Bir şafaktan bir şafağa,
karanlıklardan hiç korkmadan
ve kaç şafak kaldığını hiç bilmeden
yürünen uzun bir yol hikâyesi
ELVEDA SONBAHAR’da
kaderinde olana güçlü aile bağları, sevgi ve güvenle karşı koyan
yaşadığı talihsizlikler ve kayıplar karşısında her zaman dik durmaya çalışan
tüm olumsuzluklara rağmen bir şekilde mutlu olup yaşamla bağını asla koparmayan
bir kadınla tanışacaksınız
Ve onun küllerinden yeniden doğduğuna değil,
hiçbir zaman küle dönmediğine emin olacaksınız
Son satırına dek kendinizden çok şey bulacağınız bu roman unutulmaz satırlarıyla kalbinizi kazanacak
Hem de en derinden
***
Bir şafaktan bir şafağa, karanlıklardan hiç korkmadan
ve kaç şafak kaldığını hiç bilmeden
yürünen uzun bir yol hikâyesi.
Maya, Baran ve Alaz için…
1. BÖLÜM
KİRLİ ELLER
Bu kadın burada ne arıyor? diye düşündü ince boyunlu genç polis. Sessiz, soğuk, çirkin koridorlara hiç yakışmamıştı. Fakat yanında yürüyen kadının küçük desenli ipek eteğinin ince bacaklarına sürtünürken çıkardığı hışırtı, dalgalı sarı gür saçlarından yayılan mis koku onun hayal olmadığını gösteriyordu. Keşke amirim, mahalle arkadaşlarım bu kadınla yürürken beni görseler diye geçirdi içinden.
Ağlamaktan şişmiş yeşil gözleriyle ona baktı kadın. “Daha ne kadar var?”
Kadının ince, yüksek topuklu ayakkabılarına göz atıp yürümekten yoruldu sanırım ama nasıl da ahenkli adımlar bunlar… şarkı gibi, dans eder gibi… onunla yoruluncaya kadar yürümek isterdim, hatta dans etmeyi bile öğrenebilirdim onun için diye aklından geçirdi genç polis. Başını kaldırıp bembeyaz kesmiş, korku dolu ve şaşkın yüze baktı. “Yoruldunuz mu?” Oysa ona ne güzel kadınsın, ne arıyorsun burada, git çabuk, uzaklaş buralardan demek isterdi.
“Yok hayır, ben yürümeye alışkınım…”
Sesi giderek soldu ve son kelimeleri duyamayan polis anlamak istercesine kadının yüzüne odaklandı. Dudakları bembeyazdı; kabarıklığı ve kıvrımı olmasa neredeyse seçilmeyecekti. Birden morgda, soğuk mermerin üzerinde yatıyor gibi geldi ona. Vay anasını! Bu kadın orada bile güzel olurdu. “Necati Ağabey, ablanın evrakı sana teslim. Nöbetçi hâkim tutuklamış, ne gerekiyorsa yap da bayanı bekletmeyelim.”
“Niye beklemesin ki?” dedi Necati sırıtarak, bir yandan da aralık dişlerine takılan yeşilliği kirli tırnağıyla çıkarmaya çalışıyordu. “Acelesi mi var? Nasıl olsa çok zamanı olacak. Hem biz de insanız lan hergele… Her zaman böyle parça düşer mi buralara, bırak da azıcık tadını çıkaralım.” Önündeki evraka bakmak yerine kadının göğüslerini süzerek iç geçirdi. “Ben de sıkıntıdan gazetelere göz atıyordum. Ekonomi boktan, haberler sıkıcı. Demirel ne yapsın? Bak bugün bir banker tüymüş…” Gazeteyi katlarken sözlerini sürdürdü. “Yurtdışına uçuvermiş herif. İsviçre’ye kaçırdığı paralarına çoktan kavuşmuş olmalı. Canına yandığımın memleketi.”
Acaba kadın kaç yaşında? diye düşündü ince boyunlu genç polis. Hayret, tahmin edemiyordu. Bir bakıyordu otuz… Bir bakıyordu elli. On beş de olabilirdi, yüz de. Keşke hiç ölmese. Neden böyle düşündüğünü bilemiyordu! Annesinin evlendirmek istediği Karaburunlu kız geçti gözünün önünden. Üzüldü, ağlamak geldi içinden.
“Bakalım suçu neymiş?” Necati dosyayı açtı ve bacağını kaşıyarak arkasına yaslandı. “Dolandırıcılık, emniyet suiistimal, tefecilik, bankalar kanununa muhalefet.” Hoppala… bu kadının para kazanmak için dolandırıcılık yapmasına, banka kanununa falan ne ihtiyacı var… verir patronuna, işte paralar sana… diyecek oldu ama kadının yüzündeki buz gibi ifade, mesafeli duruşu, asil tavrı ve ürkek bakışları karşısında kendine hâkim oldu.
“Bir yanlışlık oldu, ifade vermeye gitmiştim, nöbetçi hâkim bizi tutukladı. Pazartesi düzelecek her şey.” Kadın utançtan ölmek üzereydi… Ama yine de bu adamın karşısında dimdik durmaya kararlıydı.
“Hep böyle söylerler,” dedi Necati.
Genç polis kadının yaşını ve adını merak ediyordu. Masanın üzerinde duran dosyaya doğru başını uzattı. 1945 doğumluymuş. Adı nasıl da yakışmış bu kadına… Saçlarından gurubun ışıkları saçılıyor, yüzünde gün ağarıyor sanki. Güneş de olabilirdi ama Şafak yazıyordu. Altta da kızlık soyadı. Tanyeri… Şiir gibi, kim koymuş acaba ismini? Yoksa bir şair mi?
Kadın göğsünde Şener yazan genç polisin yüzüne baktı. Garip biri diye düşündü. Sanki adı Mahzun olsa daha çok uyardı ona. Ya da incecik parmaklarıyla cop tutmasa da tahta oyması yapsa. Karısının, çocuğunun saçlarını okşayıp onlar için şiir yazsa. Aralarında tuhaf bir bağ oluşmuştu. Sen çok iyisin ve mutlu olmalısın delikanlı demek istiyordu ancak bunun yerine sadece, “Teşekkür ederim,” diyebildi.
Genç polis seni buralarda bırakmak istemiyorum, buralara hiç yakışmıyorsun diyecek oldu ama yalnızca, “Allah kurtarsın,” dedi ve dosyayla ilgilenen adama döndü. “Ben gidiyorum Necati Ağabey. Pazartesi görüşürüz.”
“Tamam, git bakalım. Al bu da doktorun gazetesi, şöyle bir göz atmıştım, götür evde okursun.”
“Sağ ol ağabey.” Cebine katlayarak koyduğu 28 Mayıs 1992 Milliyet gazetesiyle geri dönerken ipek kumaş hışırtıları ve mis gibi bir koku eşlik ediyordu Şener’e. Hayat işte diye düşündü. Adı da hiç yabancı gelmedi ama… Tanımak istedim o kadını. Gidip annemle konuşayım da aceleye getirmesin işi, Karaburun’a bir kez daha gidelim. İlerledi ve çok geçmeden yorgun yürüyüşüyle koridorda gözden kayboldu.
Aralık dişli polisle baş başa kalan kadın ürktü. Keşke bir salyangoz ya da kaplumbağa olsam, keşke bir kabuğum olsa da içine girip hiç çıkmasam diye geçirdi içinden. Kaba ve nemli avuçların arasındaydı şimdi bakımlı, ojeli ve yumuşacık elleri.
“İşte buraya. Bas bakalım parmağını.”
Her bir parmağı ayrı ayrı mürekkebe, sonra kâğıda bastırılıyor, elleri bu hoyrat adamın avuçları arasında şekilden şekle girip kirleniyordu. Tiksinerek adamın sulanan ağzına baktı.
Orgazm olacak gibi görünüyor diye düşündü. “Yeter artık,” dedi midesi bulanarak. “Canım acıdı, parmaklarımı kıracaksın!”
“Bunu bu haltı işlerken düşünecektin.”
Utancından ölmek istiyordu kadın. Keşke şu an ellerim genç polis Şener’in avuçları arasında olsaydı. İkisi ne kadar da farklı. Kurtar beni bu adamdan Şener… Nereye gittin? Hiç tanımadığı bir adamdan yardım isteyecek durumdaydı. Neyse ki bu rezillik sonunda bitti de oh kurtuldum bu işten diye geçirdi içinden, başına gelecekleri bilmeden…
“Gülden bak, yeni bir misafir var, al da içeride bir kontrol et bakalım.” Adam hâlâ pis pis sırıtıyor, kontrolde olacakları düşünerek sol eliyle tuhaf bir hazla ensesini ovuşturuyordu. Kadın bu sözleri neredeyse duymadan boyalı parmaklarına ve ellerine baktı. Ellerim… Seven, okşayan, büyüten, alkışlayan, sıvazlayan, işleyen, öpülen ellerim…
Ellerine sağlık güzel kızım…
Ellerin dert görmesin Şafak’ım…
Şafo gel yavrumi…
Gel pedimu sırtımı ovala…
Ellerin hayat sanki bana…
On beş yaşındayken felçli ninesinden sık sık bu sözleri işitirdi. Söylediğine göre ona bakan herkes canını acıtıyordu. “Altımı kirlettim. Şafak temizlesin,” derdi Hayriye Hanım gelip giden aklıyla.
Torunu onu kıramaz ve şefkatle, hiç incitmeden yapardı bu işi. Çok geçmeden Hayriye Hanım’ın aklı başına gelir, güzel ama donuk görünen masmavi gözlerinden bir damla yaş süzülürdü. “Krima yavrimu1 ellerin kirlendi mi?” derdi.
Ellerim o zaman değil benim canım nineciğim, bak şimdi kirlendi… Hem de çok…
NİNEM
Girit’in Güzeli
Selamlığın iç avluya bakan penceresinin önündeki kerevette oturan Hasan Efendi nargilesinden derin bir nefes çekti ve büyük kızı Hayriye cam kapıyı aralayıp başını içeri uzattığında daldığı derin düşüncelerden sıyrıldı.
“Ela patera2, annem avluda seni kahve içmeye bekliyor.” Hayriye koştu ve en şımarık haliyle babasının göğsüne sarıldı. “Kahveyi kendi ellerimle çekip pişirdim. Ama hadi canım, kalksana!”
“Dur be geliyorum. Bugün çok yoruldum. Siga, siga3 be Hayrişumu…” Gerçekten de Hasan Efendi, küçük Hayriye’yi şaşırtacak kadar yavaş hareket ediyordu. Kafasını toplamak için zaman kazanıyordu aslında. Pencereden avluya baktı. Masanın ortasında pembe çiçekli sardunya saksısının yanında duran tepsideki kahveleri içmek için onu bekleyen karısını gördü. Aralarında hiç konuşmadıkları halde bu gece ona anlatmak istediklerini biliyormuş gibi başını arkaya doğru atmış, yüzündeki hüznü saklamaya gerek duymadan gökyüzünü seyrediyordu.
Hasan Efendi karısının yanına oturdu ve o da başını kaldırıp yıldızları seyretmeye başladı. Girit’in incisi Hanya’nın doyumsuz ışıltılarını içine hapsetmek, bu görüntüyü beynine kazımak istercesine baktı, baktı…
Osmanlı’nın Girit Adası’nı aldığı 1669 yılına kadar uzanıyordu kökleri. Nesiller boyu burada yaşamıştı ataları. Tarih ve kültür açısından Anadolu ile Antik Yunan medeniyetleri arasında köprü olan Akdeniz’in beşinci büyük adası Girit onların gerçek vatanıydı. Osmanlı politikası gereği fetihten sonra ada nüfusunu kendi götürdüğü insanlarla denetlemişti. Buna şenlendirme demişlerdi asırlar sonra yaşanacak hüzünle alay edercesine…
Girit’e yerleştirilen insanlar yerli halkla kaynaşmış, Ortodoks olan Rumlar ve Müslüman Osmanlılar uyum içinde yaşamışlardı. Doğum ve ölümlerde kendi adetlerini yerine getirir, Ramazan ve Paskalyalarını bir arada kutlarlardı.
Osmanlı fethettiği yerlerde din ve dil değiştirme konusunda ısrarcı olmayarak aslında sonradan pişmanlık duyacağı büyük bir hoşgörü örneği sunuyordu dünyaya.
Fetih sırasında gelen askerlerin çoğu Rum kadınlarla evlenerek halkın ana dilinin Rumca olarak gelişmesini sağlamışlardı. Bu nedenle Girit, Osmanlı’nın dilini kaybettiği önemli yerlerden biri olmuştu…
Hasan Efendi ve ailesi de diğer Müslüman Giritliler gibi hiç Türkçe öğrenememişlerdi. Bu akıllı ve dindar adam hem geleneklerine bağlı hem de iki toplumun kaynaşmasından doğan kültürel zenginliğin farkındaydı. Doğrusu bundan çok da hoşnuttu. Oğlu İbrahim, kızları Hayriye ve Hatice de bu zengin mirastan paylarını almışlardı. Yemekleri, oyunları, manileri, türküleri ve gelenekleriyle çok farklı bir kültürün çocuklarıydı onlar.
1800’lü yıllarda tüm dünyada olduğu gibi Yunanistan’da da başlayan milliyetçilik akımı Girit’e uzandığında yavaş yavaş huzurları kaçmaya başlamıştı. Zayıflamaya başlayan Osmanlı Devleti nedeniyle adadaki Müslümanlar dışlanmış, hatta bu durum giderek bir katliama dönüşür olmuştu.
Hasan Efendi’ye kalsa o yurdundan, evinden, atalarının yattığı topraklardan asla ayrılmak istemezdi. Girit’in incisi Hanya onun dünyasıydı. Sarp dağlarından, kışın sert havasından, yazın kavuran sıcağından, denizinden, mis kokulu otlarından, kıyıdan yukarılara uzanan daracık sokaklarından, beyaz badanalı mavi doğramalı evlerinden hiç ama hiç vazgeçemezdi. Fakat artık gözünden sakındığı karısı ve dokunmaya kıyamadığı çocukları için endişe ediyordu.
1860’lı yıllarda Anadolu’ya zorunlu göç başlamıştı. Yapılan toplu katliamlar Girit’teki Müslümanları adeta buna zorluyordu. Artık Osmanlı’dan yavaş yavaş ümidini kesmeye başlayan birkaç dost da Anadolu’ya geçmeyi başarmıştı.
İşte bu sıkıntıları yaşıyordu karısının başının üzerinden yıldızları seyreden cesur ve gözü pek Hasanaki…
Karısının çenesini tutarak başını çevirdi ve gözlerinin içine bakarak, “Başka çaremiz yok Fatma…” dedi usulca.
Bu küçük cümle her şeyi paylaşmaya yetti. İkisi de birbirlerine itiraf etmekten çekindikleri acı gerçeği bakışlarıyla onayladılar. Dehşet içindeydiler ama temkinli bir şekilde bunu saklıyorlardı.
İbrahim kız kardeşlerinden daha üzgündü. Delikanlılığın doludizgin yaşandığı bir yaştaydı. Babasının ona anlattıklarını kabul ediyor ancak buralardan kaçmak çok gücüne gidiyordu. Can dostu, kan kardeşi Dimitri ile kapının önünde oturup horipia4 içip kulura5 yerken acı gerçeği ondan saklamak zorunda kaldığı için üzülüyordu. Babası bu konuda onu uyarmış, yarın gizlice kaçacaklarını kimseye söylememesini tembihlemişti.
Akşam ayrılırken Dimitri bir şeyler hissetmiş gibi, “Sende bir gariplik var İbram, hayırdır?” dedi ona sarılırken.
İbrahim ona cevap veremedi. Ancak babasıyla Hünkâr Camii’ndeki Cuma namazından çıkarken Splantia Meydanı’ndaki kahvelerde rastladığı arkadaşlarını görünce boğazını sıkan her neyse şimdi yine nefesini kesiyordu. En yakın arkadaşına gerçeği söyleyemediği için hem üzülüyor, hem utanıyordu. Bakışlarını kaçırarak, “Hadi be Dimitrimu, yok bir şey… Kalinihta…”6 dedi.
“Tamam be İbram, gönül işidir belki… Bugün atına sarılırken de bir tuhaftın. Neyse yarın hayvanları otlatırken anlatırsın. Kalinihta.”
Bebekliklerinden beri ayrılmamış bu iki delikanlının arkadaşlıkları için ne yarın ne de öbür gün olacaktı. İbrahim güçlü yumruklarını sıkarak eve girdi, gözyaşlarını bastırarak doğruca odasına gitti ve kendini yatağına atıp koca gövdesi hıçkırıklarla sarsılarak ağlamaya başladı.
Hasan Efendi gün ağarmadan herkesten önce uyandı. Haftalardan beri bugün için hazırlanıyordu. Mallarını çok güvendiği Rum komşusuna satmıştı. Eline geçen altınlar beline sardığı kuşağın altındaydı. Kumaşı yoklayarak onları bir kez daha kontrol etti. Anadolu’ya sağ salim geçebilirlerse bu onların bir süre güvencesi olacaktı.
Daha önce karşıya geçenlerle haberleşmiş ve her şeyi ayarlamıştı. Ama bunun için altınlarının önemli bir kısmını da harcamıştı. Anadolu’da Girit’e benzeyen yerleri araştırmıştı hep. Gidecekleri yerin iklimi, toprağı, otları, denizinin rengi, rüzgârı buraya benzesin istiyordu… Ve Türkiye’de pek çok Rum’un yaşadığı İzmir şehrinin onlar için uygun olacağına karar vermişti.
Fatma Hanım çocukları uyandırdı ve lambayı yakmadan onları karanlıkta giydirip hazırladı. Kızlar olayların pek de farkında değillerdi. Bir yere gidiyorlardı ama bir süre sonra döneceklerdi herhalde…
Karı koca ve İbrahim kapının tıklatılmasıyla irkildiler. Dost bir vuruşa benzemesine rağmen kanları çekilerek usulca seslendiler: “Pios ine?”7
Aralıktan bakınca rahatlayarak kapıyı açtılar. Karşılarında yıllardan beri yanlarında çalışan, aile gibi oldukları Hristo, karısı, çocukları Yorgo ve Eleni duruyordu.
Nereye giderlerse gitsinler birlikte olmak istediklerini, ayrılmayacaklarını söyleyerek ellerine sarılıyorlar, ağlayarak onları ikna etmeye çalışıyorlardı. Son noktayı Hristo’nun karısı koydu: “Hem biz yanınızda olursak Rum çetelerden sizi koruruz. İnan bana hanımım, bizimle daha kolay geçersiniz limandan.”
Fatma Hanım kocasına baktı ve başını salladı onaylarcasına.
Hasan Efendi sağduyulu ve akıllı Fatma’sının fikirlerine her zaman saygı duyardı. Her şeyi hızla gözden geçirdi ve bir karara varıp çocukların sırtlarını sıvazladı. “Hadi o zaman acele edelim, sabah namazını teknede kılarız inşallah…”
1897 yılının mehtapsız bir eylül gecesinde ellerinde sımsıkı tuttukları bohçalarıyla Hanya’nın karanlık ve daracık sokaklarından gizlice süzülerek denize ulaştılar. Limanın arkasındaki küçük koyda bir balıkçı teknesi bekliyordu. Yunanlı kaptan onları görünce, “Kuzulos!8 İsa aşkına kaç kişi bineceksiniz bu takaya. Batacağız bre… Olmaz.”
Hasan Efendi’nin salladığı kesenin hatırına işini bilen kaptan sonunda hepsinin yerleşmesine yardımcı oldu. Bir süre sonra limanın önünden geçerken, Türkler başaltında gizlenmişti. Hristo ve ailesi erkenden balığa çıkmış gibi etraflarındaki kayıklarla neşe içinde selamlaşıyorlardı.
Hiçbir sorun yaşamadan denize açılarak güzelim vatanlarından ayrıldılar. Sorun hepsinin yüreklerindeydi ve içlerini dağlıyordu. Belki bir gün dönebileceklerini düşünerek kendilerini avutuyorlar, bu acıya ancak böyle katlanabiliyorlardı. Fatma Hanım evini ve akrabalarını, Hasan Efendi işini ve topraklarını, İbrahim atını, kızlar ise arkadaşlarını çok özleyeceklerini biliyorlar, bu topraklarda yaşayan güzel insanlara, bu adaya biçilen kadere isyan ediyorlardı. Bu gözü yaşlı insanlar bir daha hiç ayak basmayacakları topraklarından, güzelim Girit Adası’ndan işte böyle uzaklaşıyorlardı.
Girit’ten gelen ailenin on dört yaşındaki büyük kızı güzel Hayriye’yi bütün Bornova konuşuyordu. Komşu kadınlar onu yakından tanımak adına evlerine hoş geldin demek için uğruyorlar, semtin bıçkın delikanlıları da evlerinin civarında dolaşıp duruyorlardı.
Yıllarca yaşayıp kök saldıkları topraklarını, evlerini, mallarını bırakarak Türkiye’ye göç etmişlerdi. Rum hizmetkârları Hristo ve ailesi de onlarla beraber bu zorlu yolculuğa katlanmış, gelecekte belirsiz günler olsa bile yanlarından ayrılmamıştı. Bunu da konuşuyordu konu komşu, çünkü bu pek de alışılmış bir şey değildi.
İzmir’e vardıklarında onları daha önce göç eden eski komşuları karşılamış, Girit’ten gelen Türklerle Levanterlerin yaşadığı yemyeşil ve sakin bir semt olan Bornova’daki evlerine götürmüşlerdi. Beş kişilik bu aile ve hizmetkârları için birkaç gün içinde bir ev alınmış, yanlarında getirebildikleri altınların bir kısmı daha harcanmıştı. İki katlı taş duvarlı bu ev artık onların yeni yuvasıydı.
Yıllardır yaşadıkları kocaman bahçeli, konak gibi evden sonra buraya nasıl sığacaklarını düşünüyorlardı. Çok geçmeden çözüm bulundu; alt katta yer alan mutfağın yanındaki odada Hristo ve karısı, küçük avluya bakan odada ise İbrahim ve Yorgo kalacaktı. Üst kattaki iki odayı da anne baba ve kızlar bölüşmüşlerdi. Üç kız ilk defa birlikte kalacaklarından kıkır kıkır gülüşüyordu. Hayriye, Hatice ve Eleni gülerken aile büyükleriyle oğlanlar yeni hayatlarının bu ilk gününde koşullar ne olursa olsun birbirlerinden ayrılmamaya içten içe ant içiyorlardı.
Hayriye o kadar güzeldi ki… Uzun boylu, kumral uzun saçlı, biraz ince dudaklı, masmavi gözlü su gibi bir kızdı. Sadece tek bir kusuru vardı: Hiç Türkçe bilmiyordu.
Başına beyaz örtüsünü sarıp eteklerini savura savura dolanarak gençliğinin tadını çıkarıyordu evin içinde. Kıvırcık saçları örtüsünden fışkıran, pembe yanaklı bu kızın güzelliği kulaktan kulağa yayılıyordu. Artık aşağı mahallelerden bile onu görmeye geliyorlardı.
Girit’ten gelen kızı gördünüz mü?
Yanaklarına ne sürüyor acaba?
Güzel ama gâvur sanki, dilimizi bile bilmiyor.
Gâvur mâvur, evlerinin temizliğine ne dersiniz?
Memleketlerinde çok zenginlermiş bunlar ama bak hiç kibirli değiller, hizmetçileriyle birlikte kalıyorlarmış.
Altınlarını toprağa gömüp gelmişler, geri dönerler mi acaba?
Yorumlar ve sorular hiç bitmiyor, zengin aile mütevazı yaşam koşullarına ayak uydurmaya çalışıyordu.
Evlerinin karşısında büyük kapılı bir ev vardı. Burada Girit’ten dört yıl önce göç etmiş Orfonopulos lakaplı bir aile yaşıyordu. Resmo’da hayvancılıkla uğraşan bu zengin aile olacakları önceden sezip Anadolu’ya ilk gelenlerdendi. İşlerine yani hayvancılığa burada da devam ediyorlardı. Getirdikleri altınlarla Bornova’da çok büyük araziler almışlar ve oraları koyunları için otlak yapmışlardı. Orfonopulos Salih Efendi, karısı Adviye Hanım, oğulları Mustafa, Ali, Mehmet ve kızları Zeynep mahallenin en güzel evinde yaşıyordu. Artık İzmir ve Bornova’ya uyum sağlamış, işlerini yoluna koymuşlardı. Bunda Salih Efendi’nin üç aslan oğlunun da payı epey büyüktü. Ortanca oğlu Mustafa koyunlara çobanlık yaparken koltuğunun altına sıkıştırdığı tüfeğin patlamasıyla bir kolundan olmuştu. Orfonopulos’ların Kolsuz Mustafa’sını herkes bilirdi. Ağırbaşlı büyük oğlu babasının sağ kolu olarak işlere hâkim durumdaydı. Küçük oğlan Ali ise gözünü budaktan esirgemeyen, hırçın ve bir o kadar da vatansever bir delikanlıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamaya başlamasından yararlanarak Girit’i Yunanistan’a bağlamak için oluşturulmuş Rum çetecilerle savaşmak için Girit’te dağlara çıkmıştı. O zamandan beri Ali Çavuş diye anılıyordu ve namı Bornova’ya kendinden önce ulaşmıştı. Ailenin alelacele Anadolu’ya geçmesine biraz da bu gözü kara oğlan neden olmuştu zira Salih Efendi oğullarının dağlarda telef olacağından korkmuştu.
Yüksek bahçe duvarlarının çevirdiği bu eve büyük kapının ardındaki küçük kapıdan ve geniş bir avludan geçerek giriliyordu. Çeşitli ağaç ve çiçeklerin cennete çevirdiği bu avluya bakan bir sürü oda ve ortada kocaman bir mutfak vardı. Bazen büyük kapı açılır ve Hayriye bahçeyi, orada yaşayan hayvanları, kalabalık aileyi görürdü. Girit’teki konağa benzeyen Rum evlerini hatırlar, güzel mavi gözlerinde bir damla yaş belirirdi. Bir süre sonra o eve bakarken içini kaplayan hüzün başka bir heyecana dönüştü ve o gür bıyıklı yakışıklı delikanlının eve giriş çıkışlarını beklemeye başladı.
Zamanla iki Giritli aile yavaş yavaş kaynaşmaya başladı. Hayriye’nin ağabeyi İbrahim büyük evde oturan bu ailenin üç oğluyla da çok iyi anlaşıyor, özellikle de iri yarı, kumral saçlı, gür bıyıklı olan Ali Çavuş’la sık sık ava gidiyordu.
Hayriye’nin çavuş lakaplı bu yakışıklıya duyduğu hisleri sadece Eleni anlıyor, fakat hiç ses çıkarmıyordu. Zaman zaman peki ya Ali Çavuş… o da farkında mıdır acaba? diye düşünüyordu Hayriye.
Aradan geçen üç yılın sonunda Ali Çavuş da daha da serpilip güzelleşen Hayriye’ye ilgi duymaya başlamıştı. Ama bu Giritli yiğit Türk arkadaş kardeşine yan gözle bakmayacak kadar dürüst ve inançlıydı. Evli olan büyük ağabeyi komşu kızlardan biriyle evlenmesi için annesiyle konuşurken ah keşke Hayriye olsa diye geçiriyordu içinden.
Çok geçmeden araya dünürler girdi, bohçalar hazırlandı, takılar alındı, düğün dernek kuruldu ve güzeller güzeli Hayriye dünya on dokuzuncu yüzyıla girerken soğuk bir kış gününde karşısındaki büyük eve gelin gitti.
Avluya bakan odalardan biri yeni evliler için hazırlanmıştı. Tüm çeyizi Hanya’da kalan genç kızın birkaç yıl içinde zorlukla toparlanan çeyizinin en kıymetli parçası üzerinde H harfi olan duvar saati ve uzun yıllar birlikte yaşayacağı Eleni’ydi. Çeyizini arkadaşıyla birlikte yerleştirmişlerdi ve ailesinin göz bebeği olan Hayriye için artık burada, bu odada eltili, kayınvalide kayınpederli ve bol çocuklu bir hayat başlıyordu.
Geniş salondaki düğünde bütün aile adadaymış gibi coşup oynadı. Bornova’nın kuru ayazına rağmen sirtakiler avluda devam etti. Gençler burunlarında doğup büyüdükleri adanın kokusu, kulaklarında Yunan müziğinin coşkusu, hasret yüreklerini dağlayarak kollarını sıkıca birbirlerine dolayıp penodozalis9 oynadılar. Sonunda hafif çakırkeyif damat omzuna attığı ceketiyle avludan odalarına uzanan merdivenleri çıkarken arkadaşlarıyla ağabeyleri hâlâ sırtını yumrukluyordu.
Gerdek gecesinde iki genç namazlarını kıldıktan sonra Hayriye ellerini kaldırıp Rumca şöyle fısıldadı Rabbine: Şükürler olsun, sevdiğim adam kocam oldu… Ve bugüne kadar itiraf edemediği sevdasını anlatmak için kocasının yanına sokuldu…
Hayriye’nin uzun yıllar mutlu bir hayatı oldu. Kocası ve geniş ailesiyle hiçbir sorun yaşamadı. Her zaman saygılı ama mesafeli tutumuyla çok sevildi. Sevdiği adam, kocası Ali Çavuş hayatında her zaman ilk sırada yer aldı. Çok çalışkan, bakımlı ve bir o kadar da Müslümandı. Fazla gezmekten hoşlanmaz, çocukları ve ailesi ile birlikte olmak ona yeterdi. Davranışları gibi giyimi de hep sadeydi. Bu hali ona çok yakışırdı. Üzerine geçirdiği koyu renk küçük desenli ipek elbisesiyle boyu daha da uzun görünür, avludan hızla geçerken çalışan herkes bir an için işi bırakıp ona bakakalırdı. Kaçamak bukleler mavi gözlerinin üzerine düşer, saçları beline dek tek bir örgü halinde inerdi.
Artık hepsi Girit’e dönmekten umudunu kesmiş, o sayfayı tamamen kapamıştı. Giderek zayıflayan Osmanlı Devleti’nin geleceği herkes gibi bu Giritli aileyi de düşündürmeye başlamıştı. Balkanlar’daki çatışmaların yanı sıra devlet iktisadi açıdan da zor durumdaydı. Ali Çavuş karısına belli etmese de geleceklerinden endişe ediyordu. Hayriye ise bunlarla pek ilgili değildi doğrusu… Girit’ten kopmak, evini yurdunu bırakmak onu yeterince sarsmıştı. Osmanlı umrunda bile değildi. Topraklarından, evinden ayrılırken padişahtan ne fayda görmüştü ki? Ayrık otu gibi buralarda yeşermiş, Ali Çavuş’una ve onun ailesine sımsıkı sarınmıştı. O sadece çocukları ve kocasıyla birlikte sıkıntı çekmeden yaşayabilmek istiyordu.
Koskoca bir imparatorluğun çöküşünü, dirayetsiz padişahları, gâvurun oyunlarını, Anadolu’nun parçalanışını çaresiz bir şekilde seyredip tarihin akışına ayak uydurarak başlarına gelen her şeye göğüs gerdi bu aile. Anne ve babaları ölünceye dek Hayriye’nin ailesi aynı evde yaşadı. Ağabeyi İbrahim Manisa’da işini kurdu ve orada evlendi. Kız kardeşi
————
1 Yazık yavrum.
2 Gel babacığım.
3 Yavaş, yavaş.
4 Keçi boynuzu şerbeti.
5 Şekerli kurabiye.
6 İyi geceler.
7 Kim o?
8 Deli misiniz!
9 Girit’e özgü bir dans.