BU kitap, bundan önceki Psikoterapi ve Varoluşçuluk ve Bilinçaltı Tanrısı: Psikoterapi ve Teoloji adlı kitaplarımla başlayan bir dizinin devamıdır.
Başlangıçta seçilen denemelerden oluşacak bir derleme olarak planlanmıştı, ancak konuları gözden geçirdikçe, bölüm olarak kitaba eklenen makalelerin kendi içlerinde bir bütün oluşturmanın da ötesinde, aralannda ortak bir bağ bulunduğu daha bir açıklık kazandı. Daha da önemlisi, ilk iki bölümde logoterapi sisteminin dayandığı üç ana ilke tartışıldı: anlam istemi (iradesi), yaşamın anlamı ve irade özgürlüğü.
Logoterapi genellikle varoluşçu psikiyatri veya hümanistik psikoloji kategorisi altında gruplandırılır. Ama eski okurlarım, varoluşçulukla, ya da en azından sözde varoluşçulukla ilgili bazı eleştirilerim olduğunu farketmiş olabilir. Aynı şekilde okur, bu kitapta sözde hümanizme, ya da tercih ettiğim bir terimi kullanacak olursam, sahte hümanizme yönelik bazı eleştiriler bulacaktır. Okurun şaşırması gerekmez: ben, sahte logoterapiye de karşıyım.
Varoluşçuluğun ve hümanizmin psikoterapi ve psikolojideki yerini belirlemek için gelin psikoterapi tarihine kısaca bir göz atalım. Hepimiz, psikoterapinin en büyük ismi olan Sigmund Freud’un teorileriyle yetiştik. Ben de! (Okurun, ta 1924’lerde Sigmund Freud’un kişisel daveti ve aracılığıyla International Journal of Psychoanalysis ‘te bir makalem yayımlandığını bilip bilmediğini merak ediyorum.) O bize nevrotiğin maskesini düşürmeyi, davranışlarının altında yatan gizli, bilinçsiz güdülenimleri (motivasyonları) ortaya çıkarmayı öğretti. Ama bu maske düşürme işinin, psikanalistin, artık sadece Samimi (otantik) olduğu için maskesi indirilemeyecek bir şeyle karşılaştığı noktada durması gerektiğini hep söylerim. Ancak bazı “maske düşürücü psikologlar” (eskiden psikanalistler kendilerini böyle adlandın-yordu!), otantik şeylerle karşılaştıkları noktada durmadıkları taktirde, yine bir şeylerin maskesini düşürürler. Bu onların kendi gizli güdülenimleridir, insanda samimi (gerçek) olan, gerçekten insanca olan şeyleri değerden düşürme, küçümseme ve aşağılamaya yönelik kendi bilinçsiz arzulandır.
Bu arada öğrenme teorisine dayalı davranış terapisi, daha önce psikanalizin uzun bir süre tartışmasız olarak elinde tuttuğu birçok alanı ele geçirdi. Davranış terapistleri, Freudçu kökenci inançların birçoğunun inançtan başka bir şey olmadığına ilişkin kanıtlar sunabiliyordu. Her nevroz olayı çocukluk yıllarındaki travmatik olaylara veya id, ego ve süperego arasındaki çatışmalara bağlanamadığı gibi, psikanalizle değil, kısa süreli davranış terapisiyle sağlanan iyileşmelerden (kendiliğinden düzelmeler değilse) semptom ikamesi de gözlenmiyordu. Dolayısıyla davranışçılığın, nevrozu mitolojiden kurtardığı söylenebilir.1
Yine de bir hoşnutsuzluk duygusu vardı, ister bilinçli, ister bilinçaltı düzeyinde olsun, her tür psikoterapinin altında yatan insan kavramı insan boyntunu, insan olguları boyutunu da kapsamadığı sürece, çağımızın anlamsızlık, kişiliksizleşme, in-sansızlaşma (dehümanizasyon) gibi rahatsızlıklarıyla başa çıkmak mümkün değildir.
Norveçli bir psikolog olan Bjarne Kvilhaung, logoterapinin öğrenme teorisini yeniden insancıllaştırdığını (rehumanization) söylüyor. Batı Almanya Mainz Üniversitesi’nde Psikiyatri Bölümünden Nikolaus Petrilowitsch, logoterapinin psikanalizi tekrar insancıllaştırdığını ve diğer bütün psikoterapi ekollerinden farklı olarak nevroz boyutunda kalmadığını söylüyor. Ne demek istiyor? Psikanaliz, nevrozu belli psikodinamiklerin sonucu olarak görür ve buna bağlı olarak sağlam bir aktarım ilişkisi gibi diğer psikodinamikleri devreye sokarak iyileştirmeye çalışır. Davranış terapisi ise nevrozu belli öğrenme veya şartlanma süreçlerine bağlar ve buna iıygun olarak rahatsızlığı ortadan kaldırmak için yeniden öğrenmeyi veya yeniden şartlanmayı öngörür. Ne var ki Petrilowitsch’in de açıkça belirttiği gibi her iki durumda da terapi nevrozun bir düzleminde kalır. Ama logoterapi bu düzlemin ötesine geçerek insanı insan boyutuyla izler ve sadece bu boyutta bulunan kaynaklara (kendini aşma ve kendinden uzaklaşma gibi sadece insanda bulunan potansiyelleri besleyen kaynaklara) ulaşabilir.
Logoterapideki paradoksik [çelişik] niyet tekniği uygulandığı zaman kendinden uzaklaşma (self-detachment) kapasitesi harakete geçirilir; kendini aşma (self-transcedence) ise teşhis ve tedavide aynı önemi taşır. Kendini aşmanın sağladığı aydınlanma, ya da bu anlamda bunun özelliklerinden birisi olan anlam iradesi olmaksızın, anlam iradesinin engellenmesinden kaynaklanan bir noöjenik nevrozu kesinlikle teşhis edemeyiz; bu anlam iradesine (istemine) seslenemeyiz, ya da hastanın bilinçaltındaki bu iradeyi canlandıramayız. Bunun bazen temel görevimiz olabileceği, kesin gözlemsel (ampirik) temellerde kanıtlanmıştır: istatistiksel araştırmalar, anlam iradesinin açık bir “yaşamsal değeri” olduğunu göstermiştir.
Kendinden uzaklaşmayla ilgili olarak, yani bunun insan ruhunda bulunan önemli bir “başa çıkma” mekanizması olduğu da yine kesin gözlemsel temellerde kanıtlanmış bulunmaktadır. Göreceğimiz gibi bu, kendinden uzaklaşmanın özellikle mizahla temsil edilen yanı için geçerlidir.
Özetleyecek olursak, psikanalizin bize nevrotiğin maskesini düşürmeyi, davranışçılığın ise nevrozu mitolojiden arındırmayı öğrettiğini söyleyebiliriz. Şimdi ise Ptrilowitsch ve Kvilhaug’un da belirttiği gibi logoterapi bize hem psikanalizi hem de davranışçılığı yeniden insancıllaştırmayı öğretiyor. Ama bu aşırı bir basitleştirme olur, çünkü burada sadece birbirini izleme değil, bir kaynaşma da söz konusudur. Bugün Batı Almanya’daki önde gelen Freud-culardan birisi olan Wolfgang Loch’un “psikanalitik diyalogurt özünde yeni bir yaşam anlamı yaratma çabası”2 olduğu yolundaki ifadesi türünden açıklamalarla karşılaşılabilmektedir. New York’taki Davranış Terapisi Merkezi direktörü Leonard Bachelis de merkezde devam eden terapilerin çoğunda başarı sağlandığım, ama hastaların, yaşamı anlamsız buldukları için kendilerini öldürmek istediklerini söylemiştir.1
Dolayısıyla burada bir yakınsama söz konusudur. Ama sürekli anlattığım gibi logoterapi her derde deva değildir ve bu nedenle diğer psikoterapik yaklaşımlarla işbirliğine açıktır ve kendi evrimini geçirmektedir. Hem psikodinamik hem de davranışçı yönelimli ekollerin insan olgularındaki insan boyutunu büyük ölçüde ihmal ettiği doğrudur. Bu yaklaşımlar hâlâ indirgemecidir, çünkü psikoterapi eğitim sahnesinde hâlâ indirgemecilik ağır basmaktadır. Indirgemecilik ise hümanizmin tam karşıtıdır. İndirgemeciliğin, insanı aşağı görmek (subhumanism) olduğunu söylemek isterim. Kendini insan altı boyutlarla sınırlayan, dar bir bilimsel doğruluk kavramıyla önyargılı olan indirgemecilik, ister diramik analiz, ister öğrenme teorisi çizgisinde olsun, olguları Procrustes yatağına3, önyargılı bir yorum yapısına uymaya zorlar.
Yine de bu ekollerden her birisinin değerli katkıları olmuştur. Logoterapi, Freud, Adler, Pavlov, Watson, ya da Skinner gibi büyük öncülerin sağlam ve anlamlı bulgularını kesinlikle geçersiz kılmaz. Bu ekoller, kendi alanlarında söz sahibidir. Ama bunlann gerçek önemi ve değeri, sadece daha yüksek, daha kapsamlı bir boyut, yani insan boyutu içinde yer aldıkları zaman açıklık kazanır. Burada elbette insan artık sadece itkilerini ve içgüdülerini doyurmaya, ya da id, ego ve süperego arasında uzlaşma sağlamaya çalışan bir varlık olarak görülemez; insan gerçekliği sadece şartlanma süreçlerinin veya şartlı reflekslerin bir sonucu olarak anlaşılamaz. Burada insan, anlam arayan bir yaratık olarak karşımıza çıkar; bu arayışın boşunalığı, çağımızın hastalıklarından birçoğunu açıklar gibi gözükmektedir. Bu durumda “duyulmayan anlam çığlığını” dinlemeyi bir a priori olarak reddeden psikoterapist bugünün kitle nevrozuyla nasıl başa çıkabilir?
Elinizdeki de dahil olmak üzere kitaplarımda ve makalelerimde, ilk bakışta modası geçmiş gibi gözükeceğinden emin olduğum birçok şey vardır. Ama bazılarının güncel olduğundan da eminim. Anlamsızlık duygusunun, dünya çapında yaygın ve devam eden bir duygu olduğunu göz önüne almanız yeter. Eğer bu, yetmişli yıllann kitle nevrozuysa, bütün alçakgönüllülüğümle, bu hastalığın artacağını ve yaygınlaşacağını ellili yıllarda tahmin ettiğimi, dahası bundan da önce otuzlu yıllarda bir terapi önerdiğimi söyleyebilirim.
VIKTOR E. FRANKL Viyana, baharın ilk günü, 1977
Duyulmayan Anlam Çığlığı4
“LOGOTERAPΔ terimi, “anlam yoluyla terapi” olarak çevrilebilir. Elbette “anlam yoluyla iyileşme” olarak da çevrilebilirdi, ancak bu, logoterapide bulunması gerekmeyen dini bir anlam yüklerdi. Şöyle veya böyle, logoterapi anlam merkezli bir (psi-ko-) terapidir.
Anlam yoluyla terapi düşüncesi, terapi yoluyla anlam olarak tanımlanabilecek geleneksel psikoterapi düşüncesinin tam tersidir. Gerçekten de geleneksel psikoterapi anlam ve amaç sorununu açıkça ele alsa bile (yani anlam ve amacı, sahte değerlere, “savunma mekanizmalarına,” ya da “tepKİ oluşumlarına”5 indirgemek yerine görünen değeriyle ele alırsa), bunu, mutlu olmak, kendi benliğinizi ve potansiyellerinizi gerçekleştirmek, olmak istediğiniz şey olmak için Oedipal çatışmanızı çözmeniz, iğdiş edilme korkularından kurtulmanız gerektiğini belirten bir tavsiye havasıyla yapar. Başka bir deyişle anlam kendi başına size gelecektir. Bu, “Önce Freud ve Skinner ülkesine git, bütün bunlan orada bulacaksın,” gibi gelmiyor mu?
Ama böyle olmamıştır. Bir nevroz ortadan kaldırılsa bile, yerini çoğunlukla bir boşluğa (vakuma) bıraktığı ortaya çıkmıştır. Hasta mükemmel bir uyum sağlamış, işleyişi düzelmiştir, amâ anlam eksiktir. Hasta, bir insan olarak, yani sürekli anlam arayışı içindeki bir varlık olarak görülmemiş; ve insana özgü olan bu anlam arayışı görünen değeriyle ciddi olarak ele alınmamış, sadece altta yatan bilinçsiz psikodinamiklerin bir ussallaştırması olarak değerlendirilmiştir. Aradığı anlamı bulması halinde bir insanın, acı çekmeye, özveride bulunmaya, hatta gerekirse bu uğurda hayatını vermeye hazır olduğu görmezden gelinmiş, ya da unutulmuştur. Tersine eğer bir anlam yoksa kendi hayatına son vermeye eğilimli olur ve bütün ihtiyaçları giderilse bile buna hazır olur.
Bütün bunların farkına varmamı sağlayan şey, eski öğrencilerimden birisinden aldığım aşağıdaki rapordu: Bir Amerikan üniversitesinde intihar girişiminde bulunan 60 öğrenci üzerinde anket yapılmış ve bu öğrencilerin yüzde 85’i, intihar girişmlerine gerekçe olarak “yaşamın anlamsız gözükmesini” göstermiştir. Ama daha da önemlisi, yaşamı anlamsız gören bu öğrencilerin yüzde 93’ünün “aktif bir sosyal yaşamlan vardır, akademik performansları yüksektir ve aileleriyle ilişkileri iyidir.” Burada söz konusu olan şeyin, duyulmayan bir anlam çığlığı olduğunu ve elbette sadece bir üniversiteyle sınırlı olmadığını söylemek isterim. Amerika’da yüksek okul öğrencileri arasındaki intihar oranının, en sık rastianan ölüm nedenlerinde trafik kazalarından sonra geldiğini bir düşünün! İntihar girişimleri ise bundan on beş kat daha fazla olabilir.
Bu, bolluk içinde yüzen toplumlarda ve zengin eyaletlerde olan bir şeydir. Uzun süredir, artık uyanmaya başladığımız bir rüya görüyorduk: bu, insanların sosyoekonomik durumunu iyileştirmemiz halinde her şeyin yoluna gireceği, insanların mutlu olacağı rüyasıydı. Karşımıza ¿kan gerçek ise şudur: yaşama savaşı şiddetini kaybedince, ne için yaşam ? sorusu gündeme gelmiştir. Bugün daha çok insan yaşamak için gerekli araçlara (means) sahip, ama yaşamak için bir anlamları (meaning) yok.6
Öte yandan zor, hatta ürkütücü koşullar altında mutlu olan insanlar görürüz. Amerika’daki eyalet hapisanelerinden birisinde 049246 Numara iken bana yazan Cleve W. adlı bir tutuklunun mektubundan alıntı yapmama izin verin: “Burada, hapishanede… hizmet etmek ve gelişmek için daha güzel fırsatlar var. Burada daha önce hiç olmadığım kadar mutluyum.” Dikkat edin: her zamankinden daha mutlu. Hem de hapishanede!
Ya da son günlerde DanimarkalI bir aile doktorundan aldığım bir mektuptan alıntı yapmama izin verin: “Sevgili babam altı aydır ciddi bir kanser hastalığından muzdaripti. Yaşamının son üç avını benim evde geçirmişti; ona karımla birlikte bakmıştık. Aslında size anlatmak istediğim şey, bu üç ayın karımın da, benim de yaşamımızdaki en mutlu günler olmasıydı. Kuşkusuz, birimiz dortor, diğerimiz hemşire olduğu için, her şeyle başa çıkabilecek gücümüz vardı; ama ona sizin kitabınızdan cümleler okuduğum o akşamlan hiç unutmayacağım. Son üç ayda, hastalığının ölümcül olduğunu biliyordu… ama asla şikayet etmedi. Son akşama kadar, ona, bu son haftalarda aramızda kurulan yakın ilişkiden ötürü ne kadar mutlu olduğumuzu; bunun yerine birkaç saniye süren bir kalp krizi yüzünden ölmesi halinde ne kadar mutsuz olacağımızı anlatıp durdum. Yani bunları okumakla kalmadım, yaşadım da; dolayısıyla tek dileğim, kaderimi babam gibi karşılayabilmektir.” Burada da trajedi karşısında ve acıya rağmen mutlu olan birisi vardır, ama anlam açısından! Doğrudur, anlamın iyileştirici bir gücü vardır.
Anlam yoluyla terapi konusuna dönecek olursak, bu, her durumda nevrozun nedeninin anlamsızlık olduğu anlamına mı gelir? Hayır, ben sadece eğer anlam yokluğu söz konusuysa, nevrozun nedeni boşluk olmasa bile, bu boşluğun doldurulmasının iyileştirici bir etki yaratacağını söylemek istiyorum! Bu anlamda hastalığın doğadan, ama iyileşmenin ruh dünyasından geldiğini söyleyen büyük doktor Paracelsus haklıydı. Bunu, logoterapi terminolojisiyle ve daha teknik terimlerle ortaya koyacak olursak, nevrozun noöjenik olması, yani bir anlamsızlık duygusundan kaynaklanması gerekmez. Geleneksel anlamda bir nevroz olan psikojçnik (ruhsal kökenli) nevrozların altında yatan psikodinamikler, şartlanma ve öğrenme süreçleri yine söz konusudur. Ama logoterapi, bu patojenik (hastalık yaratan) etkenlerin ötesinde insanın anlam arayışı gibi bir de sadece insana özgü olan olgular boyutu bulunduğunu ve bu arayışın engellenmesinin de nevroz yaratabileceğini kavramadığımız sürece çağımızın hastalıklarını yenmek bir yana, anlamayı bile başaramayacağımızı savunur.
Bu bağlamda insan boyutunun (ya da logoterapide dendiği gibi noöjenik boyutun), psikolojik boyutun ötesine geçtiğini ve bu nedenle daha yüksek olduğunu vurgulamak istiyorum; ama burada “yükseklik,” sadece aşağı boyutu da içine alan daha kapsamlı olma anlamına gelir. Bireysel boyutlardaki bulgular karşılıklı dışlayıcı olamaz. İnsanın eşsizliği, insan olması, psikolojik ve biyolojik boyutlarda hâlâ bir hayvan olması gerçeğiyle çelişmez.
Dolayısıyla hem psikodinamik hem de davranışçı yönelimli araştırmalardan elde edilen sağlam bulgulan kullanmamız ve bu yaklaşımlara dayalı tekniklerden bazılanru benimsememiz son deTece yerinde bir tutumdur. Bu teknikler, insanı insan boyutunda izleyen bir pkisoterapiyle birleştiği zaman, bunlann tedavi etkisi mutlaka artacaktır.
Biyolojik boyuttan söz ettim. Aslında ruh hastalığının kökeninde, noölojik ve psikolojik etkenlerin yaraşıra bedensel etkenler de vardır. Semptomatolojinin büyük çoğunluğunun psikoje-nik (ruhsal kökenli) olmasına rağmen, en azından psikozların kökeninde biyokimyanın ve kalıtımın belli bir önemi vardır.
Son ve bir o^ kadar önemlisi de, sosyojenik (toplumsal kökenli) nevrozlann da olduğu gerçeğini görmemiz gerekir. Bu özellikle günümüzün kitle nevrozu için, yani anlamsızlık duygusu için geçerlidir. Hastalar artık Freud ve Adler çağındaki gibi aşağılık duygularından veya cinsel engellemelerden şikayet etmiyor. Bugün psikiyatriste gitmelerinin nedeni boşunalık duygulandır. Onları, kliniklerimize ve bürolarımıza çeken şey varo-luşsal engellenmedir, “varoluşsal vakumdur” (bu,.ta 1955’lerde kullandığım bir terimdir). Bu durumu ta 1946’lara dayanan yayınlarda tanımlamıştım. Dolayısıyla logoterapistler olarak biz-ler, kitleleri neyin beklediğini yaygın, dünyayı saran bir olgu olmadan çok önce görebildiğimizi söyleyebiliriz.
Albert Camus bir keresinde şöyle demişti: “Gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır..-yaşam, yaşamaya değer mi değmez mi…”:7 Son günlerde, daha önce söylediklerimi, yani yaşamın anlamına ilişkin varoluşsal sorunun ve yaşamda anlam bulmaya yönelik varoluşsal arayışın, bugün insanları cinsel sorunlarından daha çok rahatsız ettiğini doğrulayan bir rapor alınca, Ca-mus’nun bu sözlerini hatırladım. Bir lise öğretmeni, öğrencilerinden kafalarını kurcalayan her türlü soruyu isimsiz olarak sormalarını ister. Sorular arasında uyuşturucu bağımlılığından, sekse, diğer gezegenlerdeki yaşama kadar her şey vardır, ama en çok sorulan soru (inanmak çok zor!) intiharla ilgilidir.
Ama bunun için neden toplumu suçluyoruz? Sosyojenik (toplumsal kökenli) bir nevroz teşhisimizde gerçekten haklı mıyız? Bugünün toplumunu ele alalım: özünde her türlü ihtiyacı karşılar, ama birisi hariç: anlam ihtiyacı! Hatta ihtiyaçlardan bazılarının günümüz toplumu tarafından yaratıldığını söyleyebiliriz; ama anlam ihtiyacı doyumsuz kalır, hem de onca zenginliğimizin ortasmda ve bu zenginliğe rağmen.
Topîumumuzdaki zenginlik, sadece maddi şeylerde değil, boş zamanlarımızda da kendini göstermektedir. Bu bağlamda Jerry Mandel’e kulak vermemiz gerek: “Teknoloji bizi yaşama (yaşamımızı sürdürme) becerilerinden yoksun bırakmıştır. Bu nedenle kişinin kendi başına çaba harcamaksızm yaşamasını garanti eden bir refah sistemi geliştirdik. Ülkedeki tüm nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için işgücünün sadece yüzde 15’inin yeterli olduğu bir yerde iki sorunla karşı karşıya geliriz: hangi yüzde 15 çalışacak ve diğerleri [çalışmayanlar], vazgeçilmez olmadıkları ve sonuçtaki anlam kaybıyla nasıl başa çıkacaktır? Logoterapi, yirminci yüzyıl Amer ikası için söylediklerinden çok daha fazlasını söyleyebilir.”8
Bugün ayrıca işsizlik şeklinde ortaya çıkan irade dışı boş zamanlarla da başa çıkmamız gerektiği açıktır. İşsizlik, özel bir nevroza neden olabilir (1933 yılında ilk tanımımda buna “işsizlik nevrozu” demiştim). Ama burada da yakından bir incelemede gerçek nedenin, işsiz olmayla yararsız olmanın eşdeğer görülmesi ve bu nedenle yaşamın anlamsız bulunması olduğu ortaya çıkmıştır. Mali dengeleme (tazminat) veya bu anlamda sosyal güvenlik yeterli değildir, insan sadece refahla yaşamaz.
Avusturya’nın, sosyal güvenlik şemsiyesiyle korunan ve işsizlik sorunu bulunmayan tipik refah durumunu alın. Bu refaha rağmen başbakanımız Bruno Kreisky, vatandaşlarn ruhsal durumu konusundaki kaygılarını dile getirerek, bugün en önemli ve acil sorunun, yaşamın anlamsızlığı duygusu olduğunu söylemiştir.
Anlamsızlık duygusu, varoluşsal boşluk (vakum), kitle nevrozu olarak adlandırılacak kadar artmakta ve yaygınlaşmaktadır. Pofesyonel dergilerde yayınlanan ve bunun sadece kapitalist ülkelerle sınırlı olmadığını, Komünist ülkelerde de gözlenebileceğini gösteren epeyce bulgu vardır. Bu, üçüncü dünya ülkelerinde bile farkediliyor.9
Bu da bu duygunun kökeni ve semptomları sorununu gündeme getiriyor. Köken konusunda şu kısa açıklamayı yapmama izin verin: Diğer hayvanlardan farklı olarak insana yapması gerekenleri itkileri ve içgüdüleri söylemez; ve eski çağların insanından farklı olarak, ona neyi yapması gerektiğini söyleyen gelenekler ve geleneksel değerler yoktur. Artık bu yönlendirici etkenlerden yoksun olduğu için, bazen ne yapmak istediğini bilmez. Sonuç? Ya başkalarının yaptığı şeyleri yapar (uydumculuk -konformizm-), ya da başkalarının ondan yapmasını bekledikleri şeyleri yapar (totalitercilik).
James C. Crumbaugh, Leonârd T. Maholick, Elisabeth S. Lukas ve Bemard Nansart, belli bir topluluktaki varoluşsal engellenme derecesini ölçmek ve böylece varoluşsal boşluğun kökenine ilişkin hipotezimi kontrol edip geçerliliğini gözlemsel (ampirik) olarak değerlendirmek için çeşitli logoterapi testleri geliştirmiştir (PİL, SONG ve Logo testleri). Geleneklerin çöküşüne verilen rolle ilgili olarak, California Üniversitesinden Diana D. Young’un doktora tezinde bazı destekleyici noktalar görüyorum. Testlerin ve istatistiksel araştırmaların yardımıyla gösterdiği gibi, genç nüfus, eski kuşaklardan daha büyük bir varoluşsal boşluk (vakum) içindedir. Geleneklerin etkisini kaybetmesi gençler üzerinde daha belirgin olduğu için, bu bulgular, geleneklerin çöküşünün varoluşsal boşluğa neden olan temel bir etken olduğunu düşündürür. Bu, Washington, Bellevue’deki Doğu Yakası Ruh Sağlığı Merkezi’nden Karol Marshal’ın, “yardım için gelenler arasında 30 yaş öncesi gruptakilerde amaçsızlık duygusunun tipik bir özellik” olduğu yolundaki ifadesiyle de desteklenmektedir.10
Genç kuşaktan söz edince, Amerika’nın önemli üniversitelerinden birisinde verdiğim bir dersi hatırladım; konferansı düzenleyen öğrenci sponsorları, konferansın ‘Yeni Kuşak Deli mi?” başlığı altında verilmesinde ısrar etmişti. Gerçekten de anlamsızlık duygusundan muzdarip insanların nevrotik olup olmadığını ve boyleyse hangi anlamda nevrotik olduğunu sormanın artık zamanıdır. Soru kısaca şu: günümüzün kitle nevrozu dediğimiz şey gerçekten bir nevroz mu?
Cevabı sonraya bırakmama ve ilk önce varoluşsal boşluğun, kitle nevrotik üçlemesi olarak adlandırdığım depresyon, saldırganlık ve madde bağımlılığından oluşan semptomlarına kısaca bir göz atalım.
Depresyona ve devamı olan intihara daha önce değinmiştik. Saldırganlık konusunda ise okurun, spor ve hümanistik psikoloji konulu bölümlere başvurmasını öneririm. Geriye, depresyon ve saldırganlığın yanısıra madde bağımlılığının da en azından kısmen anlamsızlık duygusuna bağlanabileceğini göstermek amacıyla, üçlemenin üçüncü yanı olan madde bağımlılığını incelemek kalıyor.
Bu hipotezi ortaya koyduktan sonra çok sayıda yazardan destek aldım. Betty Lou Padelford, doktora tezi için “Etnik Köken, Cinsiyet ve Baba İmajının Uyuşturucu Bağımlılığı ve Yaşamın Amacı Arasındaki İlişki Üzerindeki Etkisi” konusunu seçmişti (United States International University, San Diego, Ocak 1973). 416 öğrenci üzerinde yaptığı araştırmalardan elde edilen veriler, “zayıf bir baba imajı olan öğrencilerin bildirdiği uyuşturucu bağımlılığı derecesi ile daha güçlü bir baba imajı olan öğrencilerdeki, bağımlılık derecesi arasında bir fark olduğunu göstermiyor.” Ama uyuşturucu bağımlılığı ile yaşamın amacı arasında her türlü kuşkudan uzak, anlamlı bir ilişki ortaya çıkıyor (r = -.23; p < .001). Yaşamın amacı ölçeğinde düşük olan öğrencilerin ortalama uyuşturucu bağımlılık endeksinin (8.90), yaşamın amacı ölçeğinde yüksek olan öğrencilerin ortalama uyuşturucu bağımlılık endeksinden (4.25) anlamlı ölçüde farklı olduğu gözleniyor.
Dr. Padelford da kendi araştırmaları gibi benim varoluşçu boşluk hipotezimi destekleyen araştırmaları özetliyor. Nowlis, öğrencilerin uyuşturucuya neden yöneldiğini araştırmış ve sık sık gösterilen nedenlerden birisinin “yaşamda bir anlam bulma arzusu” olduğunu bulmuştur. Ulusal Esrar ve Uyuşturucu Bağımlılığı Komisyonu adına San Diego bölgesinde Judd ve arkadaşları tarafından 455 öğrenci üzerinde yapılan bir ankette, hem esrar hem de halusinojen kullananların, kullanmayanlara göre daha derin bir yaşamın anlamsızlığı duygusu besledikleri gözlenmiştir. Mirin ve arkadaşları tarafından yürütülen başka bir araştırmada ise ağır uyuşturucu kullanımı ile anlamlı deneyim arayışı ve amaç-yönelimli etkinlik yokluğu arasında bir ilişki olduğu gözlenmiştir. 1968 yılında Millwaukee, Wisconsin Üniversitesi’ndeki 700 lisans öğrencisi üzerinde bir anket yapan Linn, esrar kullananların, kullanmayanlara kıyasla yaşamın anlamı konusunda daha çok kafa yorduklarını bildirmiştir. Krippner ve arkadaşları, “Her şey size anlamsız mı geliyordu?” sorusuna yüzde 100 olumlu cevap aldıklarını söyleyerek, uyuşturucu kullanımının bir tür kendi kendine uygulanan psikoterapi olabileceğini savunuyor. Shean ve Fechtmann, altı aydan fazla düzenli esrar kullanan öğrencilerin, Crumbaugh’un Yaşamın Amacı (Purpose-in-Life, PİL) Testi’nde aldıkları puanın, kullanmayanla kıyasla anlamlı ölçüde düşük olduğunu bulmuştur (p < .001).
Madde bağımlılığı ve alkol konusunda paralel bulgular yayınlanmıştır. Annemarie von Forstmeyer, doktora tezinde, 20 alkolikten 18’inin, kendi varloluşunu anlamsız ve amaçsız bulduğunu göstermiştir (United States International University, 1970). Buna uygun olarak logoterapi yönelimli tekniklerin, diğer terapi yöntemlerinden daha etkili olduğu kanıtlanmıştır. James C. Crumbaugh, grup logoterapisinden elde edilen sonuçlarla bir alkolik tedavi biriminden ve bir maraton terapi grubundan alınan sonuçlan karşılaştırmak için varoluşsal boşluk derecesini ölçmüş ve “sadece logoterapi grubunun istatistiksel olarak anlamlı bir düzelme gösterdiğini” gözlemiştir.11
Logoterapinin uyuşturucu bağımlılığında eşdeğerde etkili olduğu, Califomia, Norco’daki Narkotik Madde Bağımlıları Rehabilitasyon Merkezi’nde çalışan Alvin R. Fraiser tarafından da gösterilmiştir. 1966 yılından beri narkotik madde bağımlılarıyla çalışırken logoterapi kullanmaktadır ve sonuçta söylediği şey şudur: “Kurumun tarihinde, üç yıl arka arkaya en yüksek başarı oranını kazanan tek danışman ben oldum (burada başarılı, uyuşturucu bağımlısının tahliyeden sonraki bir yıl içinde enstitüye dönmediği anlamına gelir). Bağımlılara yaklaşımım, üç yıllık yüzde 40 oranında bir başarı oranı sağlarken, geleneksel yöntemleri kullanmakta olan enstitünün ortalaması yüzde 11 civannda kalmıştır.”
Varoluşsal boşluğun, kitle nevrozu üçlemesi başlığı albnda sayılan üç açık semptomuna ek olarak, açık veya gizli başka semptomları da ortaya çıkar. Anlamsızlık duygusunun kendi içinde bir ruh hastalığı içerip içermediği sorusuna dönecek olursak, Sigmund Freud, Prenses Bonaparte’e yazdığı mektubunda şöyle demiştir: “Kişi, yaşamın anlamını veya değerini sorguladığı an, hastadır.” Ama ben, yaşamın anlamını merak eden bir insanın, ruh hastalığını dışavurmaktan çok, insanlığını kanıtladığına inanıyorum. Yaşamda anlam arayışına yönelmek için nevrotik olması gerekmez, ama gerçekten de insan olması gerekilr. Ne olursa olsun, daha önce de belirttiğim gibi anlam arayışı insan olmanın ayırdedici bir özelliğidir. Başka hiçbir hayvan, hatta Konrad Lorenz’in kazları bile, yaşamda anlam olup olmadığını merak bile etmez. Ama insan eder.
Anlam İstemi
İnsan sürekli bir anlam arayışı içindedir; başka bir deyişle “anlam istemi (iradesi)”12 dediğim şey, Abraham Maslow’un makalelerimden biri konusunda yaptığı yorumdan bir alıntı yapacak olursam, “insanın temel düşüncesi” olarak da değerlendirilebilir.13
Bugünün toplumunda doyumsuz kalan ve günümüz psikolojisi tarafından gözardı edilen şey, işte bu anlam istemidir (iradesidir). Mevcut güdülenme (motivasyon) teorileri insanı ya uyarımlara tepki veren (reacting), ya da dürtülerini boşaltan (ab-reacting) bir yaratıktır. Bu teoriler, insanın gerçekte tepki vermekten veya boşaltmaktan çok, yaşamın ona sorduğu sorulara cevap veren ve bu yolla yaşamın sunduğu anlamlan gerçekleştiren bir yaratık olduğunu dikkate almaz.
Bunun bir gerçek (olgu) değil, inanç olduğu söylenebilir. Gerçekten de, 1938 yılında, “derinlik psikolojisi” denen şeyin (yani, psikodinamik yönelimli psikolojinin) eksiklerini gidermek için (yerini almak için değil) “yükseklik psikolojisi” terimini kullanmaya başladıktan bu yana, insanı gözümde büyüttüğüm, onu çok yüksek bir düzeye çıkardığım yolunda sürekli eleştiriler aldım. Birçok durumda didaktik açıdan yararlı olduğunu bildiğim bir örneği burada tekrarlamama izin verin. Havacılıkta “yengeçleme” diye bir terim vardır. Diyelim ki inmek istediğim havaalanına doğudan ve kuzeyden rüzgar esiyor. Bu durumda eğer doğuya doğru uçarsam hedefimden saparım, çünkü rüzgar beni güney doğuya sürükler. Havaalanına ulaşmak için yengeç-leyerek bu sürüklenmeyi dengelemem, yani uçağımın burnunu inmek istediğim havaalanının kuzeyine çevirmem gerekir. İnsanda da böyledir: o da özlemlerini daha yüksek bir düzeyde çıkarmadığı sürece, ulaşabileceğinden daha aşağıda bir noktaya varır.
İnsan potansiyelini en yüksek noktaya çıkarmak istiyorsak, ilk önce bunun varlığına inanmamız gerekir. Aksi taktirde insan “sürüklenecek,” yozlaşacakhr, çünkü insanın en kötüsüne yönelik bir potansiyeli de vardır. Potansiyel insanlığa olan inancımızın, bizi insancıl insanlann bir azınlık olduğu ve belki de hep azınlık olarak kalacağı gerçeğine karşı köreltmesine göz yumma-malıyız. Yine de her birimizi bu azınlığa katılmaya özendiren şey de işte bu gerçektir: işler kötü, ama iyileştirmek için elimizden geleni yapmadığımız sürece, her şey daha da kötüye gidecek.
Dolayısıyla anlam istemi (iradesi) düşüncesini, arzu giderici bir düşünme olarak bir yana bırakmak yerine, bunu bir tür kendini gerçekleştiren kehanet (self-fulfilling prophecy) olarak düşünmek çok daha akıla olabilir. Anatole Broyard’ın şu sözlerinde gerçek payı var: “Eğer Freudçu analiz için kullanılan argo deyim ‘büzüşme’ ise, logoterapinin ‘gerdirme’ [çekip uzatma] olarak adlandınlması gerekir.”14 Aslında logoterapi, yüksek özlemlerini de dikkate alarak insan düşüncesini genişletmekle kalmaz, kendi anlam istemini besleme potansiyelleri konusunda hastanın görüş alanını da genişletir. Aynı şekilde logoterapi in-sansızlaşmaya, orıca “büzüşmenin” satıldığı mekanik insan kavramına karşı hastaya bağışıklık kazandırır; kısaca hastayı “büzüşmeye karşı dirençli” kılar.
İnsanı çok yüksek değerlendirmemek gerektiği görüşü, insanı gözde büyütmenin tehlikeli olduğunu varsayar. Ama Goet-he’nin de dikkati çektiği gibi insanı küçümsemek çok daha tehlikeli değil mi? İnsan, özellikle de genç kuşak, küçümsenmesi nedeniyle yozlaşabilir. Tersine, insandaki daha yüce özlemlerin (anlam istemi gibi) bilincinde olursam, bu özlemleri canlandırıp harakete geçirmeyi de başarabilirim demektir.
Anlam istemi sadece bir inanç sorunu değildir, bir olgüdur (fact). 1949 yılında ortaya attığımdan beri bu hipotez, çeşitli otoriteler tarafından test ve istatistiksel araştırmalar yoluyla gözlemsel (ampirik) olarak desteklenmiş ve doğrulanmıştır. James C. Crumbaugh ve Leonard T. Maholik tarafından geliştirilen Yaşamdaki Amaç (PİL) Testi15 ve Elisabeth S. Lukas’m Logo-Test’i, binlerce deneğe uygulanmış ve bilgisayara aktarılan veriler, anlam isteminin gerçek bir şey olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde göstermiştir.
Aynı şekilde, Çekoslovakya Brno Üniversitesi Psikoloji Bölümünden S. Kratochvil ve I. Planova, “anlam isteminin gerçekten de diğer ihtiyaçlara indirgenemeyecek özgün bir ihtiyaç olduğunu ve şu veya bu ölçüde bütün insanlarda bulunduğunu” gösteren veriler toplamıştır. Yazarlar şöyle devam ediyor: “Nevrotik ve depresiv hastalara ilişkin durum tarihçeleri de bu ihtiyacın engellenmesinin önemini ortaya koymuştur. Bazı olaylarda anlam isteminin engellenmesi, nevrozun veya intihar girişiminin kökeninde nedensel bir etken olarak önemli bir rol oynamıştır.”
Amerikan Eğitim Konseyi tarafından yayınlanan bir anket sonucu da ele alınabilir: ankete katılan 171309 öğrenci arasında, belirlenen en yüksek hedefin (yüzde 68.1’i tarafından), “anlamlı bir yaşam felsefesi geliştirmek” olduğu ortaya çıkmıştır.16 Kırk sekiz kolejden 7948 öğrenci üzerinde yapılan ve Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü adına Johns Hopkins Üniversitesi tarafından yürütülen bir başka anket çalışmasında, ankete kahlanlardan sadece yüzde 16’sı ilk hedeflerinin “çok para kazanmak” olduğunu söylerken, yüzde 78’i “yaşamımda bir amaç ve anlam bulmak” seçeneğini işaretlemiştir.17 Michigan Üniversitesi de paralel bulgular toplamıştır: 1533 çalışandan, işin çeşitli yanlarını önem sırasına göre sıralamaları istenmiş ve “iyi maaş” beşinci sırada yer almıştır. New Yok Devlet Üniversitesinden Josehp Katz’ın, son anketleri değerlendirerek, “endüstriye girecek olan bir sonraki personel dalgası, paralı değil, anlamlı kariyerlere yönelecek”18 demesi şaşırtıcı değildir.
Biran için, Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü tarafından başlatılan araştırmaya dönelim. Ankete katılan Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü tarafından başlatılan araştırmaya dönelim. Ankete katılan öğrencilerin yüzde yetmiş sekizi, ilk hedeflerinin yaşamda bir anlam bulmak olduğunu söylemiştir; rastlantı eseri bu yüzde yetmiş sekiz oranı, yaşamdaki en büyük amaçlarının tamamen farklı bir şey, yani “yaşam standardlarmı iyileştirmek” olduğunu söyleyen PolonyalI gençlerin yüzdesidir (Kıırier, 8 Ağustos 1973). Maslow’un ihtiyaçlar hiyeraşisi burada geçerli gibi gözüküyor: insanın, Amerikalı öğrencilerin ortaya koyduğu gibi yaşamda bir amaç ve anlam bulma işine yönelmeden önce, doyurucu bir yaşam standardına ulaşması gerekiyor. Sorun, iyi bir yaşam kurmak için, sadece sosyoekonomik durumunu iyileştirmenin (böylece psikodinamik durumu iyileştirmek için bir psikanalize gidecek mali güce ulaşmasının) yeterli olup olmadığıdır. Buna inanmıyorum. Hasta olan bir insanın sağlıklı olmayı arzuladığım, bu nedenle sağlığın yaşamdaki en büyük hedef gibi gözüktüğü açık bir gerçektir. Ama aslında sağlık, bir amaca yönelik bir araçtan, belli bir durumda gerçek anlam olarak değerlendirilebilecek şeye ulaşmaya yönelik bir önkoşul olmaktan başka bir şey değildir. Bu durumda ilk önce aracın arkasındaki amacı sorgulamak zorunludur. Bu tür bir sorgulama için, bir tür Sokratik diyalog uygun bir yöntem olabilir.
Maslow’un güdü teorisi burada yeterli değildir, çünkü ihtiyaç duyulan şey yüksek ve alçak ihtiyaçlar arasında ayrım yapmaktan çok, tek tek her bir hedefin sadece araç mı yoksa birer amaç mı olduğu sorusuna cevap vermektir. Gündelik yaşamda bu farkın tam anlamıyla bilincinde oluruz. Eğer farkında olmasaydık, çizgi film kahramanı Snoopy’nin anlamsızlık ve boşluk duygusundan yakındığını, Charlie Brown bir çanak yemekle içeri girince de “işte Anlam!!” diye bağırdığım duyunca kahkaha atmazdık. Bizi güldüren şey, araçla (means) amacın (meaning) karıştırılmasıdır: yiyecek, yaşamak için mutlaka gerekli bir koşul olmasına karşın, yaşama anlam vermek ve kişiyi anlamsızlık ve boşluk duygusundan kurtarmak için yeterli bir koşul değildir.
Maslovv’un yüksek ve alçak ihtiyaçlar arasındaki ayrımı, alt basamaktaki ihtiyaçlar doyurulmadığı zaman, anlam istemi gibi daha yüksek bir ihtiyacın ariliyet kazanabileceğini dikkate almaz. Ölüm kamplarında, ya da ölüm yatağında gözlenen durumları düşünmeniz yeterlidir: bu tür koşullarda anlam, hatta nihai anlam açlığının, karşı konulmaz bir şekilde su yüzüne çıktığını kim inkar edebilir?
Ölüm yatağında bu açıktır. Theresienstadt gettosunda olanlarsa daha az açık olabilir: 1000 genç insandan oluşan bir kafile ertesi gün hareket edecektir. Sabah olunca, getto kütüphanesinin yağmalandığı anlaşılmış. Auschwitz toplama kampında ölüme mahkum olan bu gençlerden her birisi, sevdiği bir şairin, romancının veya bilimcinin kitaplarından birkaçım alıp çantasına saklamıştır. Şimdi kim gelip de beni Dreigroschenoper’inde “Yiyecekönce gelir, ahlak ondan sonra” (Erst kommt das Fressen, dam kommt die Moral) diyen Bertold Brecht’in haklı olduğuna ikna edebilir?
Ama daha önce de gördüğümüz gibi, sadece uç durumlar değil, bolluk da anlam arayışım tetikleyebilir, ya da anlam istemini engelleyebilir. Bu, genelde bolluk, özelde de boş zaman bolluğu için geçerlidir. Ait basamaktaki ihtiyaçların hem doyurulması hem de engellenmesi insanda anlam arayışını kamçıladığı için, bundan, anlam arayışının diğer ihtiyaçlardan bağımsız olduğu sonucu çıkar. Dolayısıyla ne bu ihtiyaçlara indirgenebilir, ne de onlardan çıkarsanabilir.
Anlam istemi, insanın insanlığının gerçek bir dışavurumu olmasının yanısıra, Theodore A. Kotchen’in de bulgularla ortaya koyduğu gibi, ruh sağlığının da güvenilir bir ölçütüdür. Anlam istemini ölçen ve en yüksek puanlan güdülenimi (motivasyonu) yüksek, başanlı profesyonellerde ve işadamlannda elde eden James C. Crumbaugh, Sister Mary Raphael ve Raymond R. Shrader’in bulguları bu hipotezi desteklemiştir. Tersine, Elisabeth S. Lukas tarafından gözlemsel bulgularla da ortaya konuğu gibi, anlam ve amaç yokluğu, duygusal uyumsuzluğun bir göstergesidir. Albert Einstein’dan bir alıntı yapmak gerekirse: “Yaşamını anlamsız gören kişi hem mutsuzdur, hem de yaşama uygun değildir.” Bu sadece bir başarı ve mutluluk değil, bir yaşama sorunudur. Çağdaş psikolojinin terimleriyle ifade edersek, anlam istemi bir “yaşama (yaşamı sürdürme) değerine” sahiptir. Auschwitz ve Dachau toplama kamplannda geçirdiğim üç yılda aldığım ders şudur: diğer şeyleri eşit kabul edersek, kamplarda yaşama (ayakta kalma) şansı en yüksek olanlar, geleceğe (onlan gelecekte bekleyen bir göreve, bir insana, gelecekte onlar tarafından gerçekleştirilecek bir anlama) yönelik olanlardı.19
O günden bu yana, toplama kampları konusunda kitap yazan diğer yazarlar ve Japon, Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam esir kampları üzerine yapılan psikiyatrik incelemeler de aynı sonuca varmıştır. Kuzey Vietnam esir kamplarında yedi yıl kadar kalan ve benden ders alan üç Amerikalı subay da esirler arasında yaşama şansı en yüksek esirlerin, kendilerini bekleyen birisi veya birşeyler olduğuna inananlar olduğunu gözlemiştir. Bunlardan çıkan ders, ayakta kalmanın, bir “ne için” veya “kimin için” yönelimine bağlı olduğudur. Tek kelimeyle, varoluş, ta 1949’larda kullandığım bir logoterapi terimini kullanacak olursam, “kendini aşkınlığa” bağlıdır. Bundan, insan olmanın her zaman için kendinden başka bir şeye, ya da bir insana -gerçekleştirilecek bir anlama, karşılaşılacak bir insana, hizmet edilecek bir davaya, ya da sevilecek bir insanayönelmek olduğu yolundaki antik antropolojik gerçeğini anlıyorum. İnsan, sadece varoluşundaki bu kendini aşinayı gerçekleştirdiği zaman gerçekten insan, ya da gerçek benliği olmaktadır. Bunu, kendini, kendi benliğini güncelleştirmeyi düşünerek değil, kendini unutarak, kendini vererek, kendini görmeyerek ve dışarıya odaklaşarak gerçekleştirir. Benzetme olarak vermekten çok hoşlandığım gözü ele alın. Aynaya baktığı anların dışında göz kendinden bir şey görür mü? Kataraktlı bir göz, bulutlanma gibi bir şey görür, bu kendi kataraktıdır; glokomalı bir göz kendi glokomasını ışıklann çevresini saran bir gökkuşağı haresi gibi görür. Sağlıklı bir göz ise kendinden hiç bir şey görmez, öz-aşkmdır (kendini aşmıştır).
Kendini gerçekleştirme denen şey, kendini aşmanın niyetlenmeyen bir sonucudur; bunu, niyetin hedefi kılmak yıkıcı, kendi amacını baltalayıcıdır. Kendini gerçekleştirme için geçerli olan, kimlik ve mutluluk için de geçerlidir. Mutluluğa engel olan şey, “mutluluk arayışı”run kendisidir. Bunu ne kadar çok hedefimiz yaparsak, bu hedeften de o kadar çok şaşarız. Bu en açık haliyle cinsel mutlulukta, cinsel “haz arayışında” görülür. Bunun sonucu ise cinsel nevrozlardır. Bir erkek gücünü göstermeyi ne kadar çok arzularsa, başarısızlığa mahkum olması o kadar kesinleşecektir. Bir kadın orgazm olabileceğini kendine kanıtlamayı ne kadar arzularsa, soğuk olma ihtimali o kadar artacaktır. Bu noktada okura, konunun uygun durum tarihçeleriyle ele alındığı logoterapinin klinik uygulamaları ve teknikleri konulu bölüme (“Paradoksik Niyet ve Düşünce Odağını Değiştirme” başlıklı bölüme) başvurmasını öneriyorum.
Carolyn-Wood Sherif tarafından rapor edilen ünlü deneyde bir-grup genç insanda saldırganlık yaratılır. Ama çocuklar çamura saplanan bir arabayı kurtarmak gibi ortak bir görevle bir araya gelince saldırganlıklarını “unuturlar.” Anlam istemlerinin ağır bastığını söyleyebiliriz! Ve banş araştırmalannm, muhtemel saldırganlar vb. konusundaki klişelerin tekrarından kurtularak, anlam istemine yönelmesi ve birey için geçerli olan şeyin aynı ölçüde insanlık için de geçerli olduğunu dikkate alması gerektiğine inanıyorum. İnsanlığın devamı da insanların, ortak bir anlam bölenine ulaşıp ulaşmayacağına bağlı değil midir? Bu, halkın ve halkların, ortak bir anlam bulmasına, ortak bir anlama yönelik ortak bir istemde [iradede] birleşmesine bağlı değil mi?
Cevabı bilmiyorum. Doğru soruyu sorduğumu bilseydim, bu benim için yeterli olurdu. Yine de son çözümlemede, gezegenimizin tek kurtuluş ümidi, devletlerin bir araya gelip ortak bir işe yönelebilmelerinde yatıyor gibi geliyor bana.
Bu noktaya kadar, sadece ilerleme kaydettiğimiz söylenebilir. Ama insanın anlam arayışının, kuşağımızın tanıklık ettiği dünya çapında bir olgu olduğu açıktır; dolayısıyla bu ortak anlam arayışı ortak bir hedefe ve amaca neden yol açmasın?
Yaşam İçin Bir Anlam
insanda bir anlam istemi olduğunu gördük; peki yaşamda bir anlam var mı? Başka bir deyişle, logoterapinin güdüsel-teorik yanını ele aldığımız için, “logo-teori”ye, yani logoterapinin anlam teorisine geçebiliriz. Kendi kendimize, bir logoterapistin anlam aktarıp aktaramayacağını sorarak başlayalım. Her şeyden önce, anlamın kaybolmamasına dikkat etmesi gerektiğini söylemek isterim; çünkü indirgemeciliğin yapbğı şey budur. Diğer kitaplarımda olduğu kadar izleyen bölümlerde de çeşitli örnekler verilmiştir.
Burada, on üç yaşındayken yaşadığım bir olayı anmama izin verin. Bir keresinde fen öğretmenimiz sıralann arasında gezinerek, son çözümlemede yaşamın bir yanma, bir oksidasyon sürecinden başka bir şey olmadığını anlatıyordu. O zamanlar gerekli olduğu halde izin almaksızın ayağa fırladım ve “O zaman yaşamın anlamı ne?” diye sordum. Elbette cevap veremedi, çünkü o bir indirgemeciydi.
Sorun, yaşamın görünürde anlamsızlığından ötürü umutsuz olan insanlara nasıl yardım edebileceğimizdir. Başlarken, geleneklerle aktarılan değerlerin kaybolduğunu ve geleneklerdeki bir çöküşle karşı karşıya bulunduğumuzu söylemiştim Buna rağmen anlam bulmanın mümkün olduğuna inanıyorum. Gerçeklik her zaman için özgün, somut bir durum olarak karşımıza çıktığı ve her yaşam durumu benzersiz olduğu için, bundan, bir durumun anlamının da benzersiz (eşsiz) olması gerektiği sonucu çıkar. Dolayısıyla anlamlann, gelenekler yoluyla aktarılması da mümkün olmayacaktır. Sadece, evrensel anlamlar olarak tanımlanabilecek olan değerler geleneklerin çöküşünden etkilenebilir.
içgüdülerin genlerle, değerlerin geleneklerle aktanldığı, buna karşılık benzersiz (eşsiz) olan anlamlann bir kişisel keşif sorunu olduğu söylenebilir. Kişinin bunları kendi başına arayıp bulması gerekir; ve şimdi anlıyoruz ki bütün evrensel değerler tamamen ortadan kalksa bile, benzersiz anlamlann keşfi mümkün olacaktır. Kısaca ortaya koymak gerekirse: değerler öldü, yaşasın anlamlar.