Efsaneler bazen denizden,
Bazen aşktan ve ateşten gelirler.
Aşktan ve ateşten ve denizden gelenler,
Bazen ışık olurlar ve bütün zamanı aydınlatırlar…
Efsane kurmak kadar, efsaneyi yazmak da efsaneye dâhildir.
Bir çağı haritalarda bulamazsınız.
Derine, insana ve tarihin denizlerine açılmak gerekir.
Girdaplarda yüksek idealler saklanabilir.
Bu kitapta
İstanbul, Gırnata, Madrid, Roma ve Akdeniz; aşk diliyle kuşatıldı.
Akdeniz, aşk kaleminin haritasıyla yeniden çizildi.
Kılıç kılıca, cevher çeliğe çarptı, varlık da yokluğa.
Ve hep bir yol vardı kalplerden denizlere.
Derin denizler, büyük aşklar için atlas olup dokundu.
İskender Pala, bir çağı ve o çağın efsanelerini dile döktü.
Barbaros Hayreddin Paşa’yı…
Sonra, bir gül sepeti getirdi.
Isırılmış üç elmayı anlattı.
***
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki donanmayla seferden geliyor!
Adalar’dan mı? Tunus’tan mı, Cezayir’den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pare gemi
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor;
O mübarek gemiler hangi seferden geliyor?
Yahya Kemal Beyatlı
*
“(Akdeniz tarihi söz konusu olduğunda) İnglllzler tarafsız olmaya çalışırlar ama pek beceremezler. İspanyolların hatırı sayılır bir dürüstlüğü vardır ama güçlü bir dinsel önyargıları da vardır. İtalyanlar gerçekleri bir sis perdesi gibi kullanırlar. Fransızlar düpedüz yalan söylerler. Amerikalılar ve Ruslar kendi tarihlerinden önceki dönemlerle pek ilgilenmezler. Ama Akdeniz’in tarihi önemlidir; çünkü tüm Batı kültürü bu denizden ve onu çevreleyen topraklardan çıkmıştır. Akdeniz havzasının kültürünü ve teknik gelişmelerini tamamen Avrupai görmek, elektriğin yalnızca pozitif olduğunu, negatif olmadığını savunmak kadar aptalcadır. Dünyanın bu bölümünde yükselen bütün kültürlerin hikâyesi, Doğu ile Batı arasındaki ilişkinin en şiddetli burada hissedilmesi gerçeğine dayanır.”*
TEŞEKKÜR
Bu kitap size ulaşmadan evvel yazdıklarımı mesleki hassasiyetiyle okuyan Prof. Dr. Kemal Beydilli’ye, değerli makaleleriyle araştırmalarımıza rehber olan ve romanımı deniz tarihi açısından kontrol eden Prof. Dr. İdris Bostan’a, denizcilik tabirlerini gözden geçiren bahriyeli çarkçıbaşı İbrahim Belet’e, kitabın adını ilham eden tasarım üstadı Faruk Saraç’a, haritamızı çizen Neslihan Göncü’ye, yazım sürecimizi kolaylaştıran Tülin Ersöz’e, son aşamadaki katkılarından dolayı dostlarım Dr. Alim Kahraman’a, Bedia Ceylan Güzelce’ye, Ali Çolak’a, Cem Erciyes’e, Ömer Erdem’e, Kaan Murat Yanık’a, Barbaros’un izinde yaptığımız Akdeniz seyahatinin Tunus ayağını kolaylaştıran Gökhan Yavuz ve büyükelçimiz Ömer Gücük’e, kitabın mutfağını yöneten Mehmet Said Aydın’a, kapak tasarımını gerçekleştiren Utku Lomlu’ya, sayfa tasarımını yapan M. Atahan Sıralar’a, her kitabımda olduğu gibi yine özenilmiş bir kitap üreten Kapı Yayınları yetkili ve çalışanlarına, kitaplarımın her zamanki ilk okuyucusu sevgili eşime teşekkür ediyorum.
1511
Efsaneler denizindeydiler ve gittikleri yerlere kendi efsanelerini de götüreceklerini henüz bilmiyorlardı. Midilli’den görülebilen ufuklar dört kardeşin büyüklerine göz kırpıp duruyor, köpüklü bağrını göstererek ötelere, daha ötelere çağırıyordu. O ve İlyas, küçük olan ikisi, henüz kendilerine uğur getirecek süslü kalyetaları bile seçmemiş, bir akşam limana demir atıp seherde yola çıkar gibi kaderlerini etkileyecek zarif kadırgaları beklemeye bile başlamamışlardı. Ama ağabeyleri, İshak ile Oruç, açıklardan geçen gemiler dâhil bütün yüksek bordalı kancabaş, perkende ve karakaları, kürekli kalyetaları, kadırgaları, firkateleri; hatta denizlerde yeni yeni görülmeye başlayan yelkenli nev-icat kalyonlar ile gökeleri, ismiyle, rengiyle, pruva veya mizanalarında, seren veya babafingolarında dalgalanan sancak veya flamalarıyla tanıyor, başbodoslamasında heybetle kükreyen gemi aslanı veya ejderhaları birbirinden ayırt edebiliyor, hangisinde kaç kürek ve her kürekte kaç forsa; hangisinde kaç güverte ve her güvertede kaç top olduğuna dair iddialara bile girebiliyorlardı. Onlar Midilli’nin parmakla gösterilen bıçkınlarıydılar. Rum olsun, Türk olsun herkesin sevgisini kazanmışlardı. Özellikle de adadaki kızların tabii. Limandaki tacirler, tarlalardaki esirler, cami veya kilisedeki cemaat bile birbirine benzeyen bu kızıl saçlı çocuklara bakarken Yakup Ağa’nın oğulları değil, sanki adanın müstakbel koruyucu meleklerini görüyorlardı. Kostantiniyye’yi alan Fatih Mehmet Han’ın -Allah ona rahmet eylesin- iş becerir sipahileri arasında güç ve endamıyla ünlü bir kahraman iken Midilli’ye yerleşen kumral güzeli Yakup Ağa, adadaki Rum kızlarının güzellikte en müstesnasıyla evlenmiş ve üçer yıl arayla dört oğulları olmuştu. Çocukların hepsi babaları gibi iri kara gözlere ve anneleri gibi dalgalı kızıl saçlara sahiptiler. Yakup Ağa, nedendir bilinmez, büyümekte olan oğullarının bir zanaat ile ilgilenmelerini istiyor ve onlara sık sık denizlerin insanı iflah etmeyeceğini, oynak koynuna bir düşenin bir daha kendini kurtaramayacağını, üstelik Akdeniz adalarının artık birer korsan yuvası haline geldiğini söyleyip duruyordu. Ulu hünkar Sultan Bayezid Han hazretlerinin -Allah ömrünü uzun, saltanatını daim etsin- Adalar Denizi’nde Hıristiyanların ticaret yapmasını engelleyici önlemler aldırmaya başladığından ve bütün adaların gelirlerini hâzinesine katmak istemesinden dem vuruyor, gemici olup adalar arasında alım satımla uğraşmanın kârlı bir gelecek sağlamayacağını onların genç zihinlerine kazımak istiyordu. Rodos şövalyelerinin öncülüğünde bütün adaların korsanlar tarafından tahkim olunmasına ilaveten Midilli’nin de, daha Çanakkale Boğazı girişinde Türk gemilerine pusu kuran Sicilya, Ceneviz, Katalan ve Floransa korsanlarıyla kaynamaya başlaması, zannederim herkes gibi onu da içten içe rahatsız ediyordu. Arsız ve sırnaşık herifler, bazen öyle ileri gidiyorlardı ki, tavus-ı cihan u sahipkıran sultanımız efendimizin topraklarına saldırıp kıyılardan Türk kızları ve delikanlılarını bile kaçırarak Ceneviz esir pazarında satabiliyorlardı. “Amma,” demişti Yakup Ağa, Hızır’ın kendisini dikkatle dinlediği bir gün, “iyi bil ki oğul, rüzgâr eken hep fırtına biçmiştir ve bunların zulmüne de bir dur diyen çıkacaktır.”
Bütün adalar gibi Midilli’de de hayat yavaş ilerler, genelde oğullar da babalarının kaderlerini takip edip giderlerdi. Büyük oğul İshak, alışılmış kuralı bozmamış, babasının sözünden hiç çıkmadan iyi bir marangoz olmuş, küçük bir dükkân bile açmıştı; Küçük İlyas ileride imam olmak üzere hafızlık yapıyordu. Yakup Ağa’ya sorarsanız üçüncü oğul Hızır’ın da çömlekçi olması gerekiyordu. Onu adanın en ünlü çömlekçisinin yanına çıraklığa bile vermişti. Tabii bu mesleği sevmesi için cami cemaatine dualar ettirerek. İkinci oğul Oruç’a gelince, o bütün kuralların dışında biriydi. Daima babasının öfkesini çekecek şeyler yapıyor, hiçbir işte sebat etmiyor, sahilde başıboş dolaşmayı veya gelip giden gemilerdeki adamlarla konuşmayı tarlada çalışmaya da, bir zanaat öğrenmeye de tercih ediyordu. Son birkaç haftadır camiye de gelmez olmuştu üstelik. Eve ise nadiren uğruyordu. Oysa babası, iki küçüğe ağabeylik yapma hususunda ona ne umutlar bağlamıştı.
Günlerden birinde, iki bin nüfuslu Midilli, Oruç’un denize gemi indirdiği, bir barça edinip ticarete başladığı haberiyle çalkalandı. Ballandırarak anlatanlara göre yanında 8 levend çalışıyor, 24 forsa tayın yiyor, adına da artık “reis” deniyordu. En imrenilerek dillendirilen kısmı ise artık gemici dili biliyor olmasıydı. Çünkü delikanlılar arasında ada halkının en seçkinleri denizciler, denizcilerin en seçkinleri de gemici dilini bilenler idi.
Bir yıl bile geçmemişti, Oruç, babasına rağmen bu işte parmakla gösterilir bir reis oluverdi. Konuşulanlara bakılırsa barçalarının sayısını üçe çıkarmış ve yedi düvele hükmeden hükümdarımız Sultan bin Sultan Bayezid Han hazretlerinin -ömrü uzun olsun- ülkesi açıklarına sanki birer nakış diye serpiştirilmiş şu Akdeniz adalarını avucunun içi gibi öğrenmişti. Arada bir Midilli’ye geliyor, barçalarını limana kıçtankara edip çarşının taşlık yolundan reis gibi geçerek annesinin elini öpmeye varıyordu. Elbette öfkeli babasına hiç görünmeden; yahut öyle zannederek…
Onun eve geldiği günün akşamında diğer üç kardeş için bir şölen başlıyor, getirdiği hediyelerin sevincine anlatacağı hikâyelerin heyecanı karışıyor, hatta dolunayda gizlice kardeşlerini barçalarına götürüp gezdirdiği bile oluyordu.
Öyle gecelerden birinde, küçük kardeşini, kardeşlerden üçüncüsünü, Hızır’ı yanına aldı, gemisinin serdümen mahalline oturttu ve o güne kadar hiç dillendirmediği, babasının anlattıklarına hiç benzemeyen bir masal anlattı. Deniz tanrısı Poseidon’un oğlu Tesos’un hikayesiydi bu. 26 yaşındayken babasına ait Egesos Denizi’ne hâkim oluyor ve Girit’i mekân tutup cengâverliğiyle bütün Akdeniz’i kuşatıyordu. Hızır, masalı dinlerken ağabeyinin de tam 26 yaşında olduğunu fark etti ve aslında adalarda, İskenderiye ve Suriye limanlarında dolaşırken sadece zeytin veya sabun, ahşap veya kayış ticareti yapmadığını, gittiği yerlerde kahramanlık hikâyeleri alıp sattığını hissetti. İçindeki kıpırtının o gece uykularını kaçıracağını bilemedi. Bütün gece Girit’te, o masalın içinde olmayı hayal edip durdu. Tabii ki masalın büyücüsü yenilmez Media’dan korkarak.
Hızır, ertesi sabahın ilk ışıklarında kendini Girit’e doğru bakarken buldu. Oruç ağası gözünde Tesos idi artık ve Akdeniz’in doğu kıyılarına uzanan dalgaları arasında sanki hızla akıp gidecek yıllarını görüyordu. Bir gün onun gemisinde bir reis olup bahçeliklerde, güvertelerde kendini puntellere dokunur, zincir bosalar, barbarişka düğümler atarken hayal etti. Efsaneler yaşatan Akdeniz’de kendi hikâyelerinin de anlatılacağı zamanları düşlemeye ilk o sabah başladı. O, Yenicevardarlı sipahi Yakup Ağa’nın Midilli’de doğan oğlu Hızır idi ve Akdeniz’de efsaneler alıp satmaya başlayınca rüzgâr ekenlere kadırgalarından fırtınalar gönderecek, zulümlere kılıcıyla son verecek ve bütün dünyada adını Reis diye andıracaktı, Barba Rossa Hızır Hayreddin Reis.
*
Ben, Sidi Alkala, nam-ı diğer Seyyid Muradi, yıllarca ve yıllarca sonra, her şeyi gördükten, görmediklerimi de görmüş gibi dinledikten sonra onun hikâyesini bütün ayrıntısıyla anlatabileceğim günler geldiğinde yine böyle bir teşrin akşamıydı ve haşmetli sultan Grand Seignior Kanuni Süleyman Han hazretleri -Allah mülkünü ebedi kılsın- Hızır Reis’i huzuruna çağırıp, “Bak a Hayreddin Lala’m!” demişti, “Yaz!.. Evvelce olan işler, eski tarih kitaplarında nasıl yazıldı ise sen de öylece yaz. Yaz, çünkü sen her şeyi hatırlıyorsun, zihnin çok kuvvetli. Böylece benim zamanımda denizlerde ve karalarda neler olmuşsa, eksiksiz ve fazlasız, yalansız ve hatasız ortaya çıksın! Sonraki nesillerimiz bundan ibretler alsın, yol yordam gözetip iş yürütsün. Karlos Kral’ın yaptıklarını ve benim yaptıklarımı, ikimizin arasında senin yaptıklarını yaz,” demişti. Hayreddin Paşa o vakit, “Sultanımızın kutlu fermanı baş üzeredir; illa ki bu kulunuz nerede, bir tarih kitabı yazmak nerede!.. Üstelik yazmaya başlayınca, ahir-i ömrümde kederli şeyleri de hatırlayıp üzülürüm. Binaenaleyh siz yüce hükümdarımızın emri yerine gelmek gerektir. Bu sebeple eğer izin verirseniz bizim bir Seyyid Muradi kâtibimiz vardır, benim her şeyimi bilen, sırdaşım; kardeşlerimi kaybettikten sonra kardeşim… Yıllar yılı, kadırgalarımda ondan daha ziyade güveneceğim ikinci bir kişi olmamıştı. Üstelik beni çok iyi tanır ve benim sizin kutlu eşiğinize anlatacağım her şeyi hakikatiyle bilir, ben yanılsam bile o yanılmaz, müsaade buyrulursa haşmetli hünkârımız, benim yerime o yazsın; saklamadan, yanıltmadan, abartmadan… Bilmediğini öğrenmek, görmediğini sormak için bana gelsin ve her şeyi dosdoğru anlatmak üzere kendi hikâyesini de ilave ederek ayan beyan yazsın,” deyip yüce hükümdarımızın rızasını almış. Sonra ben kalemimi mürekkebe bandırdım ve o söyledi ben yazdım; ben yazdım, o tashih etti. Efrenci 1542 yılının teşrinlerinde, bütün hikâyeyi bitirdiğimde, beyaza çekmesi bir ay sürdü. Yazdıklarımda siz, Barbaros Hayreddin Paşa ile başımızdan geçenlerin yalnızca belli başlı kısımlarını okuyacaksınız. Bir tarihin doğru anlaşılabilmesi için gerekli olan kısmını. Hatıralarımıza aşina olduğunuzda ise bizim özel hayatlarımızdan çok Akdeniz’in zengin kıyılarındaki insanların ibretlik hikâyeleriyle karşılaşacaksınız. Satırlarıma Oruç’u anlatarak başlamam bu yüzdendir.
*
Delikanlı Oruç denize kapılanınca, babası, diğer üç kardeşin deniz kıyısında dolaşmalarını bile yasakladı. Ama buna hiç tahammül edemeyen biri vardı içlerinde. Hele de adı Hızır iken… “Biz ikimiz,” demişti bir seferinde, “Hızır ile İlyas, biz ikimiz, üç yıl arayla aynı günde doğmuşuz; kuzuların annelerine meledikleri bir günde. Rum veya Türk, Hıristiyan veya Müslüman demeden bütün ada halkının kırlara çıkıp eğlendiği, baharın gelişini kutladığı, çömleklere niyet taşları attığı, genç kızların evlilik falları tuttuğu Hıdırellez gününde. Zaten bu yüzden benim adım Hızır (Hıdır), onunki İlyas (Ellez) olmuş. Annemin anlattığı masallar içinde en ziyade Hızır ile İlyas’ın maceralarını sevmemin sebebi bu olsa gerek. Melek annem bu masalı yılda yalnızca bir kez anlatır, lâkin her yıl daha güzelleştirir -belki de bana öyle geliyordu- her defasında birazcık değiştirir ve zenginleştirir ama sonunu mutlaka şöyle bağlardı: ‘(…) Hızır, ertesi yıl, Hıdırellez gününde İskender Seddi üzerinde İlyas ile buluştuğunda, bir yıl boyunca denizlerde neler olup bitmiş, hangi çaresize çare olmuş, hangi geminin yardımına koşmuş, hangi uğursuzu denize batırmış, İlyas’a bir bir anlatırmış.’ İlyas masal dinleyecek yaşa geldiğinde bu cümlesini şöyle değiştirdiğini de hatırlarım: ‘Hızır ile İlyas, bir yıl sonra aynı gün, İskender Seddi üzerinde buluştuklarında, Hızır denizlerde, İlyas da karalarda neler yaptıklarını, kimlerin imdadına yetiştiklerini, kimlere yardım edip hangi uğursuzların uğurlarını kestiklerini birbirlerine anlatır, sonraki yıl neler yapacaklarını söyleşerek vedalaşırlarmış. Bakalım bir sonraki yılda neler neler olacakmış?!.’ Annem, masalını anlatmayı bitirdikten sonra ellerini açar, dinince Tanrı’ya yakarırdı. Onun dudakları kıpırdarken sanki ben, ‘Ey Yüce Tanrı! Tıpkı adaşları gibi Hızır’ımı denizlerde, İlyas’ımı da karalarda sen hakim ve muzaffer eyle!’ dediğini duyar gibi olurdum. Şimdi her sabah, iki sayfa Kur’an okuduktan sonra, Yüce Allah’ın, babamla annemi bağışlaması için dua edişim bu yüzdendir.”
Babası Hızır’a kesin yasak koymuştu bir kez. Hayat da çekilmez olmuştu elbette. Adada yaşıyor ama deniz kıyısına bile gitmiyor, saraç dükkânında atlara kayış yapmakla oyalanıyordu. Lâkin, tarlada çalışan esirlerin -Midilli’de en çok babasının esiri vardı- yemeklerini götürmek, kaldıkları kulübeyi her sabah ve her akşam kilitleyip açmak, her gün nöbetleşe birini ayırıp kulübedeki temizlik işlerine nezaret etmek, tek tek ayaklarındaki kadina zincirlerini açıp sağ veya sol bileklerine kelepçelemek ve annesinin hazırladığı yemekleri taşımak gibi sıradan işlerle oyalandığı yıllar boyunca bile hep aklı denizlerde oldu. Midillili yaşıtları ellerinde küçük zincirler sallayıp şuh delikanlılık rüyaları görürken onun neden avucunda denizci sicimi gezdirip durduğunu anlamakta zorlansalar da o, izbarço veya kanca düğümünü, camadan veya filasa bağını zincir sallamaya tercih ediyor, tıpkı ağabeyi gibi denizcilik deyim ve terimlerini öğreniyor, hatta ürettiği testileri merkeplere yüklerken denizciler gibi cunda veya çarmık palangasıyla sıkıca bağlamayı bir eğlence kabul ediyordu.
Annesini toprağa verdiği yıldı. Aldığı bir haber ile dünya başına zindan oldu. İlyas, tacirliği öğrensin diye Oruç ile Doğu Akdeniz’in en işlek limanı olan İskenderiye’ye gitmiş, olacak bu ya, dönüşte de Rodos şövalyeleri yollarını kesmişti. Haberi veren kişi, küçük İlyas’ın tekbir getirirken şehit edildiğini, Oruç’un ise bu kadar şansı yakalayamayıp kâfir gemisine zincirlendiğini ve sonunda Akdeniz’in en ürkütücü kaderi olan forsalığa mahkum olduğunu söylüyordu. Hızır, elbette babasına bu olanları anlatamazdı. Genç bir elma fidanının toprağa devrilmesine bile yüreği dayanmayan dağ gibi Yakup Ağa, kendi fidanının denize devrildiğini duyunca çıldırabilir yahut forsa tutulan oğlu için yetmiş yedisinde eline kılıç almaya kalkardı. Bir gemide küreğe mahkûm forsa olmanın ölümden beter sayıldığını bütün Akdenizliler gibi elbette o da biliyordu.
Kötü haber tez yayılırmış, Yakup Ağa çok geçmeden oğullarının başına gelenleri duymuş, duyduğu yere yığılıp candan geçivermişti. Şimdi Hızır için hayat daha da zorlaşmıştı. Art arda bir kardeş ile anne babasını yitirmenin, ağabeyini köle vermenin ağırlığı altında üç yıl geçirdi. Hüzünler ve hasretliklerle dolu, çaresizlik ve çare arayışlarıyla dolu üç kara yıl. Sonra her şey birden değişiverdi, rüzgâr karayel iken meltem oldu. Rodos gemilerinde forsa bildiği Oruç üç gemiyi ardına takmış, bir Osmanlı reisi kılığında çıkagelmişti. Üstelik de dönüşü bütün adaları titretecek türdendi. Çünkü bir tacirden ziyade bir korsan gibi davranıyordu artık. Üç yıl boyunca Rodos şövalyelerinden çektiklerinin hesabını görür gibi acımasızdı. Tabii çok geçmeden adı Akdeniz korsanları arasında anılmaya başladı. Mısır sultanı ve Şehzade Korkut ile kâhyası Piyale Bey’den ikişer kalyeta alıp, “Harekette bereket vardır!” diyerek denize açıldı. Şehzade Korkut o sırada Teke ilindeydi. İki yıl kadar onun gemileriyle Akdeniz’in doğusunda korsanlık yaptı, eşiğine ganimetler sundu. Şehzadenin Saruhan Sancakbeyliği’ne gittiği yıl da, Anadolu kıyılarından Batı Akdeniz’e doğru dümen kırdı. Çok ganimetler elde etti, sefineler kovaladı, kadırgalar tuttu, zengin oldu.
Hızır, ağabeyinin başarılarını duydukça içindeki masalları ve bir zamanlar tutulduğu deniz sevdasını hatırlıyor, “Oruç Ağam beni de yanına al!” demeyi çok istiyor ama bunu bir türlü söyleyemiyordu. Gelgelelim, onun düşündüğünü iki yıl sonra büyük ağabeyi İshak yaptı ve Cerbe adasını mekân tutan Oruç’un teknelerinden birinde yetmiş sekizinci levend kaydıyla deftere adını yazdırdı. Bedeniyle Midilli’de tek başına baba evini bekIeyen, gönlüyle Doğu Akdeniz’de efsaneler harmanlayan Hızır ise Midilli sahilinde bekleşen gemilere baka baka, İlyas’ı kendisinden alan denize gidip onu geri istemeyi aklına koydu. Babası öldükten sonra Midilli’de şartlar değişmişti. “Şimdi olsaydı babam denizden uzak durmamız için ısrarcı olmazdı,” diye düşünüyordu artık. Denize açılırsa babasının sözünden çıkmış olmayacağına böyle böyle kanaat getirdi. Yine de başlangıçta denizi öğrenmek, şimdilik yalnızca alıp satmak, o adadan bu adaya mal taşıyarak denizle dost olmaktı niyeti. Belki ileride Cerbe’ye kadar da gider, ağabeylerini görürdü. Satıp savıp kendisine bir Mısır karakası ile bir barça tedarik etti. Nakliye ve ticaret için en uygunu bunlar idi. Birinin baş bodoslamasında simurg motifi olduğu için adını “Simurg” koymuş, kendi de onun kaptan kamarasına bir tente koyup yerleşmişti.
Şehzade Selirn’in Edirne’ye, Sultan Bayezid’in üzerine yürüdüğü aylardaydı. Rüyasında sık sık İlyas’ı görür olmuştu. İlyas onun öteki yarısı gibiydi ve tıpkı annesinin anlattığı efsanedeki Hızır ile İlyas’ın kaderleri gibi birbirlerine bağlı büyümüşlerdi, birbirlerini bulmayınca olmuyordu. Ardı kesilmez rüyalardan sonra onu ne çok özlediğini fark etti ve kokusunu duymak, hatırasını anmak için, ruhunu ve cesedini yitirdiği açık denizlerde dolanmaya başladı. İlyas şehit olduğunda hafızlığını tamamlamış, bazı bazı çarşı camisi mihrabında Kur’an tilavet etmiş, bir keresinde de minareden okuduğu sabah ezanıyla bütün Midilli Müslümanlarını uyandırıp ağlatmıştı. Sesi çok güzeldi ve o Kur’an okurken insanlar etkilenirdi. Ölümünden sonra Hızır, Midilli’de ne vakit sabah ezanı dinlese sanki onun sesini duyar gibi oluyordu. Kendine itiraf edemese de Midilli’den ayrılma sebeplerinden biri de bunu unutmak veya kulağında çınlayıp duran sesini denizlerin dalgalarına götürüp ruhunu sesiyle buluşturabilmekti. Midilli’de hatıralardan başka bir şeyinin kalmadığına böyle karar verdi. Sahildeki iki barçaya açık denizler için yeteri kadar forsa ve levend bulduğu gün küreklere asılması da bundandı. Çeşme, Kiryakos, Aydın ve Rodos limanlarında bir müddet alıp satıp Girit’i dolanacak sonra da Preveze önlerinden ver elini Cerbe diyecekti. Daha ilk gün, adamları tarafından adının sonuna bir “Reis” unvanı konulacağını hiç düşünmemişti. Galiba hoşuna da gitti: Hızır Reis!.. Kulak okşuyordu.
Dördüncü günün sonuna doğru açık denizde forsalar bir türkü tutturmuş, akıntı payında asude bir seyirde idiler. Başüstü serdümen mahallinde Hızır Reis gözlerini enginlere dikmiş, dalıp dalıp gitmedeydi. Bir an İlyas’ın sesini duyar gibi olduğunu hissetti.
“Korsan kadırgalarııı!.. Sancak omuzlukta korsan kadırgalarııı!..”
Bağıran babafingo çanaklığındaki gözcüydü. Uzaktan uzağa gelmeye başlayan uğultular ise forsaların korkunç bağırışları. Akdeniz’de hep olagelen şey, şimdi de onların başına gelmek üzereydi. Bütün Akdeniz milletleri bilirdi ki, bu denizlerde yelkenli bir gemi av, kürekli gemiler de avcı olarak seyrederlerdi… Av ile avcı… Yani kalyon sınıfı ile kadırga sınıfı… Belki keklik ile şahin… Kadırgalar küreklerini bir şahin veya kartal kanadı gibi açıp suya daldırmaya başladığında; ister apazlama seyir, ister orsa alabanda, besili gövdelerini zor hareket ettiren keklikleri sıkıştırır, mizana kırılır, kanat gabyalanır, av hikâyesi daima avcının zaferi olarak anlatılırdı.
Hızır Reis yaklaşmakta olan üç kadırgaya da uzun uzun baktı. Çocukluğundan itibaren Midilli sahillerinde sık gördüğü perkende, firkate ve kalyeta cinsi kadırgalara benziyorlardı. Üçü de dar, uzun, alçak bordalı, kıç taraflarını yükseltmiş, dümen kilitleyerek hızla yaklaşmaktaydılar. Grandiye toka edilmiş ucu çatallı şerit flamalarından Ceneviz korsanları olduğu anlaşılıyordu. Güvertelerinde büyük ve şiddetli gülleler atan sakuletalar görülüyordu. Hızır vaziyetin ürkütücü olduğunu düşündü. Daha ilk seferde bir korsan gemisine yakalanmak nasıl kötü bir kaderdi böyle! Birçoğu denizle yeni tanışan tavlaların canı ve malından sorumlu olmanın ağırlığı çöktü omuzlarına. Hepsinin bir bir esir edilip ayaklarına kadinalar ve zincirlerle gülleler takıldığını görür gibi oldu. Bazıları Midilli’den arkadaşı, dostu, komşusu idiler. Amaç birliği etmiş, bir umut ile denizlere açılmışlardı. Üstelik ona “Reis” demişlerdi. Şu anda kendisinden reislik bekliyor olmalıydılar. Üzerlerine gelen kadırgalara yeniden baktı. Bunca silahlı adamla baş edebileceğini, bu kadar hızlı gemilerin önünden kaçabileceğini hiç aklı kesmiyordu. Kadırgaların az su çektikleri ve hafif oldukları için hızlı manevra yapabildiklerini iyi biliyordu. Üstelik zikzak seyir izleyebilir, ani dirisalarla kendisini vurabilirlerdi.
Hızır Reis, kadırgaların boylarını 40, genişliklerini 15 kulaç kadar tahmin etti. Kürekler sayılamıyordu ama her birinde 25 veya 26 çift oturak -ecnebiler buna bank diyorlardı- bulunduğunu kestirmek zor değildi. Her oturakta üç veya dört forsa oturduğuna göre bunlar baştarde olmalıydı ve biraz sonra kendi barçalarının sancak bordalarına hızlı birer kama darbesi atmaları ve güvertelerinin adamla dolması kaçınılmaz olacaktı. Bu durumda düşmanın amacını kestirmek gerekiyordu. Kadırgaların baş bodoslamaları barçaların karinasına bu şiddetle girerse Hızır’ın her iki gemisi de ortadan yarılıp sulara gömülmüş, kendisi de adamlarıyla birlikte denizi boylamış olurdu. Ama eğer gelen korsanlar barçaları ele geçirmek istiyorlarsa küçük birer hasar ile hareketten düşürüp onları yedeklemek isteyeceklerdi. Niyetlerini anlamak için biraz daha yaklaşmalarını bekledi. Aradaki mesafe neredeyse yüz elli kulaca inmişti. O sırada kadırgaların baş omuzluklarının iskele ve sancak loça ıskarmozlarında birer darbzen ile iki yan topu bulunduğunu gördü. Bundan daha kötüsü de başlarında topları ateşlemeye hazır korsanların bekliyor oluşuydu. Buna karşın kürek oturaklarının arasındaki vardiyan yolu ile iki yandan dışarı çıkma yapan şahnişinlerde hiç muharip levend veya gemici görememişti. Belli ki forsalardan başka cenkçileri yoktu. Bu hem toplarına çok güvendiklerini hem de forsaların gayretli kişilerden seçildiklerini gösterirdi. Bu durumda forsaların tamamının esir değil bazılarının ücretli olması gerektiğini düşündü. Eğer forsalar ücretli ise ganimet elde etmek üzere barçaları ele geçirmeyi deneyebilirlerdi. Çünkü kürek mahkûmu esir forsalar bu tür savaşlarda genellikle birer ayaklarından praçollara zincirlenmiş olarak ve kamçı zoruyla iş görürken, ücretli forsalar küreği bırakıp ganimet aşkına saldırırlardı.
Hızır Reis artık karar vermesi gerektiğini biliyordu. Aradaki mesafe yetmiş kulaca inmişti. Kızanlarının her biri ya tedbir için koşturuyor veya bağırış çağırış bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Anlaşıldı ki her iki barçanın da o anda gerçek birer reise ihtiyacı vardı. Herkes kendisinden emir bekliyordu. O düşünürken kadırgalar mesafeyi tamamen daraltmıştı. Artık kaçıp kurtulmanın imkânsız olduğu noktaya gelinmişti. Rüzgâr muhalif esiyordu. Yol vererek taşıdıkları zeytinyağı testilerini yahut şarap fıçılarını, satımlık tarım aletleri ve saraciyeyi denize atıp hafiflemek de kaçmak için çare olmazdı. Acemi reis olarak ne yapması gerektiğine karar veremediği o anda, hiç olmayacak bir şey oldu. Hamlacılardan biri kalın sesini yükseltti:
“Hey yaa Mevlaaa!..” Bunu üçüncü tekrar edişte diğerleri ona uydular ve gittikçe hızlanan bir tempoda tekrar etmeye başladılar. Bunu Endülüslü ve Afrikalı Müslüman kürekçiler yapar, bir yandan nefeslerini açıp yorgunluklarını azaltırken diğer yandan bir savaş gülbangı yerine coşkuyu arttırırlarmış. Tempo işe yaradı ve öyle bir hale geldi ki sesler sanki bir tek ağızdan akmaya başladı. “Heeey yaaa Meeev-laaa!.. Heee yaa Mev-laaa… Heceler kısaldıkça kürekler hızlanıyordu. He ya Mov-laa… He-ya-mo-la!…” Hızır Reis, barçalardaki adamlarına bunun bir ölüm kalım savaşı olacağını ve zaferden gayrı ihtimal bulunmadığını anlatmak istese böyle bir şeyi akıl bile edemezdi. Yüzünü kara çıkarmaması için Allah’ı anmaktan başka bir şey kalmamıştı geriye:
“Rabbim, halim sana ayandır. Bir tacirim ben ama şu anda savaşmam isteniyor. Rabbim, üstümüze gelen insanları tanımam, benim düşmanım olduklarını da bilmem, ama senin düşmanın olduklarını bilirim. O halde sen bana senin düşmanlarınla savaşacak cihat ruhu ver ki ben senin askerin olayım. Bu ruhu levendlerime de ver ki askerlerin olarak ölelim ve şehitler zümresinden yazılalım. Yahut ki kendi askerine zafer nasip et!”
Bir anda yüreğinin ferahladığını hissetti. İçinde neredeyse sevinçli bir azim vardı. Kahramanlık denilen şeyin böyle kazanıldığını hissedecek kadar kendinden emindi. Ölüm, o anda gözüne hem çok basit hem çok sevimli görünmüştü. Sesini yükseltti ve geride kalanları diğerlerinin himaye etmesini temin için yüksek sesle bir yemin etmeye başladı:
“Allahım! Ben kurtulursam şehit levendlerimin evlad u ıyal geçimlerini boynuma yaz!..” O sırada forsa çavuşunun aynı tonda tekrarladığını duydu:
“Allahım! Ben kurtulursam şehit karındaşlarımdan ikisinin evlad u ıyal geçimlerini boynuma yaz!..”
Sesler yükseliyor, coşku barçaları sarıyor, bu arada kadırgalar hızla yaklaşıyorlardı. Zaman tükenmek üzereydi. Barçalarda ne kadar can var ise tekbir getirmeye başlamışlardı bile. Nasıl olmasındı? Korsanlar ile aralarında ancak yirmi kulaç kalmış, boynuna bir yatağanın inmesi an meselesi olmuştu. O anda çevresine bakındı. Denizin üzerinde bu heyecan da neydi böyle? Dalgalar bile sesten etkilenip coşmuş gibiydi. Simurg’un iskele başomuzluğunda seyreden ikinci barça atik davranıp çimaları bosalıyordu. Düşmanın ilk sakuleta güllesi böylece isabetten düşmüştü. Kadırgaların pruvaları barçaların bordalarına bindirmek üzereydi. Hızır Reis bir ara darbzen nişancılarına baktı. Simurg’un mizana serenine nişan alıyorlardı. Mizana direğinde hasar olan bir geminin rota tutturamayacağını ve bulunduğu yerde oyalanıp kalacağını biliyordu. Düşmanın maksadının kendilerini batırmak değil ele geçirmek olduğunu anladı. Bu iyi sayılırdı. Derhal Midilli’den eski arkadaşı ve dostu Aydın’ı yanına çağırdı. Aydın ecnebi dili bilir bir deniz adamıydı ve tellal olabilecek kadar gür sesliydi. Korsanların reisine haraç vermeye razı olduğunu ecnebi lisanda birkaç kez bağırmasını söyledi. Nafile!.. Korsanlar oralı bile olmadı. Hatta duymazdan geldiler. Tam o sırada kadırgalardan birinin baş bodoslaması barçanın iskele karinasında bir gümbürtü kopardı. Ardından şiddetle çalkanıp sarsıldı, herkes yerinde sendeledi. İş çığırından çıkınca palamar kancaları üzerlerine gelmeye başladı. Çok geçmeden de alevli oklar ve arkebüz mermileri…
Hızır Reis denizde çatışmanın ve çarpışmanın ne demek olacağını Ceneviz kadırgası ile karina karinaya geldiklerinde anlayıverdi. Vaziyet çok ama çok kötüydü. Can havliyle haykırdı:
————
* Ernle Bradford, Padişahın Amirali: Barbaros Hayrvddin, çev. Ahmcl Fethi. Doğan Kitap, 2008, s. 99.