Ekinlere baktı baktı kibriti çakmadan önce… Buhar buhar kaynaşan toprağın sinesinden, sihirli bir kokuyu soluklanarak filizlenmişler. Yeşilin insan ruhunu büyüleyen tonlarıyla haykırıp açığa çıkmış hepsi de… Şimdi köyün eteklerindeki tarlalar, yeşeren ekinlerle bir başka endamda… Seyirde bekleyen gözleri kamaştıran sihirli bir tablo görünümünde… İşte aşk, işte bu eşsiz sanatın sevdaya düştüğü yürekleri sahibine götüren yollar… (Arka Kapak)
***
1.BÖLÜM
Hilal Tepeler
Gün tam tepeden vuruyordu… Atmosferdeki bunaltıcı hararet, tarlada çalışan insanları iyice telesitmiş, hâlsiz düşürmeye başlamıştı. Altın sarısına dönüşen saplar, artık dolu dolu başakların yükünü taşıyamadıkları için boyunlarını bükmüş, güneşin kavurucu sıcağı ile çatırdıyorlardı. Günlerdir yağmur görmeyen yolların üzerinde bunaltıcı nefesleri kesen bir toz kokusu vardı… Bir atlı sıcağa ve arkasında oluşan tozdan bulut dağlarına aldırış etmeden, uçarcasına gidiyordu.
Yüzünü yalayarak geçen alevden bir rüzgâra açmıştı bağrını…
Altındaki at, yaman terlemişti. Kuzeydoğu’ya şerit gibi uzanan yolda dört nalaydı hâlâ…
Henüz kırk beş-ellilerinde gösteren adamın, heybetli bir çehresi vardı. Rüzgârı biçen bakışlarını kısarak uzakları gözetledikçe, habire altındaki atı sıkıştırıyordu…
– Deeeh!
Kuzgunî siyah tüylerinin arasından sıkıntı terleri söken hayvanın, tozlu yolların üzerinde kanat açmadığı kalmıştı.
Her iki yanı çalılıklarla örülmüş olarak uzayan yol, şimdi beklenmedik bir şaşkınlığa sahne oluyordu… Fındık ağaçlarının arasından, yüreği hoplatan bir gürültüyle azametli bir çoban köpeği çıktı atm önüne.
Çalılıkların arasından açığa çıkar çıkmaz havladı, yeleleri rüzgârın önünde dalgalanan bir heybetle kükreyen köpek, dor atı ürküttü… At önce beklenmedik bir direnişle adımlarını kesti. Toprağa çakılmış gibi durup olduğu yerde kaldı… Şaşkınlığını yenemeyip, köpeğin gürültüsüne karşılık, huzursuz kişnedi…
Panik havasına kapılıp öfkelendi… Ön ayaklarını şaha kaldırıp yeniden kişnedi. Atm süvarisi kaim bir toz bulutu kaldırdı havaya. Köpek yediği tekmelerle atm etrafında çemkirerek dönelerken, ortalık bir kasırga yerine döndü…
Sesler, çalılıkların ardındaki tarlada çalışan güz insanlarının dikkatini çekti. Orak tutan eller yavaşladı, hatta durdu… Ahlat ağacının dibinde oturan yaşlı adam, oğullarına emir verdi:
– Sesin geldiği yere bir bakın.
İki kardeş, ellerindeki orakları ekinlerin arasına akıttıkları gibi gürültünün yükseldiği istikamete doğru seğirttiler…
Sapı sararmış ekinlerin başında iki elti önce, kararsızlık içinde birbirlerini seyrettiler, sonra umursamaz bir hareketle kaldıkları yerden işlerine devam ettiler.
İki kardeş, fındıkların arasından temkinli hareketlerle yola çıktı… Toz kokan yolun üzerinde buruk bir manzara vardı. Sahibini üzerinden düşüren at, yerde boylu boyunca uzanmış yatan adamı bekliyordu… Kirli, bej rengindeki azman bir çoban köpeği, sızlanarak uzaklaşmaya başlamıştı. İki kardeş, birden adamın yanma koştu. At, acı acı kişnedi, yeniden huysuzlanıp şaha kalktı… Elbisesi, çehresi, toza belenmiş olarak yatan adam, baygındı.
Önce yorgun bir debelenmeyle kımıldadı, sonra yavaş yavaş açtı bedenindeki uyuşukluğu. Cılız bir hareketle kımıldattığı kolunu alnına taşıdı, kaşlarının üzerinde adeta bir tüy hafifliğinde gezindirdi. Yorgun bir bakış tutturdu kıyışık bakan gözleri… Kendisini zorlayarak biraz daha açtı kirpiklerini. Sersem bir tavırla taradı etrafını… Sonra, güç bir hareketle baş ucunda duran delikanlıyı seyretti… Istırap yüklüydü adam… Toza belenmiş çehrenin arasında parıldayan göz bebekleri kin doluydu… Uzatmalı, kinayi bir bakış tutturdu başucunda bekleyen delikanlıya. Kısık, açılmamış bir sesle öfkesini mırıldandı:
– Köpek sizin miydi?
Delikanlı, yabancının nefretle dolu gözlerinin içine baka baka, başını olumsuzluk taşıyan bir ifadeyle kımıldattı.
Çakır Ali diye tanınırdı yörede. Namlı bir adamdı. Sert, otoriter ve inat.
Uzandığı yerden toparlanıp oturabilmek için kıpırdadı. Delikanlının yardımı ile güç başardı. Yüzü kırış kırıştı. Dişlerini sıktı… Acı çektiği, çehresindeki çizgilerden bile belliydi… Sağ elini usulca kaldırıp saçlarının arasında dolaştırdı. Sonra, kaşlarının üzerini övşeleyip sersemliğini giderebilmek için uğraştı. Genneşti, sırtını, kaburgalarını ovuşturdu. Anlaşılan korkacak bir durum yoktu. Kalkmak için yeltendi, kendisine uzatılan elin yardımıyla doğruldu…
Delikanlı mahcup bir sesle ilk defa konuştu:
– Kimsiniz, nereye gidersiniz bilmem, ama biraz oturup dinlendikten sonra yolunuza devam etseniz daha iyi olur bence.
Çakır Ali anlamlı baktı delikanlıya:
– Benim için işinizden avare olmayın.
– Yaşlı bir babam var, çalışmaz. Dilersen onunla gölgede oturup sohbet edersiniz.
Fazla ısrar etmedi:
– Eh, siz bilirsiniz.
Delikanlının kardeşi, atı dizgininden yakalamıştı. Yerdeki heybeyi alıp eyerin üzerine uygun bir şekilde koyduktan sonra:
– Gidelim, dedi…
* * *
Ahlat ağacının gölgesi serinlik vaad ediyordu. Uzaklardan, kulaklara ninni şeklinde ulaşan bir ezan sesi duyulmaya başladı. Yaşlı adam, önce yabancıyı inceledi, sonra atını:
– Korkacak bir şey yok, diye mırıldandı. Sadece atının nalı düşmüş.
Çakır Ali kekeledi:
– Sey, o hâlde bana müsaade.
– Bu şekilde yola devam edersen atın tırnağı iyice bozulur. Bari bir miktar bekle de nalını çakalım.
– Anlar mısın?
– Sayılır.
– Ya nal?
– Evde bulunur. Gelinler gidip hem öğlen yemeğini getirir hem de nalı ve mıhı…
– O hâlde diyecek şey kalmadı.
Muhabbetle baktı adama. Adeta kıskanmıştı onu:
– Sahi adm ne senin?
– Asım. Ya seninki?
– Çakır Ali derler.
– Hilâl Tepeler’den misin?
– Bildin.
Derin baktı ihtiyara:
– Oğulların mı?
– Evet, diğerleri de gelinlerim.
– Allah bağışlasın.
– Amin.
Ölçüsüz bir keder vardı bakışlarında… Delikanlılar, eşleriyle birlikte ekin biçiyor, orakların, sapları keserken çıkardığı ses, hoş bir beste gibi ulaşıyordu kulaklarına… İhtiyar, elini kaldırdı havaya ve bir ses yankılandı boşlukta:
– Tamam, ezan okunmakta.
Herkes elindeki sapları desteleyip orağı bıraktı…
– Siz eve gidip namazınızı orada eda edin. Nal ve çivi getirin, yemeğimizi de tabii.
Küçük oğlu, elinde bir ibrikle geldi babasının yanma. Abdesti-nin olup olmadığını sordu. Aynı soruyu aynı hürmetle yabancıya da yöneltti:
– Ya sizin?
Çakır Ali irkildi. Bir şaşkınlık edası içinde kıvrandı önce. Yüzü renk değiştirdi birden… Sıkıntı içinde olduğu yansıdı dış dünyasına:
– Yok, yok tabii.
Dış dünyası kadar, iç dünyası da allak bullaktı yabancının. Yıllar öncesi yavaş yavaş uzaklaşıp umursamazlığın ve değişen dünya görüşünün sert, aman dilemeyen yapılanışmda eriyen Çakır Ali, şu an kafasında korkunç bir depremin sarsıntılarını yaşıyordu… İhtiyar, imam oldu. Ahlat ağacının gölgelediği çimenlerin üzerinde kıldılar namazı… Sonra yemek yediler birlikte…
Baba dua etti. “Amin” dedi çocukları… Canhıraş bir an, dua için açıldı eller… Yabancı, içli içli ağladı… Sessiz gözyaşları sızdı kirpiklerinin arasından… Bu hâl, ihtiyarın gözlerinden kaçmıyordu… Derin bir “ah” vardı yabancının dudaklarında. Dişlerini sıktı kıyasıya…
Yemekten sonra atın nalı çakıldı… Gelinler ve erkekler yeniden, güneşin kehribar gibi sararttığı ekinleri biçmeye koyuldular… Efkârı arttı yabancının. İhtiyarın gizli takibi altındaydı hareketleri… Cebinden tabakasını çıkartıp tütün sardı…
Önce ihtiyara uzattı:
– Yak hele!
İhtiyar, misafirini incitmeden itiraz etti.
– Sağ ol! Kullanmam.
Koyu bir tiryakilik geleneği ile sigarayı dudaklarının arasına sıkıştırdı. Çakmağını ateşledi titreyen parmakları, sonra derin derin bir nefesle çekti dumanı ciğerlerine…
Titrek bir sesle zor ulaştı ihtiyara:
– İyi bir çobansın ağa.
İhtiyar, kıvrak bir zekâya sahipti. Çocuklarından, aile yapısından bahsediyordu.
Yabancı:
– Sağ ol, diye mırıldandı.
– Sadece bir sorum var sana. Kusurumuza bakmazsan sormak isterim.
– Estağfirullah Ağam.
– Neden ağlarsın, yoksa bir hata mı işledik bilmeden?
Zorsundu. Kolay bir cevap değildi istediği.
– Hiç… Sizinle ilgili değil demek istedim.
– Gözyaşı hoşnutsuzluğun ifadesidir de.
Hassas, titrek bir sesi vardı:
– Aile yapınız çekti dikkatimi. Allah başa kadar versin. Ne kadar mükemmel yetiştirmişsin!
İhtiyar, önce bir âyet okudu, sonra açıkladı:
– “Sizler birer çobansınız ve güttüklerinizden sorumlusunuz” diyor yaratıcı…
– Ben de onun için ağlıyorum işte.
– Çocuğun mu yok?
– Var.
– De hele, meraklandım şimdi.
Dudaklarını gevdi acısından. Utandı, al al oldu suratındaki deri. Esefli, ürkek baktı çakır gözleri önce, sonra derin bir hüzne büründü birden:
– Biz sürüyü dağıttık ağam.
Hazin bir fısıltı gibi bir ses geldi kulaklarına:
– Neden?
– Acemi bir çobanım, güdemedim.
– Zararın neresinden dönersen kârdır. Bundan böyle toparlayıp gütmeye çalış. Hatalarını araştır… Hep karşındakini suçlu görürsen, başaramazsın. Önce kendinde bazı noksanlar ara. Bulduklarını kafanın bir tarafına yaz ve onları bir daha yapma. Bu bir reis olarak gururuna zor gelse bile kibrine kapılıp nefsine yenik düşme.
– Nafile. Dediklerinin hepsini yapsam bile artık hiçbir anlamı yok ki.
Hayretle baktı yabancının gözlerinin derinliklerine:
– Neden, güdünde artık hiç kimsen yok mu?
Mahcup bir eda ile başını hafifçe önüne yıktı:
– Gayrisini deşme… Dedim ya, biz sürüyü dağıttık…
Evinden ayrılalı bugün tam dört gün olmuştu… Kasabaya, sonra üç beş köye daha uğrayıp her tanıdığı simaya, âşinâsı olduğu her yüze, aynı ismi sordu:
– Erdem buralara uğradı mı?
Aldığı cevapların hiçbiri gönlünce olmamıştı. Üzülmüştü, ümitlerle dönüyordu köyüne…
Gökyüzü pürüzsüz bir renge sahipti… Hararet kendisini biraz daha kuvvetli hissettirmeye başlamıştı. Dor at, kaim toz tabakalarının çöreklendiği yollarda eşkin gidiyordu. Yol kenarlarındaki çalılıkların yapraklarında kırılan güneşin kristal pırıltılarında kaldı gözleri… Biraz uzağında köye adını veren tepeler gözüküyordu şimdi… Yitiğini bulamadan dönüyordu… Kederin katmerlisi vardı yüreğinde… Şu an eli boş dönüşün üzüntüsü, beynini insafsızca hançerlemekteydi. Mine Sultan düşüyor kederli bakışlarının görüntüsüne…
Ne diye uğurlamıştı kendisini? O taş kalbindeki katılığın erimeye başladığını hissediyordu birden…
Bir kuruntu rüzgârı esiyor düşüncelerinin kâbusa dönüştüğü kafasında… Mine Sultan’m, elleri yakasında, yakaran, titrek sesi yankılanıyor hâlâ:
– Bu ikinci yolcumuz Çakır Ali. “Güle güle demeden” uğurladığımız…
Gözlerinden teşbih tanesi gibi yaşlar yuvarlanıyor Mine Sultan’m… Sesi titrek ve içli…
– İnsan meyve için büyüttüğü fidanları kendi elleriyle hiç acımadan kesermi ha? İt bile kendi eniklerini yemez Çakır Ali.
Tez git, git de bulmadan gelme yiğidimizi…
– Çocuksuzluğun acısını çekmiş insanlarız biz… Basit bir gurur yüzünden mungariz koyacaksın ocağımızı. Değişemez miydin sanki?
Yorgun bir fısıltı yayılıyor dudaklarından:
– Değişemez miydim? Oysa hiçbir meyve kendi çekirdeğine karşı kibirli olamaz. Artık meyve olma sırası çekirdeklerdedir…
Hilâl Tepeler’e iyice yaklaştı… Karşılıklı, yarım ay şeklinde duran tepeler, köye batı yakasından girişin kapısıdır… Muzdarip bir gönlü vardı. Usulca atın dizginlerine asıldı. Hilâl Tepeler’in girişte sağ kanadına düşen tümseğin eteğindeki çoban çeşmesine çevirdi atın istikametini.
Yeşil çimenler vardı suyun akıp gittiği topraklarda. Ağaç oluktan ahenkle dökülen suya baktı. Dor atın dizginini boynuna ve eyerin gümüş kaplamalı kaşına geçirip atı suya saldı.
Kahırlı bir nefes çekti ciğerlerine… Pınarın kenarındaki taşın üzerine oturup efkârlı bir sigara sardı.
Mesafesiz derinlikler taşıyan düşüncelere daldı:
– Sahi, ben nerede hata yaptım?
Kirpiklerini kısarak inadına dalgın bakışlarla uzakları, çok uzakları gözetledi…
Delikanlılık yıllarına doğru gitti düşüncesi… Yılların muhasebesini yapmak istiyordu anlaşılan… Nerede değil, hayatının hangi noktalarında hatalar yapmıştı, onları bulup gün ışığına çıkaracak, böylelikle kendisini yargılayacaktı…