Agatha Christie -Beklenmeyen Misafir

Soğuk bir kasım akşamında vakit gece yarısından biraz önceydi. Bristol Kanalı’nın yakınındaki Güney Galler’in ağaçlarla çevrili, dar ve karanlık yolunda koyu bir sis girdaplar oluşturarak geziniyordu. Issız yolda tek işitilen birkaç dakikada bir öten sis düdüğünün melankolik iniltisiydi. Ara sıra havlayan bir köpeğin uzaklardan kulağa çarpan sesiyle bir gece kuşunun ötüşüyse bu melankoliyi tamamlıyordu. Dar bir patikadan daha iyi durumda olan bu yol boyunca, sadece birkaç eve rastlamak mümkündü, ama ne yazık ki onlar da en az yarım mil geride kalmışlardı. Yol karanlık ve dar bir mevkide kıvrılıyor; geniş

ve gösterişli bir bahçenin gerisinde yükselen, üç katlı şık bir evi ardında bırakarak devam ediyordu. İşte tam burada ön tekerleklerinden biri yolun kenarındaki hendeğe saplanmış olan bir araba, kurtulmak için çabalıyordu.

Arabanın sürücüsü, iki üç girişimden sonra aracını hendekten kurtarmak için çabalamaktan vazgeçmiş olmalıydı, çünkü bir süre sonra motor sesi kesildi.

Sürücü bir iki dakika geçtikten sonra aracın içinden çıktı ve kapıyı hızla çarparak kapattı. Zayıf yapılı, kum rengi saçları olan ve dışardan bakıldığında otuz beş yaşlarında gösteren adam, kaba İskoç kumaşından bir takım elbiseyle palto giyinmiş ve şapka takmıştı. Bir el feneri yardımıyla yolunu bulmaya çalışarak, çimlerin üzerinde temkinli bir şekilde eve doğru ilerlerken yarı yolda durup başını kaldırarak, on sekizinci yüzyıl yapısı olan evin zarif ön cephesine, şöyle bir göz attı. Tamamıyla karanlık olan gösterişli binanın ön balkon pencerelerinden birine yanaştı. Eliyle gölge yaparak içeri doğru baktı.

İçerde hiçbir hareket yoktu. Hafifçe cama vurdu. Herhangi bir yanıt yoktu. Bir süre bekledikten sonra daha yüksek bir tonda yeniden vurdu. İçerden hiçbir yanıt gelmediğine emin olunca pencereye yaslanarak bir kez daha içeri bakmak istedi.

Ancak pencerenin aniden açılmasıyla tökezleyerek bir anda kendini karanlık odanın içinde buluverdi.

Odanın içine girdiğinde, herhangi bir ses ya da hareket olup olmadığını anlayabilmek için bir an durakladı. Sonra, “Merhaba… Kimse yok mu?” diye seslendi. Elindeki feneri odanın içinde gezdirdi. Burası duvardan duvara rafları kitaplarla dolu, mobilyaları iyi cilalanmış, şık bir çalışma odasıydı. Birden karanlık odanın ortasında, orta yaşlı bir adamın dizlerinde bir örtüyle tekerlekli sandalyede oturmakta olduğunu fark etti. Adam uyuyakalmış gibi gözüküyordu.

“Ah, merhaba!” dedi yabancı. “Sizi uyandırmak istemezdim. Çok üzgünüm, şu berbat sis… Nerede olduğum hakkında en ufak bir fikrim bile yok.

Ah, sanırım camı da açık bıraktım. Çok özür dilerim.” Bir yandan konuşmaya devam ederken, diğer taraftan da balkon penceresine doğru yöne-lip onu kapattı, perdeleri de çekti. “Yakınlarda bir yerde anayol-

dan sapmış olmalıyım. Neredeyse bir saattir bu karmakarışık yollarda dönüp dolaşıyorum.”

Yabancı konuştukça konuşuyor, ama tekerlekli sandalyede oturan adamdan hiçbir yanıt gelmiyordu. “Uyuyor musunuz?” diye sordu. Hâlâ cevap alamayınca, elindeki feneri sandalyedeki adamın yüzüne doğru çevirdi ve sonra tedirgin bir şekilde durakladı. Sandalyedeki adamın gözleri kapalıydı; ne kımıldıyor, ne de tek bir kelime ediyordu. Beklenmeyen misafir yaklaştı ve adamı uyandırmak için hafifçe omzundan dürttü. Bunun üzerine adam bulunduğu sandalyede hareketsiz bir şekilde yana doğru yığıldı. “Aman Tanrım!” diye geriye sıçradı yabancı. Bir an ne yapacağına karar veremeden durdu, sonra fenerini hızla odanın içinde döndürerek

ışıkları açabilecek bir düğme aradı. Kapının yanında bir tane vardı, hemen ışığı açmak için düğmeye yöneldi.

Masanın üzerindeki ışık yandı. Elindeki feneri masanın üzerine bıraktı ve temkinli bir şekilde tekerlekli sandalyede oturan adama bakarak etrafında bir tur attı. O sırada odanın diğer tarafındaki kapının yanında bir elektrik düğmesi daha olduğunu fark etti ve hemen gidip onu yaktı. Düğmenin yanmasıyla birlikte odanın içinde simetrik duran iki masa lambası aydınlandı. Dönüp, tekerlekli sandalyedeki adama doğru bir adım atmıştı ki, birdenbire odanın karşı tarafında kitap raflarının içeri doğru kıvrılarak girinti oluşturduğu yerde kendisine bakan, kokteyl elbisesi ve ona uygun bir ceket giymiş otuz yaşlarında kıvırcık saçlı, çarpıcı görünümlü bir kadın gördü. Kolları vücudunun iki yanında boşalmışçasına sarkan kadın ne kıpırdıyor, ne de konuşuyordu. Sanki nefes dahi almamaya çalışıyormuş gibiydi. Göz göze geldiklerinde bir an için sessizlik oldu. Sonra adam, “O ölmüş!” diye haykırdı

“Evet,” dedi kadın tamamıyla ifadesiz bir şekilde.

“Biliyor muydunuz?” diye sordu adam.

“Evet.”

Dikkatlice sandalyedeki adama yaklaşan beklenmeyen misafir, “Vurulmuş!” dedi.

“Başından. Kim?…”

Kadın eteğinin kıvrımları arasında gizlenmiş olan sağ elini yavaş yavaş

kaldırmaya başladığında adam dondu. Elinde bir tabanca vardı. Nefesi kesilmişti.

Ancak kadının kendisini tehdit eden bir tavrı olmadığını ve yüzündeki ifadeyi görünce yavaşça ona yaklaşıp nazikçe elindeki silahı aldı. “Onu siz mi vurdunuz?” diye sordu.

Kadın bir an duraksadıktan sonra, “Evet,” diye mırıldandı.

Adam kadından uzaklaşarak elindeki tabancayı tekerlekli sandalyenin yakınında duran masanın üzerine bıraktı. Bir an durup cansız bedene baktıktan sonra, bakışları amaçsızca odanın içinde dolaştı.

“Telefon orada,” dedi kadın masayı başıyla işaret ederek.

Adam şaşırmış gibi, “Telefon mu?” diye sordu.

“Eğer polisi aramak isterseniz, telefon orada,” dedi kadın, başıyla masayı işaret ederek. Sesi ve yüzü son derece anlamsız ve ifadesizdi.

Yabancı sanki kadını kavramaya çalışıyormuşçasma onun yüzünü inceledi. Daha sonra da, “Bir dakika önce ya da sonra ne fark eder?” dedi. “Nasıl olsa bu siste buraya varmaları bir hayli zaman alır. Daha fazlasını bilmek istiyorum…”

Birdenbire cansız bedene baktı. “Kim bu?”

“Kocam,” diye cevapladı kadın. Kısa bir an durdu ve ekledi. “Adı Richard Warwick. Ben de Laura Warwick.”

Adam kadının yüzüne bakarken, “Anlıyorum,” diye mırıldandı. “Sanırım otursanız iyi olur.”

Laura Warwick yavaş hareketlerle bir kanepeye oturdu. Adam etrafına göz gezdirirken, “İçecek ya da başka bir şey ister misiniz?” diye sordu. “Bu bir şok olmalıydı.”

“Kocamı vurdum?” Ses tonunda ürkütücü bir alay vardı. Kendine güvenini yeniden kazanmış gibiydi. Adam kadınla aynı ifadeyi yakalamaya çalışarak, “Evet, sanırım hayal edebiliyorum,” dedi.

“Yoksa bu bir çeşit şaka ya da oyun mu?”

“Bu bir şaka ve oyun,” diye tekrarladı Laura Warwick, esrarengiz bir şekilde kanepede otururken. Kafası karışmış gibiydi. “Ama yine de şu teklif ettiğiniz içkiyi alabilirim,” diye devam etti.

Adam çıkardığı şapkasını yakındaki bir sandalyeye bırakarak, tekerlekli sandalye yanındaki masa üzerindeki içki şişesinden bir bardak brendi doldurup kadına uzattı. Kadın sessizlik içinde içkisini içerken, adam söze girdi. “Sanırım artık her şeyi anlatabilirsiniz.”

“Polisi arasanız daha iyi olmaz mı?” diye sordu Laura Warwick adama bakarak.

“Tamam. Ama ufak bir sohbetin bir sakıncası olmaz, öyle değil mi?” Eldivenlerini çıkarıp paltosunun cebine tıkıştırdı ve paltonun düğmelerini çözmeye başladı.

Laura Warwick’in kendine güvenli hali yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı.

“Ben…” diye söze girdi. Bir an durdu ve sonra yeniden başladı. “Siz de kimsiniz? Burada ne işiniz var? Böyle bir gecede buraya nasıl gelebildiniz?” Ve adama cevap hakkı bile tanımaksızın ayağa kalktı. Sesini yükselterek ve neredeyse bağırır bir tonda, “Hemen bana cevap verin, kimsiniz?”

“Elbette,” diye cevap verdi adam. Elini saçlarına götürürken bir an için etrafına göz gezdirdi, sanki nereden başlayacağını bilemiyormuş gibiydi. “Adım Michael Starkwedder,” dedi. “Pek olağan bir isim olmadığının farkındayım,” diye ekledi ve ismini heceleyerek tekrarladı. “Bir mühendisim. Anglo-İranlı için çalışıyorum ve Basra Körfezi’nde geçirdiğim bir dönemin ardından henüz bu ülkeye dönmüş bulunuyorum.” Adam durakladı. Ortadoğu’yu anımsamış gibiydi. Ayrıntıları düşünmekte tereddüt ederek omuzlarını silkti. “Birkaç günlüğüne burada Galler’deyim. Eski yerleşim yerlerini ziyaret ediyorum. Annemin ailesi burada yaşamıştı ve belki ben de buralardan küçük bir ev alabilirim, diye düşünüyordum.”

Adam kafasını salladı ve gülümsedi. “Son iki, neredeyse üç saattir yolumu kaybettim. Güney Galler’in arapsaçı gibi o karmakarışık yollarında dönüp durduktan sonra, en sonunda bir hendeğe saplanıp kaldım. Şuradaki pencereden içeri bakıyordum

ki, pencere kendiliğinden açılıverdi. Ben de içeri girdim. Ve burada da karşımda bu…” Tekerlekli iskemleyi işaret ederek, üzerinde yığılmış duran cansız bedeni gösterdi.

Laura Warwick boş gözlerle adama baktı. “Birkaç sefer cama vurdunuz,” diye mırıldandı.

“Evet, vurdum, ancak cevap veren olmadı.”

Laura nefesini tuttu. “Evet, cevap vermedim.” Sesi neredeyse bir fısıltı gibi çıkıyordu.

Starkwedder tekerlekli sandalyedeki cesede doğru bir adım attıktan sonra kanepedeki kadına döndü. Onu konuşturabilmek için, “Dediğim gibi, cama yaklaştığımda onun tam kapalı olmadığını gördüm ve içeri girdim,” dedi.

Laura elindeki brendi bardağına baktı ve sanki bir yerden aktarıyormuş gibi tekrarladı. “‘Kapı açılır ve beklenmeyen misafir içeri girer.”‘ Hafifçe titredi.

“Bu söz çocukken beni çok ürkütür-dü. ‘Beklenmeyen misafir.’ Başını döndürüp kendi beklenmeyen misafirine baktı ve aniden bağırdı. “Hadi, neden polisi çağırıp buna bir son vermiyorsun?”

Starkwedder iskemledeki cansız bedene doğru yöneldi. “Henüz değil,” dedi. “Belki birazdan. Söyler misiniz? Onu niçin vurdunuz?”

“Size birkaç mükemmel neden sayabilirim,” diye cevap verdi Laura, yine o alaycı ses tonuyla. “Birincisi, içiyordu… çok fazla içiyordu. İkincisi zalim biriydi… tahammül edilmez bir zalim. Yıllarca ondan nefret ettim.”

Starkwedder’in sert bakışlarını görünce, sinirli bir şekilde devam etti. “Ne söylememi bekliyordunuz?”

“Ondan yıllarca nefret mi ettin?” diye mırıldandı Starkwedder kendi kendine.

Düşünceli bir şekilde cesede baktı. “Fakat bu gece bir şey… özel bir şey oldu, öyle değil mi?”

“Kesinlikle haklısınız,” diye cevapladı Laura. “Bu gece gerçekten de özel bir şeyler oldu. Ve böylelikle, onun yanındaki masanın üzerinde duran silahı alarak ona ateş ettim. Bu kadar kolay oldu.” Ardından Starkwedder’a sabırsız bir bakış

atarak, “Hem bunları neden soruyorsun ki?” diye bağırdı. “Yapmanız gereken sadece polisi aramak. Nasıl olsa bir çıkış yolu yok.” Sesi gittikçe kısılıyordu.

Starkwedder odanın diğer yanına doğru yürüyerek, “Düşündüğünüz kadar kolay değil,” dedi.

“Sweden kolay olmasın?” diye sordu Laura bitkin bir sesle.

Starkwedder kadına yaklaşarak nazikçe, “Beni yapmaya zorladığınız şey o kadar kolay değil,” dedi. “Siz bir kadınsınız. Hem de oldukça cazibeli bir kadın.”

“Bu bir şey değiştirir mi?” diye sordu Laura sert bir şekilde adama bakarak.

Starkwedder neredeyse neşeli denebilecek bir sesle, “Teorik olarak kesinlikle hayır,” dedi. “Ancak pratikte evet.” Üzerindeki paltosunu çıkarıp koltuğa bıraktı ve dönerek Richard War-wick’in cansız bedenine bakmaya devam etti.

“Ah, siz kibarlıktan söz ediyorsunuz,” dedi Laura isteksizce.

“Bunu neden yaptığınızı bilmek istiyorum. İsterseniz beni meraklı biri olarak değerlendirebilirsiniz,” dedi Starkwedder.

Laura cevap vermeden önce kısa bir an durdu ve sonra, “Size söyledim,” dedi sadece.

Starkwedder, Laura’nın kocasının cansız bedenini taşıyan tekerlekli sandalyenin etrafında yavaş yavaş yürüyerek bir daire çizdi. Ondan oldukça etkilenmiş

gibiydi. “Belki de bana yalnızca yalın gerçeklerden söz ettiniz. Ama daha fazlasını değil.”

“Ve size beni buna iten en önemli dürtüden söz ettim. Nefret! Daha fazla söyleyecek bir şey yok. Zaten doğru söylediğimi nereden bileceksiniz ki?

İstediğim bir hikâyeyi uydurabilirim. Bilmeniz gereken tek şey Richard’ın zalim bir hayvan olduğu; sürekli içtiği, hayatı benim için dayanılmaz bir hale soktuğu ve ondan nefret ettiğimdir.”

Benzer İçerikler

Akıllı Yaşama Sanatı – Baltasar Gracián

gul

BİTİK ADAM -THOMAS BERNHARD

yakutlu

Aşk-ı Vatan

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy