’in hikâyesini anlatıyor. Üniversiteden yeni mezun olmuş, kendi ruhu ile sokakların ruhu arasında bir tercih yapamamış Aynur’un ve varlığı ile yokluğu bir muamma olan Ayla’nın…

İşsizliğin, para meselelerinin, aşkın, arkadaşlığın, geçmişin ve hayatın koyu renginin sıkıştırdığı biri nereye kaçar? Kendisine mi? Kendimiz dediğimiz şey neresidir ve ne kadar ferahtır? Yoksa bir başkasına mı kaçar? Peki, bir başkası? Ferahlık mıdır, dindirir mi uğultuları?

Behçet Çelik, kuvvetli anlatımı ve dilin imkânlarını çoğaltan kalemiyle uğultunun sesini satırlar arasından yükseltiyor.

Dünyanın Uğultusu, hayatın dili ile edebiyatın dilini harmanlıyor. Behçet Çelik, kuvvetli anlatımı ve dilin imkânlarını çoğaltan kalemiyle uğultunun sesini satırlar arasından yükseltiyor.

CAMBAZ

Sen eşikte, kedi ağaçta, bulut
Damda; gök, yarısı yeşil, yarısı
Sarı, iner denize, başlar oyun.
Hayvanlarım çıkar önce, üstü fil,
Altı kurt; değişir: balıkla geyik.
Kısarım gündüzümü; bir yarım ay,
Bir yıldız çadırı geceye dönük.
Sallanırım son ışık trapezinde,
Bir doğu, bir batı: Korkunç
Perende.
Büyü gecem büyü, büyü gittikçe,
Gittikçe daha yoğun.

– OKTAY RİFAT

1

Çarşının içinden geçerken aklında kıyıdaki parka inmek yoktu. Biraz dolaştıktan sonra atıştıracak bir şeyler alıp eve gitmekti niyeti. Hoşuna gitmişti yürümek, ısıtmayan kış güneşi, tenha caddeler. Yıllardır yapmadığı şeydi günün bu saatlerinde avare dolanmak sağda solda – hafta içi. Demek, böyle sessiz, böyle tenha da oluyormuş buralar.

Okul yıllarında bile kışın buralarda bu saatte hiç yürümemiş olabilir. Dükkânları, mağazaları, iş hanlarını geride bırakıp dar sokakların, çok yüksek olmayan apartmanların arasından denize yukarıdan bakan genişçe bir alana çıktığında seviniverdi. Bulut yumakları güneşi örtmüş, ama ötelerde, denizin üzerinde gümüşi bir kıpırtının, titrek, neşeli, neredeyse göz kırparak salınmasına engel olamamışlardı. Bu saatte dün bu saatler öğle yemeği vaktiydi şirkette demek böyle bir açı oluyordu güneşle denizin arasında. Şaşkın baktı bir süre kırpışan ışığa. Sadece açı, ışık, manzara değildi şaştığı; kendindeki kıpırtıyı da o da mı gümüşiydi yoksa? yadırgamıştı. Neredeyse büsbütün alışmışken kıpırtısızlığa. Ne zaman başladı, bilmiyor. Bir sabah uyandığında kıpırtısız bulmadı kendini  böcekleri sevmez zaten.

Ufaktan başlamıştı da, “Neler oluyor böyle bana?” derken mi fark etti kıpırtısızlığı, fark etmeyip kurdu mu yoksa; emin olamıyor. Bir şeyler çekilmişti içinden. Yavaştan mı olmuştu sevip sevmediğini bilmediği bir kazağın sökülüvermesi, toparlamaya çalıştıkça çoğalması elindeki ipin; artık daha fazla sökülmez dedikçe ipin uzaması, kazağın eksilmesi–; birdenbire mi yoksa –alışveriş torbasındaki yırtıktan yere düşen domatesin ansızın yerle teması; ıslak, yapışkan, sesli–, düşünse de anımsayamıyor. Elinde kalmıştı, yere yapışmıştı. Yoktu artık. Ya da vardı, ama eksik, yaralı.

Her durumda işe yaramaz. Eskiden de olmuş muydu? Olmuştu galiba, ama öncekiler böyle sebepsiz değildi. Lise sona geçtiklerinde, okulun ilk günü, hoşlandığı ama açılamadığı kızın başka şehre taşındığını öğrendiğinde ya da askerliğin ilk zamanlarında… Hep var olacağını düşündüğü birilerinin yoklara karıştığı –kimin yazdığını, ne zaman, nerede okuduğunu anımsamadığı bir dize: “kesilmiş bir kol gibi omuz başında”, büyücek bir boşlukta duymuştu kendini. Bu farklıydı ama: Öncekilerde eksikliğini duyduğu, kimi zaman kendini onlara çok yakın hissetmiş de olsa, dışarıdaki biri, bir yer ya da topluluktu. Bu kez çok içeriden bir yerden bir şeyler kopup düşmüş gibiydi  ne olduğunu, ne zaman, nerede düşürdüğünü bilmediği. Tek bildiği eksildiği. Belki de bu yüzden ne hoşlandığı kızın yokluğundaki gibi hareketsizleşip uyuştu, ne de askerdeki gibi sürekli bir öfkeyle geçirdi günlerini. Yapıp durduklarını yapmayı sürdürdü. Eksilen –her ne ise hayatında– eksilirken, başka şeyleri de çekip almıştı. Çok da kötü değildi hani: Telaşsızca yapmaya başlamıştı öteden beri yapıp durduklarını. “Aman, saat altıya kadar bitirmeliyim, kalmamalıyım mesaiye,” demeden hazırlar olmuştu dosyaları, hesapları. Eve iki saat geç gitse ne? “Şu toplantı bitse artık,” demeden dinlemişti iş arkadaşlarının, müdürlerin uzayan konuşmalarını. Masasına bir an önce dönse ne? Pazar sabahtan başlayan sıkıntı büyümez olmuştu eskisi gibi  pazar gecesi bile.

Ha pazar, ha pazartesi. Kimselere anlatmadığı için bir ad bulması gerekmedi önceleri. Anlatmadı, ama sezenler oldu bunu – nasıl da sezer başkası! Özlem sezdi örneğin. Sezmemesi için çok çabalamıştı oysa. Elleri cebinde, yüzü ayazdan kızarmış, buz mavisi denizin gümüşi salınımını seyrederken, hissettiklerini  belki de hissetmez olduklarını Özlem’e sezdirmemeye çabaladığı gece geldi aklına. Saatlerce hiçbir şey yapmadan televizyona, evin duvarlarına, hatta penceredeki karanlığa bakabileceği bir geceydi. Ne mümkündü böyle durup kalmak!

En çok o gece zor gelmişti bir şeyleri sezdirmemek. Tuhaftı doğrusu: Hiç olmadığı kadar isteksiz sevişmişti; hiç ummadığı kadar uzamıştı sevişmeleri. Bir bedeni olduğunun farkına vardığı gecelerden biriydi – kıpırtısızlaştıkça bunun farkına bir daha hiç varmayacağını sanmaya başlamıştı oysa. Uykuya dalmadan önce, Özlem’in terli bedenine sarılmıştı. O kadar sokulunca sarılmamak olmazdı; “Neden sarılmıyorsun?” diye başlayan sorular, “Neyin var senin?”e varabilirdi. Oysa bir an önce uyumak istiyordu. Özlem’in nefesinin yavaş yavaş düzelişini her seferinde sanki daha az yükselip inen göğüslerinin üzerindeki dokunup dokunmadığını ikisinin de bilemeyeceği elleriyle takip ederken, “Belki de,” demişti, kendi kendine, “böyle yaşamalı, ruh dediğimiz şey iyi değil, ruh zihni çağırıyor, ruhsuz olmalı böyle.” Evet, o gece böyle adlandırmıştı: “Ruhsuz.” Peşi sıra sökün etmişti kelimeler: Cansız, tatsız, keyifsiz, nahoş… Her biri bir eksikliği duyuran bu kelimeleri sayarken, sabahında hiçbir rüya kırpıntısını anımsamayacağı derin, karanlık bir uykuya dalmıştı Elleri kamaştı o geceyi anımsayınca. Sanki özledi Özlem’in tenini, çıplaklığını. Hayra mı yormalıydı bunu, şerre mi? İnsanın içinde bir şeyler ne kadar da eksilse, kurallar, kaideler baki kalıyor. Tutup bu akşam çat kapı gidemez Özlem’e. Bir şeyleri konuşmadan, anlatmadan, anlatmaya çabalamadan sarılamaz; terleyemezler birlikte. Bir şeyleri konuşmaksa imkânsız  hele bugün.

O geceden birkaç hafta sonra daha mı çoktu yoksa bilemedi Özlem’le ayrılmışlardı. Eksilmeye başlayanlardan biri de takvimdi galiba yaprakların düşmesi değil, günlerin izsiz, kerterizsiz geçmeye başlaması. Kaç gün önce ne olduğunu iyi kötü bilirdi önceleri; tam olarak çıkartamasa bile, bir ipucu bulur, zihnini zorlar anımsardı  “salıdan sonraydı, salı günü sinemaya gitmiştik, cuma Ali’lerdeydik, perşembeydi galiba.” Şimdi takvimler karman çorman. Ne ayrılmalarından sonra kaç hafta, kaç ay geçtiğinin çetelesi var zihninde, ne o geceden kaç zaman sonra ayrıldıklarının. Son sevişmeleri olmamıştı o geceki tek kerteriz buydu– ama bunu anımsamak başka şeyleri anımsamasına yetmiyordu.

Üstelik son sevişmelerinden hiçbir şey kalmamış aklında. Her şey yolunda gibiydi, yoluna girmiş gibiydi. Önceleri anlaşamadıkları şeyler sorun olmamaya başlamıştı aralarında. Ruhsuzluğun bir başka yan ürünü sanmıştı bunu. Akşamları, hafta sonları Özlem ne istemişse onu yapmışlardı gündüzleri neler yapması gerektiği belliydi; kim, ne zaman, nerede belirliyorsa. Sinemaya gidelim. Olur. Makarna yiyelim. İyi fikir. Bülent’lere uğrayalım.

Tamam. Çekemem film milm, makarnadan bıktım, onların ev kalabalıktır şimdi… dememişti hiç. Ha evde oturmuşlar, ha sinemaya gitmişler, değişen bir şey yoktu. Yine de Özlem sezmişti işte bir şeyler. Belki de bunlardı sezdiği, yapmadıklarını yapar olması. Tabii ya, her şey buz gibi ortadaydı, ama içindeki eksikliği kurcalayıp durmaktan ne ortalığın farkındaydı, ne Özlem’in. Bozarsın be adam, o kadar kurcalarsan, parmağının anca girdiği delik, bakmışsın kocaman bir yırtık olmuş.

“Ara verelim,” demişti Özlem kibarca, bir pazar öğle sonu, geç yapılmış kahvaltının ardından kahve içerlerken. Galiba bir şeyler sormasını beklemişti, en azından itiraz etmesini, “Olmaz,” demesini… “Bakalım bir, sen öyle diyorsan…” mı demişti hepi topu? Özlem’in diş fırçasını, tarağını alıp gittiğini birkaç gün sonra, ortalığı toparlarken fark etmişti. “Ara” uzadıkça uzamıştı. Özlem arayıp “Görüşelim,” dese, kalkar giderdi; demedi. Konuşmadılar o pazar gününden sonra. Bir zaman sonra aramak aklına geldiğinde, istediğinde hatta, eli varmadı. Ne diyecekti?

En önce günlerdir neden arayıp sormadığını açıklaması gerekecekti. Bakışlarından, susuşundan Özlem’in bunu beklediğini sezecekti. Bir açıklaması yoktu. Gözünde büyüdükçe büyüdü. Takvimler de aradan geçen sürede iyiden iyiye karışmıştı galiba. İyi olmuştu belki de ayrılmaları. Ayrılmamış olsalar, bu akşam buluştuklarında saçma sapan şeylerden konuşmaları gerekebilirdi. Hemen bir özgeçmiş hazırlamasını söyleyecekti Özlem. İşten çıkartıldığı için canının sıkıldığını düşünüp Ahmet’i teselli etmeye çalışacaktı. Deniz kenarına inerken kendine itiraf ettiklerini Özlem’e anlatamayacaktı, anlatamazdı.

Yıllar sonra hafta içi bir gün, öğle sonrasını sokaklarda boş boş dolaşarak geçirmenin hoşuna gittiğini, işsiz kaldığı için neredeyse sevindiğini, onunla birlikte işten çıkartılan arkadaşlarının genel müdürle görüşmeye gidip bir süre yarım maaşla çalışmayı önereceklerini öğrendiğinde, onlarla gitmek istemediğini, içinden müdür kabul etmese diye geçirdiğini… Ayrılmamış olsalardı, birkaç güne kalmadan, Özlem büyük bir olasılıkla işten çıkartılmasının son günlerdeki halleriyle ilgisi olduğunu söylemeye başlayacaktı belki de. Bütün ruhsuzluğuna karşın bu sözler onu sinirlendirecekti, sinirlendiğini belli etmemeye çabaladıkça daha da artacaktı öfkesi; birlikte olduklarında bu konunun yeniden açılmaması için konuşacak başka konular arayıp duracaktı. Özlem’in onda kaldığı gecelerin sabahında Özlem işe giderken suçluluk duyacak, suçluluk duyduğu için bütün gün çıkmayacaktı yataktan. Kaptırmıştı gene.

Ama bu son nokta mühimdi. Neler yapacak, neler yapmayacaktı bundan sonra? Bunları hemen belirlemesi gerekmiyordu, ama şu şarttı: gün boyu uyumayacaktı. İşsizlik neyse de, bütün günü evde uyuklayarak geçiren bir adam olmayacaktı. Tazminatlarının ödeneceği söylenmişti. Kabaca hesaplamıştı alacağı parayı; bir süre idare ederdi. Her durumda bir hafta on gün iş miş aramayacaktı. Kafa dinleyecekti. Ya uzarsa işsizlik? Tazminatlar, bankadaki üç beş kuruş parası bitince ne yapacaktı? Birkaç ay önce arabasını satıp parasını faize yatırmıştı, böylece bir zaman sonra hem arabasını yenileyebilecek, hem de para artırmış olacaktı. Nereden nereye… Neyin hesabını yaparken ne gelmişti başına. Tasarruf etmeliydi bundan sonra. Eskisi gibi yaşamazsa –birilerine hep önerdiği gibi, küçülürse– tahmininden daha uzun süre yetebilirdi parası.

 

Benzer İçerikler

Ziyan

yakutlu

Söyleme Bilmesinler | Şermin Yaşar

yakutlu

Yatağımdaki Serseri – Sabrina Jeffries – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy