Beynin önemi
Teorik olarak hepimiz beynin çok önemli bir organ olduğunu biliriz. Ama yakından baktığımızda beynin önemli değil, en önemli organ olduğunu görürüz. Bundan dolayıdır ki doğa diğer organları kaburgalarımızla kısmen bir koruma altına almışken, beyne kafatasını bir zırh gibi geçirmiştir. Çünkü onun zarar görmesi, diğerlerinin de zarar görmesi anlamına gelir. Kalbin hiç durmadan günde 100 bin defa, yılda ise 40 milyon ve 70 yıllık bir ömürde üç milyar defa çarpmasını sağlayan beyindir. Bizler bunun için bilinçli olarak hiçbir şey yapmayız. Kalbin dakikada beş litre, saatte ise 300 litre kanı toplamda 96 bin kilometrelik damarlara pompalaması, her 20 ila 60 saniyede bütün kan hücrelerinin vücudu bir defa dolaşması, her alyuvarın bütün yaşamı boyunca bedeni 53 bin ila 173 bin defa dolaşması, her saniyede üç milyon alyuvarın yok olması ve bir sonraki saniyedeyse yeniden oluşması ve bütün bunların beyin tarafından gerçekleştirilmesi onun bedende neden bu kadar özel bir yere sahip olduğunun göstergesidir. Bedenin her hücresinde her an 100 bin kimyasal reaksiyon cereyan eder. Bedende toplamda 70 ila 100 trilyon hücre olduğundan yola çıkıp bu sayıyı 100 binle çarptığımızda hiçbir hesap makinesinin hafızasına sığmayacak kadar çok sıfırla karşılaşırız. Ama buna rağmen bütün bu reaksiyonlar her saniye vücutta meydana gelir ve biz bunun için hiçbir şey yapmayız. Yapılan araştırmalar, hücreler arasındaki iletişimin ışık hızından daha hızlı gerçekleştiğini gösteriyor. Bütün bunlardan sorumlu olan beyindir. Her saniye vücutta 10 milyon hücre ölür ve her saniye 10 milyon yeni hücre ürer. Sindirim için hangi enzimden ne kadar salgılanması gerektiği, idrar oluşumu için böbreklerimizden hangi miktarda kanın filtrelenmesi gerektiği, karaciğerin toplam 66 işlevinin her an yerine getirilmesi, bağışıklık sisteminin binlerce bakteri ve virüsü püskürtmesi gibi daha binlerce işlevin yegâne sorumlusu beyindir. Bunlar ve sayısız başka işlevlerinden dolayı beyin bedendeki en önemli organdır.
Beyin demokratik bir hukuk devleti gibi işler
Olağanüstü herhangi bir durum söz konusu olmadığında beynin iç işleyişi demokratik hukuk sistemine benzer. Bu tarz bir sistemde iktidar birbirini etkileyen birçok mercie dağıtılır. Demokratik bir sistemde bu merciler hükümet, siyasal partiler, parlamento, yargı ve seçmenlerdir. Bunların arasında organik bir bağ vardır ve hiçbiri kendi başına karar alamaz. Aynı durum beyin için de geçerlidir. Bütün bilinçli ve bilinçdışı karar ve eylemler beynin belirli mercileri tarafından kontrol edilir ve bunlar kendi aralarında birbirlerine bağlıdır. Mesela bedene şeker (glikoz) aldığımızda, beyne kanda yüksek miktarda glikoz olduğu sinyali gider. Bu durumda beyin önce kendi glikoz ihtiyacını kontrol eder. Eğer yeterince glikoz yoksa pankreasa insülin üretimini durdurması yönünde bir emir verir ve önce kendi ihtiyacını giderir. Sonrasında ise pankreasa insülin üretme emri verir. İnsülinin asli görevi glikozun hücre içine girip kullanılabilmesini sağlamaktır. İhtiyaç fazlası glikoz da yağa dönüştürülüp depolanır.
Diktatörlüğe geçiş
Normal şartlarda demokratik bir hukuk sistemi iç işleyişine sahip olan beyin, kendisine gelen enerjide sıkıntı yaşadığı kriz durumlarındaysa diktatörlüğe geçer. Beynin yegâne gıdası şeker, yani glikozdur. Normal şartlarda her insan günde 200 gram şeker tüketir. Beyin, verdiği sinyallerle önce kendi ihtiyacını karşılar. Geriye kalan glikoz ise bedenin diğer ihtiyaçlarına göre ayrılır. Kandaki glikozun ne kadarının beyin tarafından tüketildiğini merak eden Amerikalı bilim insanları Seymour Kety ve Carl Schmidt, 1940’lı yıllarda insanların boyun damarlarına birer kateter takarak kanın beyne girmeden önce ve çıktıktan sonraki glikoz oranını ölçtüler. Girdi ve çıktı analizinden de beynin ne kadar glikoz tükettiğini ortaya çıkardılar. Böylelikle 24 saat boyunca kandaki genel glikoz oranını ve bunun ne kadarının beyinde yakıldığını gözlemleyen bilim insanları, beynin vücuda alınan 200 gram glikozun 130 gramını yalnızca kendisi için tükettiğini ortaya çıkardılar. Bu da küçük bir çay bardağı şekere tekabül eder. Beynin bedendeki merkezi önemini göz önünde bulundurduğumuzda aslan payını beynin aldığını söyleyebiliriz. Glikozun aslan payını alan beyin, bu enerjiyle düşünmek, hissetmek, karar vermek, rüya görmek ve bedeni kontrol etmek gibi bütün işlevlerini yerine getirir. Buna rağmen beynimizin glikoz ihtiyacı sabit değildir. Normal şartlarda kandaki glikozun yüzde 60’ını (130 gram) tüketen beynin glikoz ihtiyacı, uyurken yüzde 40’a düşerken, yoğun stres yaşadığımızda yüzde 90’a kadar çıkabilir.
Hayatta kalmamız için bedenin bütün işlevlerini düzenleyen beyin, bir açlık grevi, radikal bir diyet ya da kıtlık söz konusu olduğunda, yani ihtiyaç duyduğu enerjiye ulaşamadığında, demokratik hukuk sistemini devre dışı bırakarak, diktatörlüğe geçer. Enerji politikası beynimizin en mühim önceliğidir. Nöronal emniyetin tehlikeye girdiği her durumda, beyin diktatörlük ilan ederek, bedene karşı çalışmaya başlar ve kendini korumaya alarak hayatta kalmamızı sağlar. Bundan dolayıdır ki açlık grevi yapanlar, şekerli su içerek vücudun su ve beynin glikoz ihtiyacını karşılarlar. Radikal diyet yapanlarda ise beyin, düzenli aralıklarla kişilere yoğun karbonhidrat ve şeker tüketilen yeme atakları yaşatarak, ihtiyacı olan glikoza kavuşur.
Beynin bu konudaki despotluğu aslında çok önceden tespit edilmiş, ancak bilim arenasında birçok önemli olgu gibi unutulmuştur. Birinci Dünya Savaşı döneminde Almanya’nın Jena şehrindeki Friedrich-Schiller-Üniversitesi’nde doktora tezi kapsamında açlıktan ölen insanlar üzerinde araştırmalar yapan patolog Marie Krieger, 1921 yılında tezinin sonuçlarını açıklamıştır. Bedenlerinin yüzde 45 gibi büyük bir kütlesini açlıktan kaybederek ölen bu insanlara otopsi yapan Marie Krieger, açlığın yalnızca bedendeki yağ ve kas kütlelerini değil, aynı zamanda iç organları da erittiğini ortaya çıkarmıştır. Kalp de dahil olmak üzere bütün iç organlar kıtlık dönemlerinde yüzde 40’lık bir kütle kaybına uğrar. Ancak yaşanan ve nihayetinde ölüme yol açan bu kıtlık döneminde beyin neredeyse hiç küçülmez. Marie Krieger onlarca kadavra üzerinde yaptığı otopsilerde beynin maksimum yüzde iki küçüldüğünü gözlemlemiştir. Zamanında ancak otopsilerle elde edilen bu veriler, günümüzde MRT adı verilen Manyetik Rezonans Tomografisi’yle de ölçülebiliyor.
Anoreksi hastaları üzerinde yapılan araştırmalar, aşırı durumlarda iç organların yüzde 40’a varan küçülmesine rağmen, beynin minimal bir ölçüde küçüldüğünü ortaya koyuyor.
Yapılan bütün bu araştırmalar beden metabolizmamızın hiyerarşik bir yapısı olduğunu ve beynimizin de bu hiyerarşinin en tepesinde yer aldığını göstermektedir. Herhangi bir enerji krizi söz konusu değilse hiyerarşik bu sistem, demokratik hukuk sistemi kurallarına benzer bir şekilde işler. Beyin önce kendi ihtiyacını karşılar, geriye kalan enerjiyi ise bedene bırakır. Bir enerji krizi yaşandığında ise sistem diktatörlüğe geçer ve diğer bütün organlar açlık çekerken beyin bütün enerji stoklarını tüketir.
Peki ama neden?
Beynin bu hiyerarşide en tepede olması ve yeri geldiğinde diktatörlüğe geçmesi evrimsel olarak hayatta kalmamızı sağlayan en önemli olgulardan biridir. İlk insanlar devamlı kıtlık tehdidiyle ve dış dünyadan gelen tehlikelerle karşı karşıyaydılar. Bu durumla başa çıkabilmek için algının açık olması, tehlikeli ortamlarda doğru karar verebilmesi ve zor dönemlerde yiyecek bulabilmesi için stratejiler geliştirmek zorunda kalan beynin, en iyi şekilde çalışması gerekiyordu. Bütün bu beyinsel aktivitelerin yanı sıra bedenin de hayatta kalması beynin yeterli miktarda enerji almasına bağlıdır. Çünkü beynin glikoz ihtiyacı karşılanmadığında ölen bir tek o değildir. Onunla birlikte beden de ölür. İşte tam da bundan dolayı her zaman öncelikli olan, beynin yeterli miktarda enerjiye sahip olmasıdır.
Tabii ki beyin her zaman ihtiyaç duyduğu enerjiyi alamaz. Mesela kıtlık dönemleri, açlık grevleri ya da radikal diyetler sırasında beynin bu ihtiyacını dışarıdan alınan glikozla karşılaması mümkün değildir. Bu tür durumlarda kelimenin tam anlamıyla beden kendisini beyne kurban eder ve beynin glikoz ihtiyacını önce depolarıyla, sonra da kendi dokusuyla karşılar. Kaslar, kemikler, yağlar ve yavaş yavaş bütün organlar beyne glikoz yetiştirebilmek için kendilerini feda ederler. Burada beyin ve beden el ele vererek zamana karşı bir yarışa girmiştir. Bedene tekrar glikoz girdiğinde her ikisi de kurtulacaktır. Uç durumda ise önce beden ölür, sonra da beyin.
Beynin stres sistemi
Bütün canlıların açlık durumunda ne kadar hızlı bir şekilde gerildiklerini ve saldırganlaştıklarını biliriz. Achim Peters insanoğlunun altı öğün yemediğinde bu raddeye gelebileceğini iddia ediyor. Aç kalan insanlar, doğayla ve diğer insanlarla sürdürdüğü yiyecek kavgasının bir benzerini de kendi içinde yaşar. Buradaki mücadele beyin ve beden arasında gerçekleşir. Bu mücadelede söz konusu olan madde glikozdur.
Beynin bedenin en önemli organı olduğunu bir önceki bölümde irdelemiştim. Bu hayati öneminden dolayı beyin ihtiyaç duyduğu glikoz konusunda pasif bir tutum sergileyip, durumu bedenin “vicdanına” bırakamaz ve aktif bir şekilde glikoz siparişi verir.
Egoist Beyin teorisini geliştiren bilim insanları, kanda yeterli miktarda glikozun, yani enerjinin olup olmadığı, bunun ne hızla beyne sunulduğu ve bir sonraki porsiyonun ne zaman geleceğiyle ilgili olarak beynin davranışını lüks bir lokantaya giden kaprisli bir müşterininkine benzetirler. Nasıl o müşteri bütün personeli kendine hizmet etmeye zorluyorsa, beyin de glikoz ihtiyacını karşılamak için bedendeki “bütün personeli” gece gündüz seferber eder.
Peki ama kaprisli müşteri bunu parası ya da ünüyle yaparken, beyin bunu nasıl gerçekleştiriyor? Bunu yapabilmek için beynin elinde son derece güçlü bir silah vardır: stres sistemi.
Stres sistemi devrede
İsminden de anlaşılacağı gibi beynin stres sistemi, stresli ve tehlikeli bir ortamda olduğumuzda devreye girer. Burada önemli olan kişinin ortama yönelik öznel tutumudur. Dolayısıyla aynı olay ya da ortama bazı insanlar yoğun stres tepkisi verirken, bazıları hafif bir stres tepkisi verir, bazıları ise hiç tepki vermez. Ya da aynı insan aynı duruma bazen stres tepkisi verir, bazen de vermez. Mesela önemli bir randevunuz olduğunda trafikte sıkışmak sizde stres tepkisine yol açarken, randevunuz olmadığında strese girmezsiniz. Yırtıcı bir hayvanla karşılaşmak, deprem, şiddet ya da açlık gibi olaylar bütün insanlarda stres tepkisine yol açar.
Stres tepkisinin bedende ve ruhta yarattıklarına baktığımızda olumsuz bir tabloyla karşılaşsak da, bu tepki evrimsel açıdan hayatta kalmamızı sağlar. Çünkü bu tepkinin asıl amacı tehlikeli ortamlarla daha iyi başa çıkabilmek ve strese yol açan duruma karşı hemen vur ya da kaç tepkisini harekete geçirmektir. Böyle bir durumda kişinin tepki verme hızı artar, bedeni yüksek miktarda adrenalin ve kortizol hormonu üretir, tansiyonu yükselir ve beden yüksek aktivite içine girer. Tehlike geçtikten sonra ise stres sistemi tekrar rahatlar. Hayatta kalmamız için son derece önemli olan bu sistem, eylemde olmasa dahi, kulağı her zaman kiriştedir. Bir annenin derin uyku halindeyken bile bebeğinin çıkardığı sesi duymasını sağlayan da işte bu stres sistemidir.
Stresin bedende ne tür tepkilere yol açtığını araştıran Lübeck Üniversitesi’nden bilim insanları, bir deney kapsamında bir grup öğrenciyi, kan değerlerini kontrol ettikten sonra stresli bir sözlü sınava tabi tutarlar. 10 dakikalık sınavdan sonra öğrencilerin kan değerleri tekrar kontrol edildiğinde adrenalin ve kortizol hormonlarının en üst seviyede olduğu gözlenmiştir. Bunun yanı sıra bedensel boyutta kalp çarpıntısı, huzursuzluk, titreme ve terleme söz konusudur. Mental boyutta ise konuşma ve konsantrasyon sorunları, net görememe, baş dönmesi, yavaş düşünme gibi “nöroglükopenik semptomlar” gözlemleyen bilim insanları, psikososyal stresin beyin hücrelerinde glikoz eksikliğine, yani bir enerji sorununa yol açtığını ortaya çıkarmışlardır.
Beyin enerji krizinde
Vücuda alınan karbonhidrat glikoza çevrilir ve incebağırsak tarafından karaciğere gönderilir. İhtiyaca göre glikoz kana aktarılır. İhtiyaç fazlası ise depolanır. Kandaki glikozun bir kısmı beyne bir kısmı da organlara, kaslara ve yağ dokularına gider. Bu durumda beyin demokratik hukuk sistemi modundadır, zira herhangi bir enerji krizi yaşamıyordur. İhtiyaç duyduğu enerji miktarını bedene bildirir ve bu ihtiyacı karşılanır. Böylelikle beden ve beyin bütün diğer organlarla birlikte uyum içinde yaşarlar.
Ancak beyin stresli durumlarda, bu sorunla başa çıkabilmek için daha fazla glikoza ihtiyaç duyar. Sınav ortamına geri dönersek; doğru cevapları bulabilmek, hocanın karşısında mahcup duruma düşmemek ve başarısızlık gibi kaygılardan dolayı öğrencilerin beyinlerinin glikoz ihtiyacı artar.
Hayatta kalmamız için beynin her an yeterli miktarda glikoza ihtiyacı olduğundan beyin hemen stres sistemini devreye sokarak, diktatörlük ilan eder ve ihtiyaç duyduğu enerjiyi bedenin depolarından çeker. Bu güce beynin çekim gücü ya da Brain-Pull adı verilir. Ve bu güç devreye girdiğinde beyin ihtiyaç duyduğu enerjiyi depolardan çeker. Beynin enerji ihtiyacı giderildiğinde “olağanüstü hal” durumunu teşkil eden Brain-Pull devreden çıkar.
Diktatörlüğün biyokimyası
Doğanın bir mucizesi olan beyin hem kendi enerji ihtiyacını ölçer, hem de gerekli enerji siparişini verir. Beyin Ventromedial Hipotalamus (VHM) bölümünde Adenosintrifosfat (ATP) sensörleri aracılığıyla kendi enerji ihtiyacını mütemadiyen ölçer. Enerji ihtiyacı tespit edildiğinde hemen beynin stres sistemi devreye girer. Sistem devreye girdiğinde yüksek miktarda adrenalin ve kortizol salgılanır. Yani olağanüstü hal ilan edilir. Böylelikle beynin ihtiyacını karşılamak için bedenin depolarındaki glikoz kana aktarılır ve buradan da beyne gider.
Kandaki glikozun tekrar kaslara ya da yağ dokularına gitmesini engellemek içinse beynin
verdiği bir emir pankreasın insülin üretimini durdurur. Zira kasların ve yağ dokularının kandaki glikozu kullanabilmeleri için, glikozun insülin tarafından işlemden geçirilmesi gerekir. Aksi takdirde glikoz kaslar ve yağ dokuları için kullanılamaz. Bundan dolayıdır ki tip-1 diyabet hastaları pankreaslarının üretemediği insülini dışarıdan almak zorunda kalırlar. İşte beyin tam da bu mekanizmayı devreye sokarak, insülin üretimini durdurur ve böylelikle kandaki glikozun yegâne sahibi olur. Beyin kendi ihtiyacını karşıladıktan sonra olağanüstü hali devreden çıkarır. Pankreas tekrar insülin üretir ve kandaki glikoz depolara aktarılarak, depolar tekrar doldurulur.
Tekrar sınav stresi yaşayan öğrencilere dönersek; sınav sonrasında öğrencilerin kanında yüksek miktarda adrenalin ve kortizol hormonunun yanı sıra, çarpıntı, huzursuzluk, titreme, terleme, konsantrasyon sorunları, net görememe, baş dönmesi ve yavaş düşünme gibi semptomların gözlemlendiğini belirtmiştim. Sınav sonrasında öğrencilere açık bir büfede istedikleri her şeyi yeme imkânı sunan bilim insanları, söz konusu semptomların yemek sonrasında ortadan kalktığını gözlemliyor. Yani öğrenciler enerji depolarında oluşan eksikliği giderdiklerinde “normalleşiyor.” Aynı testten geçmiş bir başka gruba ise yalnızca kalorisiz bir sosla hazırlanmış salata veren bilim insanları, ikinci gruptakilerin beyinlerinde oluşan nöroglükopenik semptomların (konstrasyon sorunları, baş dönmesi, yavaş düşünme) geçmediğini gözlemliyorlar. Belli ki beyin olağanüstü hal ilan edip, vücuttaki glikozu tükettikten sonra, ancak enerji depoları tekrar glikozla doldurulduğunda rahatlayabiliyor.
Uzmanlar, beynin enerji ihtiyacı hissettiğinde olağanüstü hal konumuna geçip çekim gücünü (Brain-Pull) devreye sokarak, vücuttan glikoz çekmesinin ona beden evriminde en yüksek konumu sağladığını savunuyor. Çünkü ancak bu yeti sayesinde beyin büyüyebilir, kendi içinde son derece karmaşık bir yapı oluşturabilir, daha fazla bilgi muhafaza edebilir ve daha iyi düşünebilir hale gelebilir.
Beynin çekim gücü zayıflatır
Beynin stres sisteminde herhangi bir bozukluk yoksa, şişmanlamak mümkün değildir. Zira beyin ihtiyaç halinde glikozu enerji depolarından çekebiliyor demektir. Beynin enerji çekiminden dolayı boşalan depoları ise tekrar yiyerek doldururuz. Tabii ki bu stres sistemi işleyen insanların 34 beden olacakları anlamına gelmez. Bir insanın doğal kilosu 70’se ve stres sistemi de işliyorsa bu, o insanın kilosuyla ve stres sistemiyle uğraşmaması anlamına gelir.
Ancak stres sistemi işleyen ve kronik bir strese maruz kalmış kişiler zamanla zayıflar. Bunlar kitabın önsözünde de belirttiğim gibi, A grubu insanlarıdır. A grubundakiler kronik stres yaşadığında tipik bir depresyona girer ve kelimenin tam anlamıyla “yemeden, içmeden kesilirler.” Kronik stres karşısında beyin ihtiyaç duyduğu glikozu enerji depolarından alır ve kişi zayıflar. Stresli dönem sona erdiğindeyse tekrar eski kilosuna döner. Stresli dönemin kalıcı olduğu durumlardaysa bu insanlar zayıf kalırlar.
Burcu’nun dramı
Burcu 30 yaşında, 1,70 boyunda ve 65 kiloda, iyi eğitimli bir kadındır. Burcu’nun kilo sorunu hiç olmamıştır. Arkadaşlarının açlık hissetmeden duygusal nedenlerle yemek yemesine daima şaşırmıştır. Çünkü onun beyninin çekim gücü işlemektedir; Burcu tipik bir A grubu insanıdır. Beyninde enerji sıkıntısı yaşandığında stres sistemi devreye girer, depolardan enerji çeker ve o da sonradan vücuduna aldığı gıdayla tekrar bu depoların dolmasını sağlar. Yurtdışında aldığı reklamcılık eğitiminden sonra İstanbul’a dönen Burcu büyük bir reklam ajansında çalışmaya başlar. Şirkette müşteriler için satış stratejileri geliştiren küçük bir ekibin başına geçer. Burcu’nun işgünü bir fincan kahveyle başlar ve konsantre olabilmek için gerektiğinde gün içinde birkaç fincan kahve daha içer. Her sabah şefiyle yapmak zorunda olduğu görüşmeler zamanla Burcu için çekilmez bir hal alır. Çünkü şefi son derece keyfi davranan biridir. Aynı proje için bir gün “Çok şahane olmuş” derken, bir sonraki gün “Berbat” diyebilmektedir. Dolayısıyla Burcu, onun hangi kriterlere göre tavır aldığını çıkaramamanın ve buna göre tutum belirleyememenin verdiği yoğun bir stres yaşar. Şefinin bu keyfi durumu Burcu’yu kendi ekibi karşısında da zor durumda bırakır. Şefinin bir süre önce beğendiği ve Burcu’nun da kendi ekibiyle hazırladığı herhangi bir projenin sonradan şefin fikir değiştirmesiyle rafa kaldırılması onun çalışanları nezdinde otoritesini sarsar. Burcu bu yüzden şirkette yoğun bir stres altındadır. Bu yetmiyormuş gibi şirket içi bir değişim nedeniyle ona ve ekibine bir başka bölümün de sorumluluğu verilir. Bu da durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokar. Ekipteki insanlarda fazla mesainin yarattığı gerginliği giderebilmek amacıyla Burcu daha fazla çalışır. Hemen hemen her gün mesaiye kalır. Ve artık bütün yaşamı iş ile ev arasında geçer. Her akşam son derece gergin bir şekilde eve gelen Burcu sadece birkaç kadeh içki içerek rahatlar. Burcu’nun tipik bir A grubu insanı olduğunu daha önce belirtmiştim. A grubundaki herkes gibi Burcu’nun da beynindeki stres sistemi kesintisiz çalışmaktadır. İçinde bulunduğu yoğun stresten dolayı beyin çok fazla enerjiye ihtiyaç duyar, her enerji ihtiyacında stres sistemini devreye sokar ve depoları boşaltır. Burcu sonradan vücuduna aldığı besinlerle depoları tekrar doldurur. Bu durumda Burcu’nun kilosunda bir değişiklik olmaz. Stresin kronikleşmesi bir müddet sonra onda tipik bir depresyona yol açar. Bu durumda beyin yine ihtiyaç duyduğu enerjiyi depolardan karşılar, ama Burcu yemekten kesildiği için zayıflar.
Bu durum “zayıflık diktatörlüğünün” yürürlükte olduğu günümüz dünyasında birçoğumuza son derece çekici görünse de sağlık için tehlike arz eder. Zira stres sisteminin sorunsuz çalışıyor olması kişiyi bir taraftan zayıflatırken, diğer taraftan kanında sürekli yüksek miktarda kortizol hormonunun bulunmasına yol açar.
Yaşadığı stresli durumun yıllarca devam etmesi sonucunda Burcu’nun bedeninin diğer bölümleri normal kalırken karnında yağ oluşumu başlayacaktır. Çünkü kanda uzun bir süre yüksek miktarda kortizol bulunması, beden metabolizmasını değiştirecektir. A grubundakiler yıllarca kronik stres yaşadıklarında şişmanlamazlar ama göbeklenirler.
Vücut ve yağ dokusu
Vücutta iki çeşit yağ dokusu vardır:
1. Vücut yağı (perifer yağ)
2. Karın yağı (abdominal yağ)
Karın yağıVücut yağı
Vücut yağı bedenin her noktasında oluşabilir. Yüz, boyun, kol, bacak, kalça ve karın bölgesinde oluşabilen bu yağ dokusunun özelliği cildin hemen altında yer almasıdır. Bu tip bir beden yağlanması sadece B grubu insanında gözlemlenir. Stres sistemleri çalışmayan bu insanların zamanla vücutlarının tamamı yağ depolar.
Burcu’nun tipik bir A grubu insanı olduğunu ve kronik stres altında zayıfladığını, stres yıllarca devam ettiğinde de göbeğinin yağlandığını anlatmıştık. Ancak Burcu’nun göbek yağı ile B grubu insanının göbek yağı farklıdır. Göbek yağı, B grubundakilerde cildin hemen altındayken, A grubundakilerde daha derindedir. Bu tip yağlanmaya abdominal yağlanma adı verilir. Abdominal yağlanma okyanustaki bir buz dağı gibidir. Dışarıdan bakıldığında sarkık bir göbek görünmez, çünkü yağın büyük ve görünmeyen kısmı karın boşluğundadır. Bu da iç organların yağlandığı anlamına gelir.
Burcu’nun akıbeti
İçinde bulunduğu kronik stres durumunu sonlandırmadıkça Burcu’nun akıbeti de birçok A grubu insanınki gibi olacaktır. Bu gruptaki insanlar kronik stresli ortamlarda kilo almadıkları gibi, kilo vermeye meyillidirler. Ancak yıllarca aynı stres altında kaldıklarında karınlarında abdominal yağ oluşur. Konunun uzmanları bu duruma kortizol göbeği adını vermişlerdir. Kortizol göbeği A grubundakilerin yoğun ve kronik stres altında geliştirdiği bir hayatta kalabilme stratejisidir. Bu göbek kişinin vücudunda sürekli yüksek miktarda stres hormonlarının olduğunun göstergesidir. Vücutlarında yeterince depo kalmadığından beyin kendi ihtiyacı için ekstra bir enerji deposu oluşturmuştur. Kortizol göbeğinin yanı sıra yüksek miktardaki stres hormonları bu insanların damarlarına ve kalp dolaşımına zarar vererek, kalp hastalıkları (kalp krizi, felç) riskini yükseltir. Yani Burcu zayıftır ama ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıyadır.
Ve tekrar Elif’e dönüyoruz
“Beynin stres tepkisi” adlı bu bölümde edindiğimiz bilgilerle Elif’in stresli Etiyopya yolculuğu ve akabindeki stresli sınav dönemine neden zayıflayarak tepki verdiğini artık anlıyoruz. Tabii ki onun yaşadığı stres yıllarca sürmediği için Burcu’nun akıbetine uğramadı. Ama Katja’ya ne olmuştu? Aynı şartlar altında o neden Elif gibi tepki vermemiş ve şişmanlamıştı? Kitabın bir sonraki bölümünde bu konuyu açıklığa kavuşturacağım.
Beynin stres tepkisinin
devre dışı kalması
Hepimiz “Çocuğu döversen arsız olur” deyimini biliriz. Gerçekten de aile içi fiziksel şiddete maruz kalan birçok çocukta bu durumu gözlemleyebiliriz. İlk şiddete uğradıklarında yoğun fiziksel ve psikolojik tepki gösteren bu çocukların verdikleri tepkinin yoğunluğunda bir müddet sonra azalma olur. Ve çocuğu “terbiye” etmek amacıyla kullanılan bu yöntem hiçbir işe yaramaz. Bilim insanları bu durumu “habitüasyon” kavramıyla açıklarlar. Yani çocuk psikolojik ve fiziksel olarak şiddetin yarattığı strese alışır ve başlangıçta gösterdiği stres tepkisini göstermez (B grubu). Tabii ki bu durum her çocuk için geçerli değildir. Bazı çocuklar ise şiddete her zaman aynı yoğunlukta tepki verir. Yani onların stres sistemleri duruma adapte olmaz (A grubu). Psikonörolojik bir perspektiften baktığımızda A grubundaki çocukların stres sistemlerinin her şiddet gördüklerinde devreye girip yoğun miktarda adrenalin ve kortizol ürettiklerini söyleyebiliriz.
B grubundaki çocukların stres sistemleriyse bir müddet sonra “çocuğu korumak adına” duruma adapte olur ve stres hormonu üretmemeye başlar. Bu çocuklarda gözlemlediğimiz “arsızlık” ya da “umursamazlık” stres sistemlerinin devre dışı kalmasından kaynaklanır.
Neden bazılarının stres sistemi devamlı aktifken (A grubu), bazılarınınkinin de duruma adapte olduğunu (B grubu) araştıran bilim insanları bunun kortizol hormonundan kaynaklandığını belirtiyorlar. Strese girdiğimizde birçok hormonun yanı sıra salgılanan kortizol hormonu, toplumda bilinenin aksine bizi strese sokmaz. Tam tersine kortizol, stres esnasında salgılanan ve diğer hormonların etkisini azaltan, “yatıştırıcı” bir hormondur. Her ne kadar uzun vadede vücuda zarar verse de, stres anında tekrar sakinleşmemizi sağladığından son derece önemlidir. Bu anlamda kortizolü klasik bir sakinleştiriciye benzetebiliriz. Ve nasıl yüksek miktarda sakinleştirici ya da ağrı kesici ilaç alanlarda bir müddet sonra vücut o miktara alışıp sakinleşmiyorsa, aynı şekilde kortizole karşı da bir duyarsızlık geliştirebilir.
Vücudun bir kortizol hafızası olduğundan yola çıkan bilim insanları, bu hormonun kronik bir şekilde yüksek miktarda salgılandığı durumlarda etkisini yitirdiğini ifade ediyorlar. Stres sistemini sakinleştiren bu hormonun etkisini yitirmesi beraberinde stres sisteminin de devreden çıkmasını getiriyor (Brain-Pull-yetmezliği). Burada yine beynin ne kadar karmaşık ve mükemmel çalıştığını görüyoruz.
Stres sistemini sakinleştiren kortizol hormonu işlevini yitirdiğinde beyin stres sistemini devre dışı bırakarak kendisini ve böylelikle de bütün organizmayı koruma altına alıyor. Beyin, kortizol hormonunun işlevini yitirmiş olmasına rağmen stres sistemini aktif bir halde tutsaydı, bu kişinin ölümüyle sonuçlanırdı. Yani beyin var olan olumsuz şartlarda organizmanın hayatta kalabilmesi için en doğru kararı vererek, stres sistemini devre dışı bırakıyor. Stres sisteminin devre dışı kalmasıysa beynin enerji ihtiyacı duyduğunda depoları kullanamaması anlamına geliyor.
BRAIN-PULL / BEYNİN ÇEKİM GÜCÜ
BRAIN-PULL INKOMPETENS / BEYNİN ÇEKİM GÜCÜ YETMEZLİĞİ
Tekrar aile içi şiddet gören çocuklara dönersek; stres sistemleri var olan şiddete adapte olmayan ve mütemadiyen kortizol üreten A grubu çocuklarının metabolizması kitabın bir önceki
bölümünde açıkladığım şekilde işler. Son derece aktif işleyen stres sistemi, beyinde glikoz ihtiyacı oluştuğunda bu enerjiyi depolardan çeker (Brain-Pull). Kişi daha sonra yemek yiyerek tekrar bu depoların dolmasını sağlar. Bu kategoriye giren çocukların şişmanlama tehlikesi yoktur. Ama daha önce de belirttiğim gibi, bu durum çocukların sağlıklı olduğu anlamına gelmez. Stres sisteminin devamlı aktif olması, yani vücutta devamlı yüksek miktarda kortizol bulunması beraberinde başka rahatsızlıklar getirir. Bu çocuklar zayıf ama sağlıksızdırlar. B grubu çocuklarda ise beyin bir müddet sonra yüksek miktardaki kortizole karşı bir bağışıklık kazanır ve organizmanın yararına stres sistemini devre dışı bırakır. Stres sistemi devre dışı kalan bu çocukların kanında fazla miktarda kortizol yoktur ama onlar kaçınılmaz bir şekilde şişmanlayacaklardır. Stres sisteminin devre dışı kalması, beynin enerji ihtiyacı duyduğunda olağanüstü hal ilan edememesi, yani depolara ulaşamaması anlamına gelir.
Ali ve Ahmet neden farklı tepki veriyor?
Ali ile Ahmet 12 yaşlarında, aynı mahallede oturan ve aynı sınıfta okuyan iki arkadaş. İkisi de aile içi şiddete maruz kalıyor. Yaşanan şiddet Ali’nin kilosunu etkilemiyor, çünkü o A grubundan. Ahmet’le karşılaştırıldığında daha gergin olması ve kanında yüksek miktarda kortizol bulunmasının nedeni, onun stres sisteminin devamlı aktif olmasından kaynaklanıyor. Ahmet ise kilolu bir çocuk. Korkma Ye! kitabımda belirttiğim yeme bağımlılığının bütün özelliklerini taşıyor. Ahmet’in yaşanan şiddete kilo alarak tepki vermesi onun bir B grubu insanı olmasından kaynaklanıyor.
İnsanların benzer şartlarda yaşarken stres sistemlerinin neden farklı tepki verdiğini yakından incelediğimizde, bunun birçok faktöre bağlı olduğunu görürüz.
Birincil olarak yaşanan stresin yoğunluğu belirleyici olabilir. Yani Ali yaramazlık yaptığında ebeveynleri tarafından birkaç tokatla cezalandırılıyor, Ahmet ise bir nevi fiziksel şiddete maruz kalıyorsa, o zaman Ahmet’in stres sisteminin devre dışı kalmasının stresin yoğunluğundan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ama Ali’nin ve Ahmet’in yaşadığı şiddetin aynı yoğunlukta olduğunu ve ikisinin de aile içinde zaman zaman birkaç tokatla cezalandırıldığını varsayalım. Eğer Ali yalnızca ders çalışmadığında bu şiddete maruz kalıyor, Ahmet ise ebeveynlerinin keyfine göre cezalandırılıyorsa, bu durumda Ahmet’in yaşadığı şiddet Ali’ninkiyle karşılaştırıldığında çok daha yüksektir. Çünkü Ali şiddetin önkoşulu hakkında bilgi sahibi olduğundan nispeten bir kontrol mekanizmasına sahiptir. Ders çalıştığında şiddet görmeyeceğini bilir. Ahmet ise kontrol sahibi değildir. Bu durumda Ahmet’in stres sisteminin devre dışı kalmasının nedeni yaşadığı şiddetin fiziksel yoğunluğu değil, o şiddetin öngörülemez ve kontrol edilemez olmasının yarattığı psikolojik şiddettir.
Ahmet’in yaşadığı şiddetle Ali’nin yaşadığı şiddet arasında hiçbir fark olmadığını varsayalım. İkisi de yalnızca ders çalışmadıklarında şiddete maruz kalıyorlar ve bu şiddet “yalnızca birkaç tokatla” sınırlı. Bu durumda Ahmet’in stres sisteminin devre dışı kalmasının nedeni onun hassas “doğasında” yatar. Çünkü Ahmet genetik ve ruhsal yapısı bakımından Ali’ye göre son derece hassastır ve dolayısıyla yaşanan şiddet “sınırlı” ve öngörülebilir olmasına rağmen onda yoğun bir stres tepkisine yol açar. Bu hassasiyetten dolayı Ahmet’in stres sistemi bir müddet sonra devre dışı kalarak, onun hayatta kalmasını sağlar. Ahmet’in bunun karşılığında ödediği bedel şişmanlıktır. Görüldüğü üzere insanlarda stres sisteminin devre dışı kalıp şişmanlamalarına yol açan faktörler son derece çeşitli ve karmaşıktır. Ama gerçek neden her zaman kişinin yaşadığı strestir.
Yukarıdaki şekilde Ali tip A, Ahmet tip B grubuna girmektedir
(BKİ: Beden Kitle İndeksi).
Beynin çekim gücü (Brain-Pull) devre dışında
Bir önceki bölümden hatırlayacağınız gibi, beyin temel gıdası olan glikozda bir eksiklik hisseder hissetmez stres sistemini devreye sokarak vücuttan glikoz çeker. Peki ama Ahmet’in
beyni stres sistemini devre dışı bıraktığında kendi glikoz ihtiyacını nasıl karşılar?
Beyin çekim gücü devre dışı kaldığında glikoz ihtiyacını karşılayabilmek için beden çekim gücünü (Body-Pull) devreye sokar. Bu durumda vücuttaki depoları kullanamayan beyin ihtiyaç duyduğu enerjiyi dışarıdan alır. Yani kişi yemek yiyerek beyninin glikoz ihtiyacını karşılar. Önceden yalnızca bedenin ihtiyacını karşılamak için yemek yiyen kişi, şimdi beynin de ihtiyacını dışarıdan karşılamak zorunda olduğu için daha fazla yemek zorunda kalır. Bu fazla tüketimin bir yan etkisi olarak da şişmanlar. “Peki ama neden daha fazla yemek zorunda kalıyoruz? Neden eskiden yediğimiz kadarıyla ya da daha azıyla yetinmiyoruz? Böylelikle beyin ihtiyaç duyduğu enerjiyi alır ve biz de şişmanlamayız?” diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama ne yazık ki beynin ve bedenin karmaşık yapısı buna izin vermiyor.
İnsülin hâkimiyetinin yitimi
Kitabın ilk bölümünde beynin stres sistemi sayesinde yalnızca stres hormonları salgılamadığını, aynı zamanda pankreası da kontrol ettiğini belirtmiştim. Tekrar edersek; vücuda glikoz aldığımızda beyne kanda yüksek miktarda glikoz olduğu sinyali gider. Bu durumda beyin önce kendinin glikoz ihtiyacını kontrol eder. Eğer yeterince glikoz yoksa pankreasa insülin üretimini durdurmasını emreder ve önce kendi ihtiyacını giderir. Sonrasında ise pankreasa insülin üretme emri verir. Üretilen insülin kandaki glikozun parçalanıp yağ hücrelerinde ve kaslarda depolanmasını sağlar. Gelin şimdi beynin çekim gücü devre dışı kaldığında neden fazla yemek yediğimize bakalım.
Beyin, çekim gücünün zayıflaması ya da devre dışı kalması durumunda pankreas üzerindeki hâkimiyetini yitirir. Böylelikle daha önce kendi kontrolünde tuttuğu bedenle arasında bir enerji rekabeti başlar. Bu rekabette beyin için enerjiye ulaşmak gittikçe zorlaşır. Çünkü beynin hâkimiyetinden kısmen ya da tamamen çıkmış olan pankreas keyfince insülin üretir. Kanda fazla miktarda bulunan insülin sayesinde kaslara ve yağ dokularına fazla enerji depolanır ve beynin ihtiyacı karşılanmaz. Bu durumda beyin kendi ihtiyacını karşılayabilmek için kişiyi daha fazla yemek yemeye teşvik eder. Bunu basit bir örnekle somutlaştırabiliriz: Normalde her sabah iki dilim ekmek yiyorsunuz. Beyninizin çekim gücünde bir sorun olmadığında yediğiniz bir dilim ekmeğin enerjisi beyninize, diğer diliminki de bedeninize gider. Ama çekim gücü zayıfladığında beyne yalnızca yarım dilim ekmeğin enerjisi gider. Çünkü kandaki yüksek insülin daha erken davranır. Bu durumda beynin ihtiyacını karşılamak için üç dilim ekmek yemek zorunda kalırsınız. Buna direnip iki dilimde ısrar ederseniz kısa bir süre sonra mutlaka bir ara öğün yersiniz. Yani beynin ihtiyacını karşılayabilmek için daha fazla yemek zorunda kalırsınız.
C planı
Günümüzde birçok insanın yaşadığı kronik stres beynin stres sistemini ya zayıflatır ya da devre dışı bırakır. Bu durumla yüz yüze kalmış insanlar kaçınılmaz olarak fazla yemek zorunda kalır. Ama buna rağmen, güzellik ve diyet endüstrisinin kıskacına girmiş birçok insan kendisiyle ya da daha doğrusu beyniyle amansız bir mücadeleye girer. Bu insanlar, beyin çekim güçleri devre dışı kalmasına rağmen vücutlarına fazladan yiyecek almazlar ya da diyet yaparlar.
Daha önce de belirttiğim gibi, beyin son derece karmaşık ve mükemmel işleyen bir sistemdir. Herhangi bir sorun olmadığında çekim gücü (Brain-Pull) sayesinde glikoz ihtiyacını giderir. Kendi çekim gücünde bir sorun yaşandığındaysa beden çekim gücünü (Body-Pull) devreye sokar. Burada da bir sorun yaşandığında, yani beyin yeterince glikoz alamadığında, son olarak da C planını devreye koyar. Bu beynin final stratejisidir. Bu stratejide beyin artık bedenle ya da egoyla herhangi bir uzlaşmaya girmez ve onlardan bağımsız bir şekilde enerji tasarrufuna geçer. Önce çok fazla enerji tüketen ama hayatta kalmamız için elzem olmayan işlevlerini devre dışı bırakır. Mesela vücut ısısı düşürülür, kasların dinçliği düşürülür, partner arayışı ve seks ihtiyacı azaltılır, yaraların iyileşmesi geciktirilir, çocuklarda bedensel büyüme engellenir, anneler çocuklarını emziremez. Beyin, bu müdahalelerle hayatta kalmamızı sağlar. Bunlar aynı zamanda egoya enerji sağlaması için verilmiş ciddi sinyallerdir. Ama ego “güzellik” ve “estetik” kaygılardan dolayı beyne ihtiyaç duyduğu enerjiyi vermemekte ısrar ederse, bu sefer de beyin final kriz durumuna geçerek kişinin komaya girmesine neden olur. Bu koma hali de aslında egoya verilmiş son bir sinyaldir. Çünkü beyin bu durumda bile hayatta kalmak için elinden gelenin en iyisini yapar. Beynin komaya girip kendisini korumaya aldığı bu duruma “nöroproteksiyon” (nöronları koruma) adı verilir.
Enerjinin son derece kısıtlandığı bu final evrede beynin komaya girmek yerine işlevini devam ettirdiğini düşünelim. İşlevini devam ettirmesi milyonlarca nöronun ölmesi ve beynin geri dönülmez zararlar görmesi anlamına gelirdi. Burada beynin komaya girmesi bütün sistemi kurtarabilmek adına yapabileceği en doğru şeydir.
Morten Rostrup deneyi
Stres ve kilo arasındaki bağlantıyı araştıran Norveçli bilim insanı Morten Rostrup, 1980 yılında normal kilolu, genç ve sağlıklı bir grup Norveçli asker üzerinde bir deney yapar. Deney kapsamında askerler fiziksel ve psikolojik strese maruz kalırlar. Stres sonrasında askerlerin kanındaki adrenalini ölçen Rostrup, askerlerin bir kısmında yüksek (A grubu insanları), bir kısmında da düşük adrenalin (B grubu insanları) değerleri tespit eder. 18 yıl boyunca bu askerlerin kilolarını gözlemleyen Rostrup, şişmanlayan askerlerin büyük çoğunluğunun düşük adrenalinli olduğunu gözlemler. Yani şişmanlayanlar stres tepkileri düşük olan askerlerdir. Obeziteyi anlamamızda yol gösterici olan bu deney bize aynı zamanda kimlerin şişmanlama riski olduğunu da önceden belirleme imkânı tanır.
Ancak şişmanlama riskini önceden belirlemek için ille de bir stres testi yapmak gerekmez.
Bunun için aç karnına insülin değerlerinize baktırmanız yeterlidir. Yüksek insülin değeri beynin çekim gücünün zayıfladığının ya da devre dışı kaldığının göstergesidir. Bu değer size yalnızca şişmanlama riskiniz olduğunu değil aynı zamanda da tip-2 diyabet hastası olma riskinizi de gösterir.
Elçin’in dramı
Elçin 25 yaşında, 1,70 boyunda ve 65 kiloda bir kadındır. Çocukluğunda en büyük hayali okumak ve insanlara faydalı bir meslek sahibi olmakken, ailesinin ve özellikle de babasının baskıları sonucunda ilkokuldan sonra okulu bırakmak zorunda kalır. İki ablası da onunla aynı kaderi paylaşmış ve “zamanı geldiğinde” ailenin seçtiği insanlarla evlendirilmişlerdir. Onların hayatlarıyla ilgili hoşnutsuzluklarına yakından tanık olan Elçin aynı şeyin kendi başına gelmemesi için mücadele etse de, bir müddet sonra pes edip kaderine razı olur. İlk yıllar zamanının çoğunu evde annesine yardım etmekle geçirir, sonrasında da zamanını daha iyi değerlendirmek için semtlerindeki çeşitli “elişi” kurslarına gider. Bulunduğu şartlarda birçok insan da kendisiyle aynı kaderi paylaşmaktadır. Onlarla beraber vakit geçirdiğinde bu dünyada kendi sorunuyla yalnız olmadığını hissetmek ona teselli verir.
Hayatına yön verememe, maddi sıkıntılar gibi birçok sorun yaşayan Elçin, bir gün tesadüfen aynı mahallede yaşayan Emir’le tanışır. Her ne kadar ailesinin bu ilişkiyi tasvip etmeyeceğini tahmin etse de, Emir’le bir aşk ilişkisine girer. Bir müddet sonra Emir’in ailesi Elçin’i istemeye gider. Elçin’in babası Emir’i ve ailesini beğenir, ancak Emir’in asgari ücretle çalışmasını bir engel olarak görür. Ev içinde yaşanan birçok tartışma ve gerginlikten sonra baba, Elçin’in Emir’le evlenmesine izin verir.
Ailesiyle girdiği mücadeleyi kazanmış olması ve sonucunda da sevdiği kişiyle evlenmesi Elçin’i mutlu eder. Ancak bir müddet sonra evliliğinde maddi sıkıntılardan kaynaklı sorunlar yaşamaya başlar. Bu sorunların uzun vadede evliliğine ciddi zararlar vereceğini öngören Elçin eşinin de onayıyla iş arar. Kısa bir süre sonra da bir boya fabrikasında işe girer. Birçok insan gibi Elçin’in de harcadığı işgücü ile aldığı ücret arasında dengesizlik vardır. Bu durum onu her ne kadar rahatsız etse de, evdeki gerginliklerin azalması ve eşiyle evde huzurun tekrar oluşması onu memnun eder. Ancak işe girdikten bir yıl sonra Elçin kilo almaya başlar ama bu durumu önce ciddiye almaz. O güne kadar hiç kilo sorunu olmadığından, aldığı birkaç kiloyu da kendiliğinden vereceğine inanır.
Çevresinde kilo sorunu olan insanlarla konuştuğunda yediğine içtiğine dikkat etmesi ve özellikle de karbonhidrattan uzak durması gerektiğini öğrenir. Arkadaşlarının söylediklerini mantıklı bulan Elçin, uygulamaya geçtiğinde birçok sorun yaşar. Bütün “iradesini kullanmasına” rağmen yediklerini kontrol edemez ve gün geçtikçe daha fazla kilo alır. Altı ay daha geçtikten sonra Elçin tam 75 kilodur. İşe başladığı iki yılda 10 kilo alan Elçin, artık disiplinsiz ve iradesiz olduğuna inanır.
Madalyonun öteki yüzü
Kilo sorunu olan diğer herkeste olduğu gibi Elçin’de de sorun “disiplinsizlikten” ya da “iradesizlikten” kaynaklanmaz. Zaten şişmanlamak bir “disiplinsizlik” ve “iradesizlik” sorunu değildir. Öyle olsaydı dünya tarihine geçmiş birçok önemli insan disiplinsiz ve iradesiz olurdu. Winston Churchill, Josef Stalin, Benito Mussolini, Mao Zedong, Fidel Castro ve Hugo Chávez ilk akla gelen şişman insanlar. Sizce dünya tarihini yazmış bu insanların hepsi disiplinsizlik ya da iradesizlikten mi şişmanladılar, yoksa yaptıkları işin yarattığı stresten mi? Ya da size Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ve akabinde yaşadığı stresten mi şişmanladığı daha inandırıcı geliyor, yoksa disiplinsizlik ve iradesizlikten mi? Ya da 40 yıl boyunca bütün dünya opera sahnelerini fethetme ve yüzlerce operayı ezberleme disiplinini ve iradesini gösteren, 20. yüzyılın fenomen operacısı Montserrat Caballe neden obez olmuştur? Disiplinsiz ve iradesizlikten mi? Ya Pavarotti? Yüzlerce operayı ezberleme disiplini ve iradesini gösterirken, bir porsiyon makarna karşısında mı iradesini yitirmiştir?
Gerek bu tür gözlemler gerekse de psikonöroloji alanında yapılan pek çok araştırma, bize sorunun disiplin ve iradeyle ilişkisi olmadığını gösteriyor. Bu insanlar yaşadıkları stresten beynin çekim gücünün zayıflaması ya da devre dışı kalması sonucunda şişmanlamışlardır. Yani fazla yemek yememizin altında yatan olgu bizim “zevk düşkünü”, “tembel”, “zayıf karakterli”, “disiplinsiz” ya da “iradesiz” olmamız değil, yalnızca ve yalnızca beynin enerji ihtiyacını karşılamak zorunluluğudur. Yaşanan bütün yeme atakları da beynin bir enerji krizi içinde olduğunun göstergesidir.
Peki ama Elçin’in sorunu neydi?
Hayat hikâyesinden de gördüğümüz gibi Elçin’in yaşam şartları ideal değildi. Hayatına yön verememek, geleneklerden dolayı istediği eğitimi alamamak gibi birçok sorunla mücadele ediyordu. Her ne kadar yaptığı mutlu evlilik yaşadığı bu sorunları bir nebze dengelemiş olsa da, belli ki beyninin çekim gücü zaman içinde bir güç yitimine uğramıştı. Ama bu yitim pek fazla olmadığından günlük aldığı gıdayla beynindeki enerji açığını dengeleyebilmişti. Kilo alımı işe başladıktan sonra ortaya çıkan bir sorun olduğundan, gelin Elçin’in yeni işinin nasıl olduğuna yakından bakalım.
Elçin bir boya fabrikasında çalışıyor. Her sabah saat sekizde işbaşı yapıp beşte işi bırakıyor. Aldığı ücretten memnun olmasa da, günümüz şartlarında bir iş sahibi olması, iş arkadaşlarıyla iyi geçinmesi, işyerinin eve yakınlığı, sağlık ve sosyal haklara sahip olması, işyerinin geleceğinin garantide olması ve ev içi huzurun tekrar inşa edilmiş olması Elçin için ciddi avantajlar sağlıyor. Bu durumda klasik anlamda bir stres yokmuş gibi görünse de Elçin “akort çalışma” adı verilen
çok ciddi bir stresle karşı karşıya.
Stres tepkisi oluşumuyla ilgili yapılan araştırmalar monoton ve tekdüze işlerin ciddi stres kaynakları olduğunu gösteriyor. Burada iş makinesinin çalışma hızını belirlemesi ve kişinin bunu etkileyememesi strese yol açan birincil nedenler. Ayrıca bu işlerin kişiyi duygu ve düşünce anlamında hiçbir şekilde zorlamaması ve kişinin potansiyel yeteneğinin çok altında bir performans göstermesinin yeterli olması da başka bir stres kaynağı.
Akort çalışan her insan işi gereği devamlı aynı hareketi yapan bir makineye indirgenir. Bu, onun potansiyel olarak yapabileceğinin çok altında bir iştir ve onu hem duygusal hem de nörolojik olarak strese sokar. Nasıl potansiyel olarak yapabileceğimizin çok üstünde bir iş bizde strese yol açıyorsa, aynı şekilde yapabileceğimizin çok altında olan bir iş de bizde stres tepkisine yol açar. Yani çok sesli bir ortam da strese yol açar çok sessiz bir ortam da. Ama bu durum yalnızca akort çalışanlar için geçerli değildir. Yeteneğinin çok altında bir iş yapmak zorunda bırakılan bir yönetici de aynı sorunu yaşayabilir.
Şimdiye kadar yazdıklarımdan Elçin’in şişmanlamasının altında yatan nedenin onun disiplinsizliği ya da iradesizliği olmadığını görüyoruz. Elçin’i şişmanlatan yegâne şey, onun girdiği işin monotonluğu ve tekdüzeliğinin yarattığı stresin, zaten zayıflamış olan beyin çekim gücünü devre dışı bırakmasıdır. Çekim gücü devre dışı kaldığından Elçin’in beyni ihtiyaç duyduğu glikozu artık depolardan çekemez. Bu yüzden de Elçin daha fazla yiyerek beynin ihtiyacını dışarıdan karşılamak zorunda kalır.
Duyusal yoksunluk deneyleri
Duyusal yoksunluk, beş duyu organının dış dünyadaki uyaranlara kapatılması halidir. Bu durumda insanların nasıl tepkiler verdiğini araştıran bilim insanı Donald Olding Hebb ve arkadaşları, 1950’li yıllarda Montreal Üniversitesi’nde bir grup insanla bir deney yapıyor. Deney kapsamında sesten tamamen yalıtılmış bir mekânda yalnız kalan bu insanlara, görmemeleri için bir gözlük veriliyor ve dokunma duyularını kullanamamaları için birer eldiven giydiriliyor. Deney süresi 48 saat olmasına rağmen, deneye katılan 29 kişiden 18’i yaşadığı stres yüzünden deneyi yarıda kesiyor. Deney sürecinde insanlarla belirli testler yapan bilim insanları, konsantrasyonun birkaç saat içinde bozulduğunu, 24 saat içinde de düşünme bozukluklarının başladığını, 48 saat sonra ise kişilerin düşünemez hale geldiklerini, depresyona girdiklerini ve sanrılar gördüklerini gözlemliyorlar.
Bu ve benzeri araştırmalar, dış dünyadaki uyarıcıların yok olduğu ya da monotonlaştığı bir durumda insanoğlunun ciddi bir strese girdiğini gösteriyor. İnsanların hayatlarında her şeyin normal gittiği bir durumda “delirmelerine” de yol açan işte bu monotonluk oluyor. Ve monotonluğa verilen bu stres tepkisi dünyanın birçok yerinde örneğin cezaevlerinde uygulanıyor. Ağızlarına nefes maskesi, gözlerine ve kulaklarına birer “koruyucu”, ellerine eldiven takılarak, elleri ve ayakları bağlanan Guantanamo tutsaklarının resimlerini hepimiz görmüşüzdür. Bu yaptıklarının yalnızca tutsakların emniyeti için olduğunu iddia eden Amerikan ordusu, gerçekte insanlara en korkunç işkencelerden birini yapıyor. İnsanların diğer insanlardan soyutlanarak hücrelerde tutulması ya da Çin işkencesi de duyusal yoksunluk ve monotoni işkenceleridir.
Elçin her ne kadar bir işkence altında değilse de işinden dolayı beyni monotonluğa karşı tepki geliştirmiştir. Bu durum beyne çok agresif bir etki yapmış ve zamanla Elçin’in beyninin çekim gücünü zayıflatmış ve beyni böylelikle glikoz ihtiyacını depolardan gideremez hale getirmiştir. Bu durumdaki her insan gibi artık Elçin de beyninin glikoz ihtiyacını dışarıdan, yani fazla yiyerek gidermek zorundadır.
Elçin’in akıbeti
İçinde bulunduğu kronik stres durumu sonlanmadıkça Elçin’in akıbeti de B grubundaki birçok insanınkine benzeyecektir. Bu gruptaki insanlar stressiz bir ortamda yaşadıklarında şişmanlamaz ve kendi ideal kilolarında kalırlar. Stresli bir ortamda uzun süre kaldıklarındaysa beyinlerinin stres sistemi zayıflar ya da devre dışı kalır.
Artık vücudun depolarından enerji çekemeyen beyin, enerji ihtiyacını dışarından temin eder (Body-Pull). Daha fazla yemek zorunda kalan bu insanlar zamanla şişmanlar. A grubundaki insanlarla karşılaştırıldıklarında B grubundakilerin yalnızca karınları değil, bedenlerinin her tarafı yağ depolar. Beynin stres sistemi devre dışı kaldığından bu insanların kanında kortizol hormonu ya çok azdır ya da hiç yoktur. Bu da onların kalp-damar hastalıkları riskini oldukça düşürür.