Koşuyordu. Küçücük bedeni ne kadar hızlı koşabilirse o da o kadar hızlıydı. Birbiri ardına yere vuran ayaklarının sesi tüm benliğini kapladı. Nereye gittiğini bilmiyordu. Tek bildiği, kaçması gerektiğiydi. Aldığı her nefeste yanan ciğerlerinden ve yerinden fırlayacak gibi atan kalbinden başka bir şey hissetmiyordu. Sendeledi, ama düşmedi. Sert bir el, onu tuttuğu gibi bu kâbusun başrolü olmaya mahkûm etti.Bazılarının hayatı soluksuz bir sınav gibidir. Gece gündüz dur durak bilmeden, annesizlikte, babasızlıkta, sevgisizlikte, ayrılıkta ve istenmeyen kavuşmalarda, istenmeyen buluşmalarda sınar durur insanı. Bunların nerede biteceğini bilmeden, bitip bitmeyeceğini bilmeden, güç yeterse elif gibi dik durmaya çalışarak verirsin sınavını. Ve sabredenler için ılık meltemler vardır.Yaşadığı her şeyin bir dengesi, bir nedeni vardı. Şikâyet etmek yersizdi. Bir yanda sabrın, diğer yanda şükrün tartıldığı terazi gibiydi onun hayatı. “Gerçekten biz Eyüp’ü sabırlı (bir kul olarak) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Daima Allah’a yönelirdi.“
İçindekiler
Düş Kapanı 9
Yıllar Önce 12
Kardeşlik 17
Doğum Günü 23
Entrika 30
Ayrılma Vakti 42
Annesiz Günler 51
Baba Ocağı 63
Okul Günleri 66
Cami 78
Borç 84
Bodrum Katı 95
Tatil 107
Köyde Hayat 119
Nikâh 128
Düş Kapanı 134
Sözün Bittiği Yerde Başlangıç Olmaz 143
Beklenen Gün 154
Haber 165
Evcilik Oyunu 169
Irkçılık 179
Karanlıktan Aydınlığa 189
Çocuğun Çocuğu Olur mu? 196
Sorumluluk 213
Hayat Sürprizlerle Dolu 231
Çalıntı Araba 244
Bir Adım 248
Eski Dost 257
Tokat 263
Mahalle 272
Dükkân 276
Burhan 279
Zeynep 286
Bu roman, gerçek bir hikâyeden esinlenilerek yazılmıştır.
Düş Kapanı
Koşuyordu. Küçücük bedeni ne kadar hızlı koşabilecekse o da o kadar hızlıydı. Birbiri ardına yere vuran ayaklarının sesi tüm benliğini kapladı. Nereye gittiğini, ne zaman duracağını bilmiyordu. Tek bildiği, kaçması gerektiğiydi. Aldığı her nefeste yanan ciğerinden ve yerinden fırlayacak kadar hızla atan kalbinden başka bir şey hissetmedi. Sendeledi ama düşmedi. Pes edecek gibi oldu. İşte o zaman içinden bir ses yükseldi:“Durma, kaç!” Durmadı.
Bu kadar dar bir dünyaya hapsolamazdı yaşayacakları.
Hayatını onlara teslim etmek için daha çok küçüktü. Hayır, kabul edemezdi. Kaçacaktı. Kaçıp kurtulacaktı.
Gözünün önünü bir duman kapladı. Belli belirsiz bir hırıltıya dönen nefesi iyice zayıfladı. Gözlerinin feri söndü. Bacaklarının dermanı kesildi. Kaskatı olan küçük bedenine bu kadarı yetti. Son gücü de tükendi. Kendini daha fazla taşıyamadı. Yere yığıldı.
Başının kaldırıma vurmasıyla birlikte, kendini şiddetle çakan bir şimşeğin ortasında buldu. Sonra da zihni gitgide küçülen bu ışığın peşinde sürüklenerek karanlığın derinliklerine gömüldü. Yaşadıkları bir bir gözünün önünden aktı. Aynı anların içinden aynı duygularla yeniden geçti.
Ne kadar olduğunu kestiremediği bir müddet yerde kaldı. O an zaman da, düşünceleri de, hisleri de donmuştu. Teninde beliren ürpertiyle yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Oysa yolun sonu olarak gördüğü, zorla itildiği o hayatı yaşamaktansa her şeyin donduğu o anda sonsuza kadar kalmayı yeğlerdi. “Ne olmuş bu çocuğa?”“Ambulans çağırın.”
Yarı baygın halde işitiyordu sesleri. Kim olduğunu bilmediği bu insanlar imdadına yetişmişti. Yeniden bir umut doldu yüreğine:
“Bn… le… hn…”
“Durun, kendine geliyor.”
“Çocuğum, ne oldu sana? Aç gözlerini.”
Gökyüzünü tüm kızgınlığıyla kaplayan güneş, açmaya çalıştığı
gözünü acımasızca yakıyordu. Göz kapakları iyice ağırlaştı: “E… nk… se…”
“Sanki bir şey anlatmak istiyor bize.”
“Kızım toparla kendini.”
Küçük kızın etrafına toplanan kalabalıktan iki kişi onu kollarından tutup doğrulttu. Hafifçe araladı gözlerini. Biri su şişesi uzattı. Şişenin ucunu kurumuş dudaklarına değdirdi ve dermansızca bir yudum aldı.
“Söyle şimdi bakalım, nedir bu halin?”
“Beni…”
Herkes suspus olup söyleyeceklerine dikkat kesildi. Küçük kız titreyen dudaklarını ağlamamak için sıktı ve cesaretini topladı.“Beni ev…”
“Zeyneeeeep!”
Yerde duran kızın ismini telaffuz eden bu kalın ses, bütün dik
katleri üzerine çekti. Uzun boylu, geniş omuzlu, kalın bıyıklı, sakallı bir adamdı sesin sahibi. Bakışları birer alev topuydu. Alnının ortasında ve göz çevresinde yer edinen derin çizgiler bu bakışların anlık olmadığının kanıtıydı.
Bir anda kızın başında biten bu adam, onun özbeöz amcasıydı. Zeynep onu görünce, kendini korumak isteyerek başını kollarının arasına gömdü. Şimdi küçük bir çocuk gibi gözlerini kapatırsa ondan saklanabileceğine inanıyordu.
“Her yerde seni aradık. Kayboldun diye çok korktuk.”
Sesi yumuşamıştı adamın. Zeynep bu sahte şefkate inanmadı. “Ambulans çağırmıştık beyefendi,” dedi bir kadın.
“Gerek yoktu bacım. Biz de zaten hastaneden geliyoruz. İğneden çok korkuyor, kaçmış. Çocuk işte.”
“Pardon, siz nesi oluyorsunuz?”
Adam sert bakışlarını kadının üzerine dikerek ona doğru birkaç adım attı:
“Amcası oluyorum. Peki, siz nesi oluyorsunuz?”
Kadın konuşamadı. İnsanların kafasında adamın iyi niyetine karşı şüpheler vardı. Birbirlerine bu güvensizliklerini açık eden kaçamak bakışlar attılar ve birinin bu adama karşı durmasını beklediler ama herkes sustu.
Kalabalık, adamın umurunda değildi. O Zeynep’i bulmuş ve amacına ulaşmıştı. Küçük kızı kolundan tutup kaldırdı: “Yürü, gidiyoruz.”
Zeynep çaresiz, düştüğü yerden kalktı. Neredeyse insanlara duyuracaktı başına geleni. Sadece iki kelimeydi söyleyeceği. Söyleyecek ve kurtulacaktı. “Beni evlendirecekler,” diye haykıracaktı. Haykırabilseydi, belki de bu kâbus burada bitecekti. Başını arkasına çevirdi. Korku dolu gözlerini insanlara dikti. Diliyle söyleyemediklerini bakışlarıyla anlatmaya çalıştı. Fakat olmadı. İnsanlar gidişini seyrettiler. Sert bir el, Zeynep’i tuttuğu gibi bu kâbusun başrolü olmaya mahkûm etti.
Yıllar Önce
Zeynep ve ailesinin çok sakin bir yerde oturdukları söylenemezdi. Almanya’nın en kalabalık şehirlerinden biriydi Hamburg. Oturdukları sokak da kalabalık ve gürültülüydü. Özellikle cuma ve cumartesi geceleri evlerinin karşısındaki eğlence mekânına alkollü gençler girip çıkardı. Sokakta sabaha kadar onların kahkahaları yankılanırdı. Bazen kavga eder, nara atarlardı. Bazı gecelerin sessizliği de polis sirenleriyle bölünürdü.
Annesi Zeynep’i yatağına yatırıp çıktı ama o bu ânı sevmiyordu. Gece odada yalnız kalmaya tahammülü yoktu. Evleri anayolun hemen bitişindeydi. Caddeden arabalar dur durak bilmeden geçtikçe ışıklar odasına sızıyor, duvarda gölgeler büyüyor, büyüyor, sonra yeniden küçülüyordu. Zeynep her gece uyuyana kadar karanlığın defalarca delinişini izliyordu.
Büzülüp yorganın içine iyice sokuldu. Babasından çekinmese biraz daha ayakta kalabilirdi. Babası kötü biri değildi. Fakat annesiyle sürekli tartışıyorlardı. Yatmak istemeyip yeni bir tartışmaya sebebiyet vermenin korkusuyla ses etmedi. Odanın kapısını açmaya karar verdi. Koridorun ışığıyla belki biraz daha rahat uyurdu. Kalkıp kapıyı araladı. Tam yatağına dönecekti ki annesinin sesini duydu.
“Sen ne biçim bir insansın?”
Yine mi tartışıyorlar diye geçirdi içinden. Kapıya yanaşıp konuşulanlara kulak verdi.
“Sen adam mısın be!”
“Özür diledik işte, uzatma.”
“Ağabeyinin seni köşeye çekip beni dövmeni istediğini duymadığımı mı sandın? Yok, madem dövdün, neden özür diliyorsun ki?
Vur kır, nasıl olsa affederim değil mi. Ama yok, bu kaçıncı. Artık canıma yetti.”
“Ülfet, ağabeyim geldiğinde titiz davranmanı istediğimi kaç kere daha tekrar etmem gerekiyor?”
“Al işte, çok merak ediyorum, neydi bu geceki kabahatim Ekrem Bey?”
“Yemek aşırı tuzluydu. Salataya sevmediğini bildiğin halde yeşil soğan doğramışsın. Masaya bakıyorum ne peçete var, ne su. Mutfakta laflamaktan seni çağırdığımı iki saat duymuyorsun. Sinirli adamdır ağabeyim işte, eksiği kusuru sevmez. Bir de yetmiyor gibi komşudan kahve için süt istemeye gitmişsin. Ablam söyledi ulu orta. Nasıl mahcup oldum. Senin kadın başına ne işin var komşunun kapısında? Sen bunları bilmiyorsan, ben mi öğreteyim?”
“Ne var bunda Allah aşkına? Sizin derdiniz ne ailecek? Ağabeyin karını öldür dese öldürecek misin?”
“Yine abarttın. Neyse seninle konuşulmuyor. Unutalım.”
“Unutalım mı? Yanağıma bakar mısın, nasıl kızardı. Sen ailenin kuklası olmuşsun. Onlar ne derlerse haklılar, tek günah keçisi benim. Şu saydıklarına bir bak. İncir çekirdeğini doldurmayacak meseleler.”
Ekrem’in sesi iyice yükseldi:
“Sen hassasiyet nedir bilmez misin be kadın?”
Ülfet durgunlaştı:
“Ben sana hassasiyet nedir söyleyeyim mi? Kadındır hassas
olan, incinecek kalbidir. Evlendiğimiz geceyi bir düşün. Birlikte geçecek ömrümüzün sevinci değil mi hatırlamamız gereken? Ama benim hatırladığım ne? İlk gecenin dayağı.”
“O bir gelenekti. Kabul ediyorum, yapmamalıydım. İsteyerek de yapmadım zaten.”
Ülfet alaycı bir ses tonuyla, “Gelenek,” diye tekrarladı. “Yani geline vur ki yerini bilsin. Kocasına itaatte kusur etmesin.”
Ekrem kendini koltuğa bırakıp sigarasını yaktı ve isteksizce mırıldandı: “Bu konuyu yıllar önce konuşup kapattık sanıyordum.”
“Sen kanayan yarama her defasında tuz basarsan, sürekli evimizi, ailemizi, her işimizi başkalarının yönetmesine izin verirsen nasıl kapanır bu konu, söyler misin?”
“Başkası dediğin benim ailem. Bana onca emekleri geçti. Bü yüklerime saygısızlık edemem. Kendine çekidüzen versen iyi olur. Senin yaptıkların yüzünden ailemin karşısında küçük düşmek istemiyorum artık.”
Ülfet manidar bakışlarını Ekrem’in gözlerinin içine dikti:
“Sen benim âşık olduğum, severek evlendiğim adam değilsin. Seni artık tanıyamıyorum. Ailen için bizi bitirdin. Ama artık yeter. Eğer bir daha herhangi bir sebepten dolayı bana tokat atacak olursan, Allah şahidim olsun, seni boşayacağım.”
“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu, neler söylüyorsun böyle?”
“Gayet ciddiyim.”
“Öfkelisin, ondan böyle konuşuyorsun.”
“Hayır, ne zamandır aklımdan geçeni söylüyorum.” “Karıcığım, gel yanıma otur. Gönlünü almama izin ver. Bu çirkin muhabbeti de kapatalım artık.”
Ekrem’in sesi yumuşamış, alttan almaya başlamıştı ama kavganın hararetini düşürme çabası bir gürültüyle bölündü. Yere bir şey düşüp dağılmıştı.Ülfet irkildi:
“O neydi?”
Ekrem elindeki sigarayı kül tablasına bastırıp ayaklandı. Ülfet, olduğu yerden kımıldamıyordu. Kısa zaman evvel, izne gittiklerinde evlerine hırsız girmişti. Döndüklerinde her yeri darmaduman halde buldular. Ülfet üzerinden o korkuyu hâlâ atamıyor, duyduğu her sesle yüreği ağzına geliyordu. Sıkıca kapattığı göz lerini açıp başını kapıya doğru uzattı. Pembe terlikli ayakları görünce de derin bir nefes aldı, “Zeynep’miş,” dedi korkudan iyice kısılan sesiyle.