DÜŞÜNÜYORUM ÖYLEYSE VURUN     İLHAN SELÇUK

Makedonya Kralı Filipos, oğlu İskender’in ne akıllı
bir kişi olacağını ilk ne zaman sezmiş?

Bir at varmış, öylesine azılıymış ki kimse sırtına
binemiyormuş. Hayvan, bütün binicilerini üstünden
atıp benzetmiş; kiminin kafasını, kiminin çenesini, kiminin
kolunu, kiminin bacağını kırmış. Hani şu Amerikan
filmlerinde rodeo denilen zanaatın ustalarını
izliyoruz ya; onlara benzer ne kadar Makedonya kovboyu
varsa azgın atı bir kez deneyip derslerini almışlar;
toprağı öpmüşler.

İskender, atla binicilerini izlerken görmüş ki, hayvan
gölgesinden ürktüğü için azıyor. Bunun üzerine
atın sırtına atlayıp güneşe doğru sürmüş.

Arkaya düşen gölgeyi görmediğinden ürkmemiş
beygir, durulmuş, İskender’in buyruğuna girmiş; herkes
bu işe şaşıp kalmış.

Kral Filipos düşünmüş:

-Benim ne akıllı bir oğlum var, demiş, ünlü bilgeleri
öğretmen olarak görevlendirip kendisine iyi bir
eğitim vereyim.

O çağın en ünlü bilgesi Aristoteles olduğundan
Kral Filipos’un emriyle İskender’i yetiştirmeye çalışmış.
İskender büyük yeteneklerini geliştirmiş; ama
“cihangirlik” tutkularına saplanmış; dünyayı avcunun
içine almaya çalışmış; ordusunu ardına takmış,
gidebildiğince gitmiş; önüne kim çıkarsa ezmiş geçmiş.

Çoğu zaman yalnız at değil insanoğlu da kendi
gölgesinden korkup azgınlaşır.

Böyle durumlarda en iyisi sanırım yüzünü güneşe
karşı dönmektir. Çünkü kendi gölgesinden korkan
adam, güneşe, bir başka deyişle aydınlığa, (daha başka
bir deyişle gerçeğe) sırtını dönen kimsedir.Ürküp azgınlaşması da bundandır.

Aristoteles’in İskender’i olgun bir insan olarak
yetiştirebildiği kanısında değilim.

Büyük İskender yaman bir savaşçı, ünlü bir
“cihangir” olabilir. Lisenin ilk sınıf edebiyat kitabında
Aristoteles ile İskender’e ilişkin söylenceleri okumuştuk.
Anımsadığıma göre savaş meydanında yatan ölüler
arasında dolaşan İskender, hocasına sorar:

-Aristo bu nedir?

Bilge yanıt verir:

-Zafer veya hiç!..

Okul kitaplarında Cengiz Han’dan Atilla’ya, İskender’den
Sezar’a değin nice “cihangir”in neden ordularının
başına geçip yer yuvarlağını ele geçirmeye
çalıştıkları anlatılmaz, ama insan okuldan ayrıldıktan
sonra merak edip kendisine sorabilir:

-Bu adamlar, niçin koskoca ordularla ülkeden
ülkeye dolaşıp dünyayı ele geçirmeye çabalamışlar?

Bu sorunun yanıtını kurcaladıkça kişioğlu bilinçlenir;
her bir savaşın ardında hangi nedenin yattığını
öğrenip anlar; savaşçılığın iyi bir şey olmadığını algılar;
ama iş işten geçmiş olur.

Eflatun demiş ki:

-Ancak krallar filozof ya da filozoflar kral olursa
devletler mutlu olabilir.

Günümüz koşullarında pek akıllıca sayılmasa da
insanı düşünmeye yönelten bir yanı vardır bu sözün;
çünkü devlet yönetiminde düşüncenin, fikrin, mantığın
ağır basmasını istiyor Eflatun.

Oysa tarih boyunca devlet yönetimlerinde mantığın
pek az payı olmuştur.

Descartes’ın ünlü özdeyişini anımsayın:

-Düşünüyorum, öyleyse varım.Bu özdeyiş çoğu yerde şöyle anlaşılmış:

-Düşünüyorum, öyleyse vurun.

Çağımızda fikir özgürlüğüne karşı çıkanlar da
böyle davranmıyorlar mı?

:::::::::::::::::

DALKAVUK VE SOYTARI

Dalkavuk Doğu’nun ürünüdür, soytarı Batı’nın…

Her ikisi de eski çağlardan beri kurumsallaşmıştır.

Kralın soytarısı sarayda özel yeri olan bir kişiliktir,
tahtın yamacına konmuştur, protokolün hem içindedir
hem dışında…

Bir bakarsın ki soylu törenlerin en görkemli dakikasında
soytarı yerde yatıp yuvarlanmaya başlamış,
prenslerin, düklerin, baronların, kontların, nazırların,
rektörlerin, kardinallerin kırmızı bayram balonu gibi
şişirilmiş ciddiyetlerini sivri yergileriyle delerek ortalığı
birbirine katmış, öfkeleri, kahkahaları, fısıltıları,
kaygıları soytarılığın sarmalına dolayıp saray halısı gibi
salona yayıvermiş.

Soytarı “evet efendimci” değildir.

Kimi zaman efendisini bile mizahın gergefinde iğneleme
yetkilerini benliğinde duyabilir. Batı dünyasının
hoşgörü kuyusundan çıkrıkla çekebildiği kadarınca
yergilerini bağlı bulunduğu egemenin yüzüne karşı söyleyebilir.

Böyle durumlarda kralın suratı asılır bir an, ama
aldırmaz görünür.

-Canım bir soytarının söylediğinin soytarılıktan
gayrı ne anlamı olabilir ki?..

Soytarı, zanaatının koşullarında, kişilere ve olaylara
yönelik yergileri gülmeceye dönüştürüp taşı gediğine
koymasını bilen kişidir.

Egemenlik güçlü halktan değil Tanrı’dan kaynaklanan
kralların saraylarında cins ev köpekleri gibi cins
soytarıların bulunduğunu tarihler yazarlar. Öyle bir
av köpeğidir ki soytarı, kralın çevresindeki soyluları
kokularından tanıyıp gülünç yanlarını ortaya çıkarır,

alayla karışık, şakayla barışık biçimde vurgular.

Dalkavuk Doğu’ya özgüdür.

Ne iğnesi vardır dalkavuğun ne yergisi ne de eleştirisi…
Dalkavuğun görevi ya “evet efendim” ya da
“sepet efendim “le bağlanır.

Osmanlı tarihinde bol bol dalkavukluk vardır da,
soytarılığa ilişkin kurumsallık oluşamamıştır. Çünkü
soytarılık Batı tarihinin hoşgörü geleneğiyle bağdaşır,
dalkavukluk Doğu tarihinin küt kafalı egemenlerine
yaraşır.

Soytarı balonları iğneler.

Dalkavuk balonları şişirir.

Ne olursa olsun, ister bir yüksek makamda otursun,
ister bir yargı kurumunda bulunsun, ister bilim
adamı kılığına bürünsün, ister kalem erbabından sayılsın
dalkavuğun soytarıdan besbeter olduğunu tarihler
yazarlar.

Çünkü soytarının zaman zaman efendisini uyardığı
görülmüştür de dalkavuğun şişirdiği balonlara tutunarak
yükselmek kimseye nasip olmamıştır.

Hey gidi dalkavuk…

Sana soytarı bile denemez, çünkü soytarılık senin
için rütbe sayılır. Sen dalkavukluk için belini kırıp
ikiye katlanırken, senin görüntüne bile katlanmak
ne büyük acı…

:::::::::::::::::

GÖBEK ATMAK

Her yıl sonuna doğru basından başlayıp topluma
sıçrayan bir tartışma başlıyor:

“-Bu yılbaşında ekrana dansöz çıkacak mı?”

Ne demek bu?

Türkçemizde kimi sözcükler belirli anlamlar kazandılar.Toplumun büyük bir kesiminde “dansöz”
dediniz mi göbek atıp gerdan titreten çengi akla geliyor.

Televizyon yayınlarını “ciddi adamlar” düzenledikleri
için tartışmanın boyutları genişliyor, derinleşiyor.
Türkiye’nin devlet televizyonunda “göbek dansı”
sergilensin mi? Yoksa bu iş geleneklerimize, göreneklerimize,
ulusal ahlakımıza ters mi düşer? Yetişme çağındaki
kuşaklara kötü örnek mi olur?

Oysa çalgılı meyhanelerde, lüks gazinolarda, o biçim
pavyonlarda, modern kulüplerde, zengin düğünlerinde
göbek atılıyor. Hem göbeği yalnız “oryantal
dansöz”ler atmıyorlar ki! Ülkemize gelen Amerikan
işadamları, IMF yetkilileri, OECD denetçileri, yabancı
NATO subayları da gittikleri eğlence yerlerinde iki kadeh
içince aşka gelip piste fırlıyorlar; başlıyorlar göbek
atmaya…

Gazetelerin foto muhabirleri de şipşak resim çekiyorlar.
Ertesi günü birinci sayfalarda fotoğraflarını görüyoruz:

-Ülkemizin ekonomisini denetlemek üzere Ankara’ya
gelen heyetin başkanı Dr. Kildare dansözün
çağrısına uyup piste çıktı; sabaha kadar göbek attı.
İki şişe rakıyı bitiren Dr. Kildare, hesap pusulasını
görünce; “Türkiye dünyanın en ucuz ülkesidir” dedi.
Ayrıca Türk ekonomisinin doğru yolda olduğunu
söyleyen Dr. Kildare; “Yakında köşeyi döneceksiniz”
diye bir de müjde verdi.

Göbek dansını benimsemiş bir toplumuz.
Diyelim ki bir holdingin kızıyla, komşu holdingin
oğlu Sheraton’da evleniyor; bütün büyükler göbek
atmıyorlar mı?

Oysa “eskiden” böyle değildi.

“Eskiden” derken cumhuriyetin ilk dönemini vurguluyorum.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna dek büyük
kentlerin “seçkin” gazinolarında yabancı “artistler”
çalıp söylemiş, dans etmişlerdir. İstanbul’da, Ankara’da,
İzmir’de piyasayı tutan üç-beş gazinoda göbek
oyunu hor görülürdü. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
ünlü “oryantal dansöz” Nana göbek dansını gazino
sahnelerine çıkardı. Ardından İnci Birol piyasayı
tuttu. Taşra sermayesi büyük kentlerin köşebaşlarına
yerleşiyor, eğlence piyasası canlanıyordu.

Benzer İçerikler

BİT PALAS-Elif Şafak

yakutlu

Yeni Çağ’ın Eşiğinde

yakutlu

Aleksey Tolstoy – Azap Yolları

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy