Yontma kum taşlarından yapılmış, saz damlı bir binaydı. Depoyu, Daniel Armstrong, hemen hemen on yıl önce kendi elleriyle yapmıştı. O sıralarda Ulusal Parklar Müdürlüğü’nde çalışan önemsiz bir koruma görevlisiydi. Ama depo o günden beri adeta bir hazineye dönüşmüştü.
Johnny Nzou anahtarı asma kilide soktu. Tik ağacından yapılma çift kanadı açtı. Johnny, Chiwewe Ulusal Parkı’nın müdürüydü. Eski günlerde Daniel için iz sürücülüğü ve silah taşıyıcılığı yapmıştı. Daniel bu genç ve zeki Matabele’ye binlerce kamp ateşinin ışığında İngilizce konuşmayı, yazmayı ve okumayı öğretmişti.
Johnny, Güney Afrika Üniversitesi’nin mektupla ders kurslarından yararlanmaya karar verdiği zaman da ilk taksidi yine Daniel sağlamıştı. Böylece Johnny Nzou’nun ileride bir gün fen fakültesinden mezun olması için ilk adım atılmıştı. Biri kara, diğeri beyaz iki delikanlı o pek büyük Ulusal Park’ta birlikte devriyeye çıkmışlardı. Çoğu zaman yürüyerek veya bisikletle… O vahşi yerlerde dolaşırken aralarında kurulan dostluğu daha sonra birbirlerinden uzakta geçirdikleri yıllar da zayıflatamamıştı.
Daniel loş depoya bakarak hafif bir ıslık çaldı. «Vay vay vay! Ben gideli sen hiç boş durmamışsın oğlum Johnny.»
«Hazine»yi oluşturan yığınlar tavana değiyordu. Yüzbinlerce dolar değerindeydiler.
Johnny Nzou, Daniel’e bir göz attı. Arkadaşının yüzünde eleştirici bir ifade olup olmadığını anlamaya çalışırken gözleri kısıldı. Ama bu yalnızca bir refleksti. Çünkü Matabele, Daniel’in problemi ondan çok daha iyi kavrayan bir dost olduğunu biliyordu. Ama yine de bu öyle duygusal fırtınalar yaratan bir konuydu ki, insan karşısındakinde tiksinti ve düşmanlık uyandırabilirdi.
Daniel, kameramanına dönmüştü bile. «İçeriyi aydınlatabilir miyiz? Deponun güzel resimlerini istiyorum.»
Kameraman ağır ağır ilerledi. Beline taktığı aküler, onu iyice ağırlaştırıyordu. Adam elindeki ark lambasını yaktı. Ve o hazine yığınları çok parlak, mavimsi beyaz bir ışıkla aydınlandı.
Daniel, kameramana «Jock, deponun dibine kadar benim ve müdürün peşi sıra gelmeni istiyorum.» dedi. Kameraman başını sallayarak yaklaştı. Güzel görünüşlü Sony video kayıt aygıtını omzuna yüklemişti. Jock, otuz dört-otuz beş yaşlarında biriydi. Üzerinde haki bir şort ve ayaklarında açık sandallar vardı. Zambezi Vadisi’ne özgü kızgın sıcak yüzünden güneşten yanmış göğsü ter içinde kalmıştı. Jock saçlarını deri bir şeritle ensesinde bağlamıştı. Bir pop yıldızına benziyordu. Ama büyük Sony kamerayla şaheserler yaratan bir sanatçıydı.
«Anlıyorum, patron,» deyip kamerayı karmakarışık bir fildişi yığınına çevirdi. Sonunda da kavisli, ışıltılı bir fildişini okşayan Daniel’in eline doğru döndürdü. Geriledi ve Daniel’i tam boy kareye aldı.
Daniel Armstrong, Afrika Ekolojisi konusunda dünya çapında bir uzman ve konuşmacı sayılıyordu. Nedeni biyoloji doktoru olması ya da kitapları ve konferansları değildi; sağlıklı, sportmen görünüşü ve çekiciliği, televizyon izleyicilerini etkiliyordu. Tabii gür sesi de öyle…
Sesli harflerin ahenksizce söylendiği sömürgelere özgü lehçeyi Sandhurst’te eğitim görenlerde rastlanan o kibar aksan tatlılaştırıyordu. Babası İkinci Dünya Savaşı’nda muhafız alaylarından birinde kurmay subayı olarak hizmet görmüştü. Wawell ve Montgomery’nin komutasında Kuzey Afrika’da çarpışmıştı. Savaştan sonra ise tütün yetiştirmek için Rodezya’ya gelmişti. Daniel, Afrika’da doğmuştu ama Sandhurst’te eğitimini tamamlaması için anavatana yollamışlardı.
Delikanlı sonra Rodezya’ya dönmüş ve Ulusal Parklar Servisi’ne girmişti.
Daniel şimdi kameraya bakarak, «Fildişi,» diyordu. «Firavunların çağından beri çok değer verilen, en güzel doğal maddelerden biridir. Afrika filinin şanı… ve o korkunç laneti.» Fildişi yığınlarının arasından ilerlemeye başlarken, Johnny Nzou da yanına geçti. «İnsanlar iki bin yıldan beri bu canlı beyaz altını ele geçirmek için filleri avlıyorlar. Ancak daha on yıl önce Afrika kıtasında hâlâ iki milyonun üzerinde fil vardı. O zaman filin yenilenmesi kolay bir kaynak olduğu düşünülüyordu. Korunması, toplanması ve kontrol edilmesi gereken bir ürün. Ama sonra çok kötü bir şey oldu. Şu son on yıllık sürede hemen hemen bir milyon fil katledildi. Böyle bir şeyin olmasına izin verilmesini insan zorlukla kavrayabiliyor. Biz şimdi burada hatanın nerede olduğunu anlamaya çalışacağız. Ve ortadan kalkmak üzere olan Afrika filinin tehlikelerle dolu hayatını nasıl kurtaracağımıza karar vereceğiz.»
Johnny’ye baktı. «Bugün yanımda Bay Johnny Nzou var. Kendisi Chiwewe Parkı’nın müdürü.
Bay Nzou Afrika’nın doğal kaynaklarının korunması için çaba gösteren yeni tip uzmanlardan biri.
Nzou sözcüğü Shona dilinde ‘Fil’ anlamına geliyor. İşte size garip bir rastlantı. Bay Nzou yalnızca ismen ‘Bay Fil’değil; Chiwewe’nin müdürü olarak Afrika’nın vahşi bölgelerinde hâlâ yaşayabilen en büyük ve en sağlıklı fil sürüsünden de o sorumlu. Sayın müdür, şimdi bize söyleyin: Chiwewe Ulusal Parkı’ndaki bu depoda kaç fildişi var?»
«Şu anda depomuzda hemen hemen beş yüz fildişi bulunuyor. Tam sayıyı istiyorsanız söyleyeyim: Dört yüz seksen altı. Çoğunun ağırlığı yedi kilo.»
Daniel söze karıştı. «Uluslararası piyasada fildişine kilo başına üç yüz dolar veriliyor. Yani şimdi burada değeri bir milyondan fazla fildişi var demektir. Peki bütün bunlar nereden geldi?»
«Bazıları toplandı. Yani parkta ölü bulunan fillerin dişleri. Bazıları ise korucularımın izinsiz avlananlardan aldıkları dişler. Ama fildişlerinin çoğu müdürlüğümün uygulamak zorunda kaldığı ayıklama operasyonları sonucu elde edildi.»
İki arkadaş deponun dibinde durup kameraya doğru döndüler. «Ayıklama operasyonlarından daha sonra söz edeceğiz, sayın müdür.
Ama önce bize Chiwewe’deki izinsiz avlananlar konusunda biraz bilgi verebilir misiniz?»
«Durum, gün geçtikçe daha da kötüleşiyor.» Johnny kederle başını salladı. «Kenya, Tanzanya ve Zambiya’daki filler ortadan kalkarken, profesyoneller de dikkatlerini bizim daha güneydeki sağlıklı sürülerimize çevirmeye başlıyorlar. Zambiya, Zambezi Nehri’nin hemen ötesinde. Ve bu tarafa gizlice geçen avcılar her zaman iyi örgütlenmiş oluyorlar. Tabii silahları da bizimkilerden üstün. Onlar öldürmek için vuruyorlar. Yalnız filleri değil, insanları da. Sonunda biz de aynı şeyi yapmak zorunda kaldık. Şimdi izinsiz avlanmaya çıkmış bir grupla karşılaştığımız zaman önce biz ateş ediyoruz.»
«Ve hep bunların uğruna…» Daniel elini yakındaki fildişi yığınının üzerine koydu. Hiçbir diş bir diğerinin eşi değildi. Hepsinin de kavisleri farklı ve kendine özgüydü. Bazı dişler hemen hemen dümdüz, uzun ve örgü şişleri kadar da inceydiler. Bazılarının uçları mızraklarınki kadar sivriydi.
Bazılarınınki ise iyice küt. Diğerleri ise gerilmiş yay gibiydiler. Kimileri sedefimsiydi. Kimisi ise sarımsı-beyaz mermer gibi. Bir kısmı ise bitki suları yüzünden lekelenmiş, hayvanlar yaşlı oldukları için aşınıp, çizilmişlerdi.
Fildişilerin çoğu henüz olgunluk çağına erişmemiş dişilere aitti. Yavrulardan alınan bazı fildişleri ise fazla uzun değildi. Büyük, kavisli güzel fildişi pek azdı. Yani yaşlı erkek fillerin olgun ve ağır dişleri…
Daniel onlardan birini okşadı. Yüzünde beliren ifade yalnızca kamera için değildi. Yine o eski hüznü duyuyordu. Eski Afrika ve onun sihirli hayvanlar krallığı konularında yazılar yazmasına ilk neden olan hüznü. «Akıllı, yaşlı, şahane bir hayvan sonunda buna dönüşmüş.» Sesi iyice alçalmış, fısıltı halini almıştı. «Belki bu kaçınılamayacak bir şey. Ama yine de bu kıtaya yayılan değişikliklerin doğasında var olan o azaptan kurtulamayacağız. Afrika fili bu toprakların bir simgesi mi? Fil ölürken, Afrika da mı ölüyor yoksa?» İçtenlikle konuştuğu kesindi. Kamera bunu da kaydetti. Daniel’in televizyon programlarının bütün dünyada çok beğenilmesinin en önemli nedeni de bu içtenlikti zaten.
Sonra Daniel kendisini zorlayarak daldığı düşüncelerden kurtuldu ve Johnny Nzou’ya döndü.
«Söyleyin, sayın müdür, fil soyu tükenecek mi? Zimbabwe’de bu şahane hayvanlardan kaç tane kaldı? Ya Chiwewe Ulusal Parkı’nda?»
«Saptadığımıza göre Zimbabwe’de elli iki bin fil var. Chiwewe’yle ilgili rakamlar ise daha kesin.
Daha üç ay önce Uluslararası Doğanın Korunması Birliği’nin yardımıyla parkı havadan incelemeyi başardık. Bütün parkın fotoğrafları çekildi. Ve hayvanların sayımı için çok ayrıntılı fotoğraflardan yararlandık.»
Daniel, «Şimdi burada kaç fil var?» diye sordu.
«Yalnızca Chiwewe’de on sekiz bin.»
«Bu sayı bir hayli yüksek. Ülkedeki hayvanların üçte birini oluşturuyor.» Daniel tek kaşını kaldırdı. «Her tarafa hâkim olan sıkıntı ve karamsarlık arasında bu sayı sizi her halde çok cesaretlendiriyor?»
Johnny Nzou kaşlarını çatı. «Tersine, Doktor Armstrong. Bu sayılar yüzünden çok endişedeyiz.»
«Sayın müdür, lütfen ne demek istediğinizi açıklar mısınız?»
«Çok basit, doktor. Bizim bu kadar fili beslememiz, onlara bakmamız imkânsız. Hesaplarımıza göre Zimbabwe için ideal fil sayısı otuz bin. Bir tek filin, her gün bir tona kadar bitki yemesi gerekiyor. Ve hayvan bu besini elde edebilmek için ancak yüzlerce yılda yetişebilen ağaçları deviriyor. Hatta gövde çapları yüz yirmi santimi bulanları bile.»
«Bu dev sürünün yaşamasına ve çoğalmasına izin verdiğiniz takdirde neler olur?»
«Çok basit: Filler pek kısa bir sürede bu parkı toz fırtınalarının estiği çorak bir bölge haline sokarlar. Ve tabii o zaman fillerin de sonu gelir. Çünkü hiçbir şey kalmaz… ne ağaç, ne park… ne de filler.»
Daniel arkadaşına cesaret vermek ister gibi başını salladı. Filmin montajı yapılırken buraya birkaç yıl önce Kenya’daki Amboseli Parkı’nda çektiği resimleri sokacaktı. Bunlar, mahvolmuş toprakların akıldan çıkmayacak fotoğraflarıydılar. Kupkuru, çırılçıplak kırmızı topraklar… Çıplak dallarını masmavi, fakat kavurucu Afrika göklerine doğru yalvarırcasına uzatan kabukları dökülmüş kara ağaçlar… Açlığın ve izinsiz avlanan insanların öldürdükleri yerlerde atılmış deri torbalar gibi yatan iri hayvan leşleri…
Daniel usulca, «Bir çözüm yolu var mı, sayın müdür?» diye sordu. «Korkarım zalimce bir çözüm bu.» «Bize bunun ne olduğunu gösterir misiniz?» Johnny Nzou omzunu silkti. «Seyredilmesi hoş bir şey değil. Ama, evet, gerekenlerin nasıl yapıldığına tanık olabilirsiniz.»
Daniel, güneş doğmadan yirmi dakika önce uyandı, Afrika’dan uzakta geçen yıllar bile bu vadide edindiği erken kalkma alışkanlığını değiştirememişti. Tabii bu alışkanlık Rodezya’daki o yıllarca süren korkunç savaş sırasında daha da güçlenmişti. Daniel’i o günlerde güvenlik güçlerinde görev yapmaya çağırmışlardı.
Daniel için şafak zamanı, günün en büyülü anıydı. Yuvarlanarak uyku tulumundan çıktı ve botlarına uzandı. O ve adamları güneşin pişirdiği toprakların üzerinde elbiseleriyle yatmışlardı.
Oluşturdukları dairenin ortasında kamp ateşinin korları pırıldıyordu. Kendilerini korumak için dikenli dallardan bir boma yapmamışlardı. Oysa gece aslanlar zaman zaman dik kayaların ötesinde kükreyip durmuşlardı.
Daniel, botlarını bağladıktan sonra uyuyanların arasından sessizce uzaklaştı. Otların saplarında inci gibi parlayan çiğ tanecikleri pantolonunu dizlerine kadar ıslattı. Uçurumun başındaki kayalıklara doğru gitti. Kurşuni, kaba bir granitin üzerine oturup, montunun içinde büzüldü.
Şafak, sessiz ve aldatıcı bir hızla söktü ve dev nehrin üstündeki bulutları uçuk pembe ve griye boyadı. Zambezi’nin koyu yeşil sularının üzerinde nehre özgü sis dalgalanıyordu.
Yakında bir yerde bir aslan kükredi. Bu ses iniltiyi andıran homurtularla sona erdi. Daniel, sesin uyandırdığı heyecanla ürperdi. Sayılmayacak kadar çok duymuştu bu sesi, ama yine de zaman aynı biçimde etkileniyordu. Yeryüzünde bu sesin bir eşi yoktu. Onun için, Afrika’nın sesiydi bu.
Sonra Daniel aşağıda, bataklığın kenarındaki «dev kedi»yi seçti. Karnı doymuş, kara yeleli aslan iri kafasını aşağıya doğru eğmişti. Küstah bir azametle yürürken, kafasını da adımlarına uygun bir biçimde iki ¦ yana sallıyordu. Ağzı yarı aralıktı. Kalın kara dudaklarının gerisinde dişleri ışıldıyordu. Daniel, hayvanı çalıların arasında kayboluncaya kadar seyretti. Sonra duyduğu zevkle derin derin içini çekti.
Daniel’in yakınında bir yerde hafif bir gürültü geldi. Ayağa fırlayacağı sırada Johnny Nzou ona engel olmak için omzuna dokundu. Sonra da arkadaşının yanına, kayanın üzerine oturdu.
Bir sigara yaktı. Daniel, Johnny’yi bu alışkanlığından bir türlü vazgeçirememişti. İki adam eskiden de yaptıkları gibi dostça bir sessizlik içinde oturdular ve daha da hızla söken şafağı seyrettiler. Sonra o keyifli an geldi ve alev alev yanan güneşin ucu kapkaranlık ormanın üstünde belirmeye başladı. Şimdi bütün dünya apaydınlık ve pırıl pırıldı.
Johnny, sessizliği bozarak havayı değiştirdi. «İz sürücüler on dakika önce kampa geldiler. Bir sürü bulmuşlar.»
Daniel kımıldadı ve arkadaşına baktı. «Kaç hayvan?»
«Elli kadar.» İyi bir sayıydı bu. Daha fazlasını işlem uygulamaları imkânsızdı. Çünkü vadideki sıcak yüzünden et ve deri çok çabuk çürüyordu. Daha az hayvan ise bu kadar insan ve pahalı araç gereç kullanılmasını haklı çıkaramazdı.
Johnny, «Bu olayın filmini çekmek istediğinden emin misin?» diye sordu.
Daniel, «Evet,» der gibi başını salladı. «Her şeyi dikkatle düşündüm. Bu olayı gizlemeye çalışmak dürüstlüğe sığmaz.»
Johnny hatırlattı; «İnsanlar et yerler ve deri eşyalar kullanırlar. Ama bir mezbahanın içini görmek istemezler.»
«Oldukça çelişkili, ama insanların gerçeği öğrenmeye hakları var.»
Johnny, «Senin yerinde bir başkası olsaydı, olay yaratmaya çalıştığını düşünürdüm…» diye mırıldandı.
Daniel’in kaşları çatıldı. «Böyle söylemesine izin verebileceğim tek kişi sensin. Çünkü beni tanıyorsun.»
Johnny, «Evet, Danny,» dedi. «Seni tanıyorum. Sen de bütün bunlardan benim kadar nefret ediyorsun. Ama bana bunun gerekli olduğunu ilk sen öğrettin.» ,
«Haydi, artık çalışmaya başlayalım.» Daniel’in sesi sertti. İki arkadaş ayağa kalkıp sessizce kamyonların park edildiği yere doğru gittiler.
Kamptakiler de kalkmışlardı. Açık ateşin üzerinde kahve pişiyordu. Korucular, battaniyelerini ve uyku tulumlarını katlıyor, tüfeklerini kontrol ediyorlardı.
Kampta dört korucu vardı. Hepsi de yirmi dört-yirmi beş yaşlarında olan iki kara, iki beyaz delikanlı. Arkalarına yeşil apoletli haki park üniformalarını giymişlerdi. Silahlarıyla deneyimli kimselere özgü o kayıtsızlıkla ilgilenirken, bir taraftan da neşeyle şakalaşıyorlardı. Yaşlarına bakılırsa herhalde savaşa da katılmış ve karşı cephelerde görev yapmışlardı. Ama şimdi dosttular.
O acı anıların silinmiş olması Daniel’i her zaman şaşırtıyordu.
Kameraman Jock, film çekimine başlamıştı bile. Daniel’e çoğu zaman Sony kameranın genç adamın vücudunun bir parçasıymış gibi geliyordu. Örneğin kambur gibi bir şey…
Daniei, Johnny’yi uyardı. «Sana kamera karşısında biraz aptalca sorularda soracağım. Biraz iğneleyeceğim de. Soruların cevaplarını ikimiz de biliyoruz. Ama biraz rol yapmamız gerekiyor, tamam mı?»
«Pekâlâ.»
Johnny, filmlerde çok iyi çıkmıştı. İyi resim veriyordu zenci. Daniei, bir gece önce filmleri incelemişti. Modern video aygıtlarıyla çalışmanın en güzel yanlarından biri de insanın bandı hemen seyredebilmesiydi. Johnny, Muhammed Ali’nin gençliğine benziyordu. Ama yüzü daha zayıf, kemikleri daha inceydi. Daha fotojenikti de… Duyguları yüzüne yansıyordu. Cildi çok koyu renk olmadığı için fazla bir kontrast yaratmıyor ve fotoğraf çekimini de zorlaştırmıyordu.
İki arkadaş dumanları tüten kamp ateşine sokuldular. Jock da kamerayı onlara yaklaştırdı.
Daniei konuşmaya başladı. «Burada, Zambezi Nehri’nin kıyısında kamp kurmuş bulunuyoruz, Güneş yeni doğuyor. Ve iz sürücüleriniz biraz ileride, çalıların arasında elli filden oluşan bir sürüyü bulmuşlar, sayın müdür.» Johnny başını salladı. «Bana, bu dev hayvanlardan oluşan sürülerin Chiwewe Parkı’nda beslenilmelerine imkân olmadığını
anlattınız. Bu yıl hiç olmazsa bin tanesinin parkdan götürülmesi gerektiğini açıkladınız. Bunun yalnızca ekoloji açısından değil, geri kalan fil sürülerinin yaşayabilmeleri için gerekli olduğunu söylediniz. Peki onları nasıl götüreceksiniz?..»
Johnny açıkça, «Ayıklama yapmak zorundayız,» dedi.
Daniel, «Ayıklama yapmak mı?» diye sordu. «Bu öldürmek anlamına geliyor, öyle değil mi?»
«Evet. Korucularım ve ben onları vuracağız.»
«Sayın müdür, hepsini mi? Bugün elli fili birden öldürecek misiniz?»
«Bütün sürüyü ‘ayıklayacağız.’»
«Ya yavrular ve gebe dişiler ne olacak? Bir tek hayvanı bile sağ bırakmayacak mısınız yoksa?»
Johnny, «Hepsinin ortadan kaldırılmaları gerekiyor,» diye ısrar etti.
«Ama neden, sayın müdür? Onları, ilaçlı oklarla uyutamaz mısınız? Sonra da bir başka yere gönderemez misiniz?»
«Fil büyüklüğündeki bir hayvanı bir yerden bir yere taşımak şaşılacak kadar masraflıdır. İri bir erkek fil altı ton gelir. Sıradan bir dişi ise dört ton. Şu vadiye bakın. Arazinin durumuna,»
Johnny, dağ gibi yükselen kayaları, tepecikleri ve vahşi ormanı işaret etti. «Onları yakalayıp götürmek için özel kamyonlar gerekir. Tabii yollar yapılması da. Bu mümkün olsa bile, filleri nereye götürebiliriz? Size Zimbabwe de gerekenden yirmi bin tane fazla fil olduğunu söyledim.
Bu filleri nereye götüreceğiz? Onlar için yer yok…»
«Sayın müdür, kuzeydeki Kenya ve Zambiya gibi, akılsızca koruma politikası ve izinsiz av yüzünden fil sürülerinin hemen hemen ortadan kalktığı ülkelerin tersine, siz burada ilginç bir durumla karşı karşıyasınız. Siz, fil sürülerinize gerektiğinden fazla iyi bakmışsınız. Ve şimdi bu muhteşem hayvanları ortadan kaldıracaksınız. Ve hepsi de ziyan olacaklar.»
«Hayır, Doktor Armstrong, ziyan olmayacaklar. Ölülerinden değerli şeyler elde edeceğiz. Fildişi, deri ve et. Onları satacağız. Ve elde ettiğimiz gelir yine hayvanları korumak için harcanacak.
Böylece izinsiz avlanmaları engelleyecek ve Ulusal parklarımızı koruyacağız. Yani bu hayvanları öldürmemiz bütünüyle yararsız ve zalimce bir şey olmayacak.»
Daniel ısrar etti. «Ama neden annelerle bebekleri de öldürüyorsunuz?..»
Johnny onu uyardı. «Siz şimdi hile yapıyorsunuz, doktor! Hayvanların hakları olduğunu iddia eden grupların yaptıkları gibi gerçekleri çarpıtıp, onların fazla duygulu terimlerini kullanıyorsunuz. ‘Anneler ve bebekleri’ sözcüklerini. Onlardan ‘dişi filler ve yavruları’ diye söz edelim. Ve bir dişinin, bir erkek fil kadar besin yediğini ve aynı derecede yer kapladığını da kabullenelim. Yavruların pek çabuk büyüdükleri gerçeğini de öyle.» Daniel, «Demek sizce…» diye başladı ama Johnny, onun bütün uyarılarına rağmen öfkelenmeye başlıyordu.
Zenci, «Bir dakika,» diye homurdandı. «Bu iş bu kadar değil. Bizim bütün sürüyü ortadan kaldırmamız gerekiyor. Geride hiçbir fil kalmaması şart. Fil sürüsü karmaşık bir aile düzeni sayılır. Hemen hemen bütün üyeler arasında kan bağı vardır. Sürü, son derece gelişmiş bir toplumsal yapıya da sahiptir. Üstelik, çok zeki hayvanlardır. Maymunlardan sonra belki de en zeki hayvan fildir. Bir kedi ya da köpekten ve hatta Yunus’tan daha zeki olduğunu söyleyebilirim.
Fil sürüsü gerçeği bilir… yani…» Johnny, sözünü tamamlayamadan hafifçe öksürdü. Duygularının etkisinde kalmıştı. Daniel arkadaşına karşı her zamankinden daha fazla bir sevgi ve saygı duydu.
Zenci konuşmasını boğuk bir sesle sürdürdü. «Korkunç gerçek şu: Sürüden bir filin ayıklanmadan kaçmasına izin verirsek, o korku ve dehşetini parktaki diğer hayvanlara da aşılar.
Ve bu fillerin toplumsal davranışlarının alt üst olmasına yol açar.»
Daniel usulca, «Bu uzak bir olasılık değil mi, sayın müdür?» dedi.
«Hayır. Bu olaylar daha önce de görüldü. Savaştan sonra VVankie Ulusal Parkı’nda gerekenden on bin tane daha fazla fil olduğu anlaşıldı. O sırada geniş çapta ayıklama operasyonlarının tekniği ya da etkileri konusunda fazla bir bilgimiz yoktu. Ama çok geçmeden her şeyi öğrendik. İlk beceriksizce girişimlerimiz yüzünden sürülerin toplumsal yapıları az kalsın bozuluyordu. Yaşlıca hayvanları vurduk ve sürü de bu yüz-
den deneyim ve akıl kaynaklarından yoksun kaldı. Fillerin güç biçimlerini, sürüdeki hiyerarşi ve disiplinlerini ve hatta çoğalma alışkanlıklarını bile alt üst ettik. Johnny başını salladı. «Hayır, bir sürünün bütünüyle ortadan kaldırılması gerekiyor.» Sonra rahatlamış gibi başını kaldırarak gökyüzüne baktı. İki arkadaş da yaklaşan bir uçağın homurtusunu duydular. Zenci usulca, «Uçak geliyor,» deyip telsiz mikrofonuna uzandı. «Günaydın Sierra Mike. Sizi görebiliyoruz.
Bulunduğumuz yerin güneyinde, yaklaşık altı kilometre uzaklıktasınız. Sarı dumanla yerimizi belirteceğiz.»
Johnny, koruculardan birine başıyla işaret etti. Adam da bir işaret fişeğinin kapağını açtı. Kükürt sarısı duman ağaçların tepelerine yoğun bir bulut gibi yayıldı.
«Tamam, Park. Dumanınızı gördüm. Lütfen hedefi belirtin.»
Johnny, «Hedef,» sözcüğünü duyduğu zaman kaşlarını çattı. Ve cevap verirken ‘sürü’ kelimesini vurguladı. «Dün akşam güneş batarken sürü bu noktanın yedi kilometre güneydoğusunda kuzeye, nehre doğru gidiyordu. Sürüde elliden biraz fazla hayvan var.»
«Sağol, Park. Sürüyü bulduğumuz zaman sizi yeniden arayacağız.»
İki arkadaş uçağın doğuya doğru dönmesini seyrettiler. Bu tek motorlu, pek eski bir Cessna’ydı.
Herhalde savaş sırasında hizmet görmüştü.
On beş dakika sonra telsizden yeniden bir ses yükseldi. «Merhaba, Park. Sizin sürüyü görüyoruz^ Şimdiki yerinizden on iki kilometre ötede. Sürüde elliden biraz fazla hayvan var.»
Sürü, alçak tepelerin arasındaki kuru nehir yatağının iki yanına yayılmıştı. İki yaşlı dişi fil, besin sağlamak için dev bir akasya ağacını sarsıyorlardı. Sürü onların etrafını sarmıştı. Filler büyük bir zevkle akasyanın fasulye biçimli tohumlarını yiyor ve mırıltıya benzeyen sesler çıkarıyorlardı.
Fillerin sarkışıydı bu…
Fillerin Şarkısı / F: 2
Sürünün tehlikede olduğunu yine o yaşlı fillerden biri sezdi. Kulağın duyamayacağı çok tiz bir sesle belirtti. Bütün sürü dondu kaldı sanki. Etrafa derin bir sessizlik çöktü. Şimdi yalnızca yaklaşan uçağın homurtusu yankılanıyordu etrafta.
iki yaşlı dişi, motorun sesini tanıdılar. Şu son birkaç yıl içinde bunu pek çok kez duymuşlardı.
Artık bu sesle, insanların artan koşuşturmalarıyla parktaki sürülere telepatiyle geçen, anlatılması olanaksız dehşet arasında bir bağ olduğunu biliyorlardı. Bu sesi uzaklarda patlayan silahların gürültüsünün ve etrafa yayılan fil kanı kokusunun izlediğini de bildikleri gibi…
Yaşlı dişi fillerden biri geriledi ve gökyüzünden yayılan ses yüzünden kafasını öfkeyle salladı.
Sonra da döndü ve hızla koşmaya başladı. Bütün sürü onu izledi.
Sürüde olgun iki erkek de vardı. Ama onlar hemen dönerek ormana kaçmışlardı. Sürünün savunmasız olduğunu sezmiş ve çareyi tek başlarına kaçmakta bulmuşlardı.
«Parkı arıyorum! Sürü güneye, İmbelezi Geçidi’ne doğru kaçıyor.»
«Tamam, Sierra Mike. Lütfen onları Mana Gölcükleri’ne sapan yola doğru sür.»
Yaşlı dişi fil sürüyü tepelere doğru götürüyordu. Ama sonra uçağın homurtusunu duyup başını kaldırdı. Cessna sürüye doğru bir dalış yaparken, döndü ve yeniden nehre doğru koşmaya başladı.
«Park! Sürü şimdi sizin yöne doğru geliyor. Yoldan yedi kilometre ötede.»
«Sağol, Sierre Mike. Onları ağır ağır sürmeye devam et. Sürüyü fazla zorlama.»
«Tamam, Park.»
«Bütün K-Birimleri.» Johnny, şimdi Öldürme Timleri’ni arıyordu. «K-Birimleri. Mana Gölcükleri’ne giden yolda toplanın.»
Bu timlerin dört cipi vardı.
Johnny Nzou da Daniel’le başka bir taşıta binmişti. Şimdi cipi hızla buluşma noktasına doğru sürüyordu. «Galiba daha ilk seferde ayıklamayı tamamlayacağız.»
Daniel rüzgâr yüzünden başındaki şapkayı çıkarıp cebine tıktı. Arkada oturan Jock, taşıtın gürültüsü yüzünden kaçmaya başlayan yaban öküzlerini filme alıyordu. Hayvanlar hızla yoldan geçmeye başlamışlardı.
Johnny Nzou, frene basıp saatine göz attı. «Kahretsin! Bu ahmak hayvanlar her şeyi berbat edecekler!»
Yüzlerce yaban öküzü koşup duruyordu. Ama birkaç dakika sonra yol boşaldı. Johnny de hızla hayvanlar yüzünden kalkan toz bulutunun arasına daldı. Bir dönemeci aştıkları zaman taşıtların ileriye park edilmiş olduğunu gördüler. Dört korucu ellerinde tüfekleriyle orada bekliyorlardı.
Johnny, cipi durdurup mikrofonu kaptı. «Sierre Mike, lütfen durumu bildir.»
«Park, sürü sizden üç kilometre uzakta. Uzun Vlei’ye yaklaşıyor.»
Vlei çukurca bir çayır anlamına geliyordu. Uzun Vlei de nehre paraleldi. Kilometrelerce uzunluktaki bu açıklık yağmur mevsiminde bataklığa dönüşüyordu ama şimdi filleri öldürmek için ideal bir yerdi.
Johnny yere atlayıp tüfeğini aldı. O ve korucular ucuz .375 Magnum’lar kullanıyorlardı.
Adamlar çok usta nişancılar oldukları için seçilmişlerdi. Fillerin çabucak, acı vermeden öldürülmeleri gerekiyordu. Bu yüzden de timdekiler hayvanların kafalarına ateş edeceklerdi.
Vücuda nişan almak daha kolaydı ama o zaman filler ağır ağır, acı çekerek ölürlerdi. “)
Johnny, «Haydi,» diye bağırdı. Uyarıya hiç gerek yoktu. Tim duygularına kapılmayan genç profesyonellerden oluşuyordu çünkü. Ancak avcılar bu işi pek çok kez yapmış olmalarına karşın yüzlerinde ciddi ifade vardı. Ne sevinçli, ne de heyecanlıydılar. Bu bir spor değildi. Gençlerin onları bekleyen işten pek de hoşlanmadıkları anlaşılıyordu.
Avcılar ayaklarına şort ve yumuşak deriden botlar giymişlerdi. Vücutları ince ama kaslıydı, Johnny’nin vücudu da öyle… Sürüyü karşılamak için koşmaya başladılar.
Daniel de Johnny Nzou’yu izledi. Biyoloji doktoru aslında formundaydı ama gruptakiler birer tazı gibi koşuyorlardı. Sonunda Daniel’le kameramanı geride kaldılar.
Johnny Nzou eliyle işaret etti. Avcıları hemen yayıldılar. Zenci de durdu. Daniel’le Jock ancak o zaman yetişebildiler Johnny’ye. İkisi de soluk soluğaydılar. Oysa bir kilometre kadar bile koşmamışlardı. Biyoloji uzmanı arkadaşına gıpta etti.
Johnny usulca, «İşte geliyorlar,» diye seslendi. «Kaldırdıkları toz görülüyor. Filler hızla yaklaşıyor.» Eliyle havada bir daire çizdi. Avcılar ilerleyip yarım bir daire oluşturdular. Johnny tam ortadaydı.
Birdenbire o iki yaşlı dişi fil ağaçların arasından çıktılar. Diğerleri de peşlerindeydi.
Johnny usulca, «Önce bu iki büyük anneyi vurun,» diye emretti. Onların sürüyü yönettiklerini anlamıştı. İki yaşlı dişi öldüğü zaman sürüdeki filler ne yapacaklarını şaşıracaklardı.
Yaşlı filler hâlâ hızla ona doğru koşuyorlardı. Zenci ilk kez hareket etti. Tüfeğini havaya kaldırıp salladı. Ve Sindebele dilinde, «Nanzi İnkosikaze!» diye bağırdı. «İşte buradayım, saygıdeğer ihtiyar hanım!»
iki fil ilk kez o zaman Johnny’nin bir ağaç kütüğü değil, öldürücü bir düşman olduğunu anladılar.
Atalarından kalma nefret ve dehşetle zenciye saldırdılar. Avcılar onlara oranla pek küçücük gözüküyorlardı. Daniel, keşke ben de silah alsaydım, diye düşündü. Bu anın ne kadar korkutucu bir şey olduğunu unutmuştu. Jock hâlâ film çekiyordu. Sürü, dağdan yuvarlanan gri granit kayalar gibi üzerlerine geliyordu…
Johnny Nzou, sürüyle arasında otuz metrelik bir uzaklık kaldığı zaman tüfeğini omzuna dayayarak, en öndeki yaşlı dişinin artık uzağı göremeyen gözlerinin arasına nişan aldı. Silah, kamçı şaklamasına benzeyen bir ses çıkararak patladı. Dişi filin gri, yaşlı derisinden tozlar kalktı ve kurşun hayvanın beynine girdi. Filin ön ayakları büküldü. Daniel, hayvan tozlar arasında devrilirken yerin sarsıldığını hissetti.
İkinci fil, diğerinin ölüsünün hizasına geldiği zaman Johnny de tüfeği ona doğru çevirdi. Silahı omzundan indirmeden yeniden doldurdu. Ve ateş etti. Kurşun yine zencinin nişan aldığı noktaya girdi. İkinci dişi fil de ilki gibi ölmüştü…
Onların gerisinde sürüde bir karmaşa başladı. Şaşıran hayvanlar sağa sola koşuşuyorlardı.
Korucular yaklaşıp ateşe başladılar. Onlar da fillerin kafalarına nişan alıyorlardı. Silah sesleri etrafta yankılanıyordu.
Johnny’nin ilk ateşinden altı dakika sonra Uzun Vlei’ye derin bir sessizlik çöktü. Şimdi yalnızca insanların kulaklarında silah sesleri yankılanıyordu. Avcılar üzüntüyle ölü fillerden oluşan tepeciklere bakıyorlardı. Elli fil, iki yüz ton demekti.
Johnny Nzou onları etkisine alan üzüntülü sessizliği bozdu. Zenci, yerde, önde yatan iki yaşlı dişiye yaklaşarak, tüfeğinin dipçiğini toprağa dayadı. İki ihtiyar hayvana bir süre pişmanlıkla baktı. Jock’un filmini çektiğinin farkında bile değildi. Sonra, «Hamba gahle, Amakhulu,» diye fısıldadı. «Barış içinde gidin, yaşlı nineler. Yaşamda olduğu gibi ölümde de berabersiniz. Barış içinde gidin ve kabilenize yaptıklarımız için de bizi affedin…»
Johnny dönerek ormanın kenarına doğru gitti. Daniel onu izlemedi. Arkadaşının bir süre yalnız kalmayı istediğini anlamıştı. Diğer korucular birbirlerinden uzaklaşmışlardı.
Daniel kırk dakika sonra yaklaşan kamyonların gürültüsünü duydu. Ölü fillerin dişlerini, etlerini ve derilerini almaya geliyorlardı…
Bu işi yapan adamlar çok deneyimliydiler. Jock, sahneyi çekerken Daniel de Johnny Nzou’ya, «Kanlı bir iş bu,» dedi.
Johnny, «Ama gerekli,» diye başını salladı. «Ergin bir hayvandan ortalama üç bin dolar tutarında fildişi, deri ve et elde edilir.»
«Pek çok kişi bu sözleri fazla ticari bulacak. Özellikle ayıklama denilen acı gerçeği seyredenler.»
Daniel başını salladı, «Bildiğiniz gibi hayvanların hakları olduğunu savunan o grup güçlü bir kampanyaya girişti. Onlar fillerle ilgili uluslararası ticaretin yasaklanmasını istiyorlar.» «Evet, bunu biliyorum.»
«İstedikleri olursa fillerin derileri, dişleri ve etleri satılamayacak. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, sayın müdür?»
«Bu beni çok sinirlendiriyor.» Johnny içtiği sigarayı yere atıp üzerine bastı. Yüzünde çok öfkeli bir ifade belirmişti.
Daniel ısrar etti. «Bu karar, ayıklama operasyonlarına da son verecek, öyle değil mi?»
Johnny, «Hiç de değil,» diye karşılık verdi. «Biz yine de sürülerdeki hayvan sayısını kontrol altında tutmak zorunda kalacağız. Aradaki tek fark şu olacak: Ölü fillerden elde ettiklerimizi satamayacağız. Bu da korkunç bir ziyana yol açacak. Şu anda parkları korumak, geliştirmek ve hayvanlara hizmet sağlamak için kullandığımız milyonlarca dolardan da yoksun kalacağız…»
Johnny bir an susup birfildişinin hayvanın kafasından çıkarılışını izledi. «İşte bu fildişi buradaki kabilelere parkların ve bu yerlerde yaşayan hayvanların varlıklarının çok gerekli olduğunu kanıtlamamızı daha kolaylaştırıyor. Kabileler Ulusal Parkların sınırlarında yaşıyorlar ve vahşi hayvanlarla sık sık karşılaşıyorlar.»
Daniel arkadaşını teşvik etti. «Anlayamadım. Yani kabileler, parklara ve hayvan sürülerine kızıyorlar mı?»
«Onlardan kişisel çıkarlar sağlıyorlarsa kızmıyorlar tabii ki. Ama yerlilere dişi bir filin üç bin dolar değerinde olduğunu kanıtlamamız gerekiyor. Yabancı bir avcının önemli sayılan ergin bir erkek fili yakalamak için elli hatta yüz bin dolar harcayabileceğini de… Bir tek filin onların yüz ve hatta bin keçisine bedel olduğunu da… Sıska hayvanlardan oluşan sürülerinden çok daha değerli sayılacağını da… Yerliler, kendilerinin ve kabilelerinin bir hayli para kazanacağını anladıkları zaman sürülerin korunması gerektiği gerçeğini de kavrarlar.»
«Yani yerliler vahşi hayvanlara değer vermiyorlar. Öyle mi?»
Johnny acı acı güldü. «Bu Birinci Dünya’ya özgü bir lüks ve ukalalık. Buradaki kabileler yaşam savaşı veriyorlar. Biz şimdi yıllık geliri yüz yirmi dolar olan sıradan bir aileden söz ediyoruz.
Ayda on dolar kazanan bir aileden. Onlar, güzel ama yararsız hayvanların yaşayabilmeleri için topraklar ve otlaklar ayıracak durumda değiller. Vahşi hayvanlar Afrika’da yaşamayı sürdüreceklerse, o zaman bunun bedelini de ödemek zorundalar. Bu gaddar topraklarda bedavadan yaşanamaz.»
Daniel, «Bu insanlar doğaya çok yakınlar,» diye hatırlattı. «Bu yüzden hayvanlara içgüdüsel bir ilgi duymaları da gerekmez mi?»
«Evet, tabii. Ama bu bütünüyle pragmatik bir şey. İlkel insanlar binlerce yıl boyunca doğayla birlikte yaşadılar ve onu yenilenebilecek bir kaynak saydılar. Onlar iç güdüleriyle bizim hiçbir zaman başaramadığımız bir çözümü kavradılar. Sonra beyaz adam ortaya çıktı. Bir av bürosu kurdu. Avlanma yasaları koydu. Böylece siyah insanın kendi topraklarında avlanması bir suç sayılır oldu. Afrika’nın vahşi hayvanları da seçme birkaç kişinin seyredip bağrışmaları için korundular.»
Daniel arkadaşına usulca çattı. «Bir ‘ırkçı’ gibi konuşuyorsunuz. Eski sömürge sistemi vahşi hayvanların korunmasını sağladı.»
«O halde bu vahşi hayvanlar, beyazlar Afrika’ya gelmeden önce bir milyon yıl nasıl yaşadılar?
Eski sistem belki bazı bakımlardan işe yaradı. Ama ülkeye zarar da verdi. Özellikle siyah yerlilerin kontrollü korumaya düşman olmasına yol açtı. Onların avdan yararlanmalarını yasakladı ve kabilelerin vahşi hayvanlara düşmanlık duymasına neden oldu. Doğanın kontrolünü insanların elinden aldı, onları hayvanlarla yarışmaya zorladı. Ve bunun sonucu olarak da sıradan bir siyah, av hayvanlarından nefret etmeye başladı.)Filler, bahçesine giriyor ve odun olarak kullanacağı ağaçları mahvediyorlar. Yaban öküzü ve antilop, sürülerini beslediği otları yiyorlar.
Timsah büyük annesini yedi, bir aslan da babasını öldürdü. Tabii ya!.. Zenci, vahşi hayvan sürülerinden nefret ediyor…»
«Çare nedir, sayın müdür? Bir çözüm yolu var mı?»
Johnny, «Sömürge sisteminden kurtulduktan sonra,» diye açıkladı, «İnsanlarımızın tavırlarını değiştirmeye çalışıyoruz. Onlara turizmin, safarinin ve kontrollü ayıklamanın değerini öğretme konusunda bir hayli başarılı da oluyoruz. Kabileler uzun yıllardan beri ilk kez kazançtan pay alıyorlar. Koruma ve mantıklıca yararlanma konusunu da anlamaya başlıyorlar. Özellikle yeni kuşaklar. Ama Avrupa ve Amerika’daki iyilik meraklıları safarinin ya da fildişi satışının yasaklanmasını sağlarlarsa bütün çabalarımız boşa gider. Bu durum herhalde Afrika filinin ölümü demek olur. Sonunda da bütün vahşi hayvanların…»
Daniel, «Demek ki sorun aslında ekonomik, öyle mi?» diye sordu.
Johnny başını salladı. «Bu dünyadaki her şey gibi bu da ekonomik. Bize yeteri kadar para verirseniz, gizlice avlanan kimseleri engelleriz. Ama paranın bir yerden gelmesi de gerekiyor. Afrika’nın bağımsızlığına yeni kavuşan ülkeleri doğal kaynaklarını kilit altında tutmak gibi Birinci Dünya’ya özgü bir lüksü kaldıracak durumda değiller. Onlar kaynaklarını işletmek ve korumak zorundalar. Bunu yapmamızı engellerseniz, o zaman Afrika’nın vahşi hayvanlarının ortadan kalkmasına da katkıda bulunmuş olursunuz!» Johnny başını yeniden salladı. «Evet, bu bir ekonomik problem. Hayvanlar gerekli bedeli ödeyebilirlerse, burada da
kalabilirler.»
Kusursuz bir sondu bu. Daniel, Jock’a kamerayı durdurmasını işaret ederek arkadaşını omzundan tuttu. «Seni bir yıldız yapabilirim. Çok yeteneklisin.» Sözlerinde yarı ciddiydi. «Ne dersin, Johnny? Perdede Afrika için burada başardığından çok daha fazlasını yapabilirsin.»
Johnny öfkelenmiş gibi bir tavır takındı. «Yıldızların altında uyuyacak yerde lüks otellerde ve jetlerde mi yaşamamı istiyorsun? Şöyle hafifçe göbeklenmemi mi?» Daniel’in karnını dürttü.
«Yüz metre koşunca soluk soluğa kalmamı mı? Hayır, teşekkür ederim, Danny. Ben kola değil, Zambezi’nin suyunu içeceğim bir yerde kalmak istiyorum. Hamburger değil, yaban öküzü bifteği yiyeceğim bir yerde.»
Geri dönerlerken Daniel cipte yine Johnny Nzou’nun yanında oturdu. Çok eski dostların yaptıkları gibi zaman zaman konuşuyorlardı.
Daniel, bir ara safari gömleğinin koluyla alnını sildi, «intihar havası bu!» Gece yarısının yaklaşmış olmasına karşın sıcak ve nem oranı insanın sinirini bozuyordu. «Neyse, yakında yağmurlar başlayacak.»
Johnny, «İyi ki vadiden ayrılıyorsun,» diye mırıldandı. «O yol yağmurda bataklığa dönüşüyor.
Nehirlerin çoğunu da aşmak imkansızlaşıyor.»
Chiwewe’deki turist kampı yağmur mevsimi geldiği için kapatılmıştı.
Daniel itiraf etti. «Pek gitmek istemiyorum. Kendimi eski günlere dönmüş gibi hissediyorum çünkü.»
«Eski günler…» Johnny başını salladı. «Seninle ne çok eğlenirdik. Chiwewe’ye yeniden ne zaman döneceksin?»
«Bilmiyorum, Johnny. Ama deminki önerimde ciddiydim. Benimle gel. Bir zamanlar seninle iyi bir tim oluşturmuştuk. Yine aynı şeyi yapabiliriz. Başarılı olacağımızı biliyorum.»
«Sağol, Danny.» Zenci, «Hayır,» der gibi başını salladı. «Burada yapmam gereken bir görev var.»
Daniel arkadaşını uyardı. «Vazgeçecek değilim.»
Johnny güldü. «Biliyorum. Sen hiçbir zaman vazgeçmezsin.»
Daniel sabah şafağı seyretmek için ana kampın gerisindeki tepeye tırmandı. Gökyüzünde kara bulutlar uçuşuyordu ve sıcak hâlâ bunaltıcıydı.
Daniel’in ruh hali de bu kasvetli şafak zamanına uyuyordu. Orada kaldığı sürede harika malzeme elde etmişti. Ayrıca Johnny NzouVa duyduğu dostluk ve sevgiyi de yeniden keşfetmiş sayılırdı.
Şimdi arkadaşıyla bir daha ancak uzun yıllar sonra karşılaşacakları düşüncesi hüzünlendiriyordu onu.
Johnny, bu son gün Daniel’i kahvaltıya çağırmıştı. Şimdi bir zamanlar biyoloji uzmanının olan evin tel geçirilmiş verandasında onu bekliyordu.
Daniel, verandanın aşağısında durup, etrafına, bahçeye baktı. Burası hâlâ Vicky’nin planladığı ve oluşturduğu gibiydi. Daniel, Vicky’yi uzun yıllar önce Chiwewe’ye gelin getirmişti. Yirmi yaşında, uzun sarı saçlı, yeşil gözlü, ince, neşeli bir kızdı. Daniel’den birkaç yaş küçüktü o sırada.
Vicky, o çok sevdiği bahçeye bakan ön odada ölmüştü. Sıradan bir malarya nöbeti, beyni etkileyen öldürücü bir türe dönüşmüştü. Uçakla gelen doktor daha parka ulaşmadan, genç kadın son nefesini vermişti.
Vicky’nin ölümünden hemen sonra pek garip bir şey olmuştu. Filler o güne kadar bahçeye hiç girmemişlerdi. Oysa etrafı parmaklıklarla çevrili bu yerde bol sebze ve turunçgillerden çeşitli meyve de vardı. Ama filler o gece gelmişlerdi. Hem de Vicky tam öldüğü sırada. Ve bah-
çede hiçbir şey bırakmamışlardı. Süs ağaççıkları ve gülleri bile köklerinden sökmüşlerdi. Galiba fillerin ölüme karşı psişik bir duyarlıkları vardı. Hayvanlar sanki Vicky’nin ölümünü ve Daniel’in acısını hissetmişlerdi.
Biyoloji doktoru bir daha evlenmemiş ve kısa bir süre sonra Chiwewe’yi de terk etmişti.
Vicky’nin anılarının verdiği acı yüzünden orada kalamayacağını anlamıştı. Şimdi Johnny Nzou bu evde oturuyor ve güzel bir Matabele olan karısı Maviş de bahçeyle ilgileniyordu. Daniel de başka türlü olmasını istemezdi.
Maviş o sabah geleneksel bir Matabele kahvaltısı hazırlamıştı: Mısır lapası ve ekşimiş sütten yapılmış bir tür kaymak. Amasi denilen bu kaymağı Nguni kabileleri çok severlerdi. Daha sonra Daniel’le Johnny fildişi deposuna gittiler. Tepeden inerlerken biyoloji doktoru birdenbire duraklayıp konuk kampına doğru baktı. «Bana parkın ziyaretçilere kapalı olduğunu söylemiştin.
Ama kulübelerden birinde hâlâ birileri var. Önünde de bir araba duruyor.»
Johnny, «O özel bir konuk,» diye açıkladı, «Taywan Çin Cumhuriyeti’ nin Harare Elçisi. Elçiyi vahşi hayvanlar çok ilgilendiriyor. Özellikle filler. Korunma konusunda büyük yardımları da oluyor. Bu yüzden ona bazı özel haklar tanıyoruz. Elçi, diğer turistler olmadığında gelmek istedi.
O yüzden ben de kampı açık tutuyorum.» Bir an durdu ve bağırdı. «İşte orada!»
Tepenin eteğinde üç kişi duruyordu. Daniel arkadaşıyla yeniden yürümeye başlarken, «Dün ayıklamaya yardım eden iki beyaz korucu nerede?» diye sordu.
«Onları VVankie Ulusal Parkı’ndan ödünç almıştık. Bu sabah erkenden buradan ayrıldılar.»
Gruba yaklaştıkları zaman Daniel, Taywan Elçisi’ni seçebildi. Aslında bir elçi için biraz gençti Çinli. Batılıların, bir Doğulunun yaşını tahmin etmeleri kolay değildi tabii. Ama Daniel elçinin kırk bir-kırk iki yaşlarında olduğunu düşündü. Çinli uzun boylu ve inceydi. Düz siyah saçlarını iyice yağlayıp, geniş alnından geriye doğru taramıştı. Berrak cildiyle bir hayli yakışıklıydı. Rengi biraz uçuktu. Yüz hatları atalarının saf Çinli
olmadıklarını, aileye Avrupa kanının da karışmış olduğunu açıklıyordu. Gözleri kapkaraydı ama diğer Çinlilerinki gibi çekik de değildi.
Johnny adamı büyük bir saygıyla selamladı. «Günaydın ekselans. Hava sizin için yeteri kadar sıcak mı?»
«Günaydın, müdür bey.» Elçi, iki siyah korucuyu bırakıp onların yanına geldi. «Bunu soğuğa tercih ediyorum.» Kısa kollu mavi bir gömlekle pantolon giymişti. Hem çok zarifti, hem de sıcaktan hiç etkilenmiyormuş gibi bir hali vardı.
Johnny, «Size Doktor Daniel Armstrong’u takdim edebilir miyim?» diye sordu. «Daniel, bu da Taywan elçisi Ekselans Ning Cheng Gong.»
Cheng, Daniel’in elini sıkarken sevimli bir tavırla gülümsedi. «Tanıştırılmamıza hiç gerek yok.
Doktor Armstrong ünlü biri. Kitaplarınızı okudum, doktor. Programlarınızı da izledim. Büyük bir ilgi ve zevkle.» İngilizcesi kusursuzdu. Daniel, Çinli’ye ısındığını hissetti.
«Johnny bana Afrika ekolojisiyle yakından ilgilendiğinizi söyledi. Bu ülkedeki koruma çabalarına büyük katkıda bulunmuşsunuz!»
Çinli bunu pek önemsemiyormuş gibi elini salladı, «Keşke daha fazlasını yapabilseydim.» Ama Daniel’i düşünceli bir tavırla süzüyordu. «Affedersiniz, Doktor Armstrong ama ben yılın bu mevsiminde Chwewe’de başka konuklar olacağını sanmıyordum. Bana parkın kapalı olduğu söylenmişti.»
Sesi dostçaydı ama Daniel, Cheng’in bu soruyu laf olsun diye sormadığını sezdi.
«Endişelenmeyin, ekselans. Kameramanımla bugün öğleden sonra buradan ayrılacağız. Bütün Chiwewe size kalacak.»
«Ah, lütfen beni yanlış anlamayın. Gitmenizi isteyecek kadar bencil değilim. Hatta bu kadar çabuk ayrılacağınız için üzülüyorum. Sizinle pek çok konuda tartışabilirdik.»
Daniel, Çinli’nin bu sözlerine karşın gideceğini anladığı için rahatlamış olduğunu düşündü.
Yüzünde nazik bir ifade vardı elçinin, tavırları da dostçaydı. Ama biyoloji doktoru bu kibar tavırların altında başka şeylerin gizli olduğunu sezmeye başlıyordu.
Elçi, Daniel’le Johnny’nin arasına girip onlarla birlikte fildişi deposuna doğru yürüdü. Rahat bir tavırla konuşuyordu. Sonra bir kenara çeki-
lerek hamallar ve korucuların yeni toplanmış fildişilerini depo kapısının önündeki kamyondan indirmelerini izlemeye başladı. O sırada Jock da Sony kamerasıyla gelmiş, bu sahneyi çeşitli açılardan filme alıyordu.
Üzerlerinde yeni pıhtılaşmış kanlar olan her fildişi deponun kapısında duran eski tip baskülde tartılıyordu. Johnny Nzou ise tahta bir masanın başına geçmiş, her fildişinin ağırlığını deri kaplı bir hesap defterine kaydediyordu. Sonra dişe bir numara veriyordu. Koruculardan biri de bunu çelik damgayla dişin üzerine geçiriyordu. Kaydedilen ve damgalanan bir fildişi artık yasal bir mal sayılıyordu. Böylece açık artırmada satılabiliyor ve dışarıya gönderiliyordu.
Cheng, bu işlemi büyük bir ilgiyle izliyordu. Bir çift diş, ağır ya da büyük olmamasına karşın, güzelliğiyle dikkati çekiyordu. Cheng, ilerleyip dişlerin yanında çömeldi. Onları bir âşık gibi şehvetle okşadı. «Kusursuz bunlar.» Sesi bir kedi mırıltısından farksızdı. «Doğal bir sanat eseri.»
Sonra Daniel’in kendisini süzdüğünü farkederek durakladı.
Bu aç gözlülük Daniel’de biraz tiksinti uyandırmıştı. Suratından da anlaşılıyordu tabii.
Cheng ayağa kalkıp, «Fildişi beni her zaman büyüledi,» diye açıkladı, «Her halde biz Çinlilerin bunu çok uğurlu bir madde saydığımızı biliyorsunuz. İçinde oymalı bir fildişi bulunmayan Çinli evi pek yok gibidir. Evin sahibine şans getirir fildişi. Ancak ailemin fildişine duyduğu ilginin sıradan bir batıl inançtan daha öte bir şey olduğunu da söylemeliyim. Babam çalışma hayatına fildişi yontarak başladı. Bu konuda o kadar ustaydı ki, ben doğduğum sırada babamın da Taipei ve Bangkok, Tokyo ve Hong Kong’da dükkânları vardı. Bunların hepsinde de fildişi biblolar satılıyordu. İlk anılarım fildişinin görünüşü ve ona dokunduğunuz zaman hissettiklerinizle ilgili.
Çocukken, Taipei’deki dükkânda çırak olarak çalıştım ve fildişi oymacılığını öğrendim. Ve fildişini babam gibi anlamaya, sevmeye başladım. Babamın pek büyük ve değerli bir koleksiyonu var…» Durakladı. «Affedersiniz. Bazan duygularıma kapılıyorum. Ama bunlar gerçekten çok güzel dişler. Böyle birbirinin eşi bir çift fildişi bulmak çok zordur. Babam onları görseydi kendinden geçerdi.» Fildişiler depoya götürülürken arkalarından adeta özlemle baktı.
Johnny’yle Daniel, daha sonra öğle yemeği için eve dönerlerken biyoloji doktoru, «İlginç bir tip o,» diye mırıldandı. «Ama bir fildişi yontucusunun oğlu nasıl elçi olmuş?»
Johnny güldü. «Ning Cheng Gong’un babası küçük bir aileden olabilir. Ama her zaman öyle kalmamış adam. Anladığım kadarıyla onun hâlâ dükkânları ve fildişi koleksiyonu varmış. Ama artık bunlar birer hobi halini almışlar. Taywan’ın en zengin adamlarından biri olduğu söyleniyor.
Belki de en zengini. Bunun ne demek olduğunu herhalde anlıyorsun? Duyduğuma göre Pasifik’te ve Afrika’da pek çok işte parmağı varmış. Adamın sürüyle oğlu olmuş. Cheng’in onların en küçüğü ve en zekisi olduğunu söylüyorlar. Ben ondan hoşlanıyorum. Ya sen?»
«Evet, hoş bir insana benzjyor. Ama onda bir tuhaflık da var. Fildişini okşarken yüzünde beliren ifadeyi farkettin mi? Bu biraz…» Daniel uygun bir sözcük aradı, «…anormal değil miydi?»
«Ah, siz yazarlar yok musunuz!» Johnny başını üzüntüyle salladı. «Heyecan uyandıracak bir şey bulamadınız mı, kendiniz uydurursunuz.» İki arkadaş gülmeye başladılar.
Ning Cheng Gong, yanında iki siyah korucuyla tepenin eteğinde durmuş, Daniel’le Johnny’nin arkasından bakıyordu. İki arkadaşı msasa ağaçlarının arasında gözden kayboluncaya kadar izledi.
Gomo, «Beyaz adamın burada olması hoşuma gitmiyor,» dedi. Johnny Nzou’nun yardımcısı ve Chiwewe’nin korucubaşı, «Belki işi başka zamana bırakmak daha doğru olacak.»
Cheng ona soğuk soğuk, «Beyaz adam bugün öğleden sonra gidecek,» diye açıkladı, «Ayrıca ikinize de bol para verildi. Planlar yapıldı. Artık değiştirilemez. Diğerleri yola çıktılar bile. Onları geri çeviremem.»
Gomo itiraz etti. «Ama bize paranın yarısını verdiniz.»
Cheng usulca, «Diğer yarısını işi bitirdiğiniz zaman alacaksınız,» dedi. Gomo’nun gözleri bir yılanınkinden farksızdı. Çinli ekledi. «Ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz.»
Gomo bir an sesini çıkarmadı. Bu yabancı ona gerçekten bin dolar vermişti. Oysa o bu parayı ancak altı ayda kazanıyordu. İşi bitirdikten sonra bir o kadar para daha alacaktı.
Cheng, «İşi yapacaksınız değil mi?» diye ısrar etti.
Gomo, «Evet,» dedi. «Yapacağız.»
Çinli başını salladı. «Bu gece ya da yarın akşam. Daha fazla gecikmemelisiniz. İkiniz de hazır olun.»
Gomo, «Hazır olacağız,» diye söz vererek cipine bindi. Öteki siyah korucu taşıta atlamıştı bile.
iki zenci uzaklaştılar.
Elçi de boş ziyaretçi kampındaki kulübesine döndü. Buzdolabından soğuk bir içki alıp tel geçirilmiş verandaya çıktı. Orada oturdu, günün bu en sıcak saatlerinin geçmesini beklemeye başladı.
Sinirli ve huzursuzdu. Kalbinin derinliklerinde plan konusunda o da Gomo kadar endişeliydi.
Aslında her olasılığı göz önüne almış ve hazırlıklarını da ona göre yapmıştı. Ama her zaman beklenmedik bir şey olabilirdi. Armstrong’un orada olması gibi bir şey…
Cheng ilk kez bu büyüklükte bir işe girişiyordu. Üstelik kendi başına karar vermişti. Tabii babası daha önemsiz olan diğer malların nasıl ele geçirildiğini biliyor, takdir de ediyordu. Ama bu kez tehlike çok daha büyüktü. Elde edilecek hazineyle aynı orantılıydı. Cheng başarılı olursa, babası ona saygı duyacaktı. Çinli için bu, maddi kazançtan çok daha önemliydi. O ailenin en küçük oğluydu ve babasına kendisini sevdirmek için daha fazla çabalaması gerekiyordu. Bu nedenle bile başarısızlığa uğramamalıydı.
Cheng, Harare’deki Elçilikte geçirdiği yıllar boyunca yasak fildişi ve gergedan boynuzu ticaretinde kendisine sağlam bir yer yapmıştı. Her şey bir ziyafette orta derecede bir bürokratın diplomatik dokunulmazlık ve kurye servisinden kayıtsızca söz etmesiyle başlamıştı. Babasının iş konusunda iyi eğittiği Cheng adamın nabız yokladığını hemen anlamıştı. Ve adamı cesaretlendirecek bir cevap da vermişti. Ama üstü kapalı bir biçimde…
Ondan sonraki hafta inceden inceye pazarlık yapılmıştı. Sonra Cheng’i daha yüksek mevkideki bir bürokratla golf oynamaya çağırmışlardı. Şoförü elçinin Mercedes’ini golf kulübünün arkasındaki parka bırakmıştı. Çinli aslında iyi bir golf oyuncusuydu ama o gün bürokratın kendisini yenmesine izin vermişti. Ve böylece herkesin önünde ona üç
bin dolar ödemişti. Maçı kaybettiği için güya. Eve döndüğü zaman da arabanın bagajına hasırların arasına yerleştirilmiş altı iri gergedan boynuzunun konulmuş olduğunu görmüştü.
Çinli bunu kuryeyle Taipei’ye yollamıştı. Boynuzlar babasının Hong Kong’taki dükkânında altmış bin dolara satılmıştı. Babası bu alış verişten pek memnun kalmış ve Cheng’e takdir dolu uzun bir mektup yazmıştı. Fildişine duyduğu büyük sevgi ve derin ilgiyi hatırlatmayı da unutmamıştı.
Cheng etrafa usulca yalnız gergedan boynuzu değil, fildişinden de iyi anladığı haberini yaymıştı.
İzinsiz fil avlayanlar da çok geçmeden yeni bir alıcı olduğunu öğrenmişlerdi.
Cheng’e bir iki ay sonra bir Sih iş adamı yanaşmıştı. Adam güya Taywanlı’ların Malawi Gölü’ndeki balıkçılıkla ilgili çalışmalara yatırım yapmalarını istiyordu. Çinliyle Sih’in ilk görüşmeleri çok iyi gitti. Cheng, Chetti Singh’in verdiği rakamları beğendi ve bunları Taipei’ye, babasına bildirdi. Babası da tahminlerden memnun kalmıştı. Chetti Singh’le birlikte iş yapmaya razı oldu. Belgeler elçilikte imzalandığı zaman Cheng, Sih’i akşam yemeğine davet etti.
Chetti Singh yemek sırasında bir ara, «Saygıdeğer babanızın güzel fildişini çok sevdiğini duydum,» dedi. «Ona duyduğum saygıyı belirtmek için kendisine devamlı fildişi gönderilmesini sağlayabilirim. Sizin babanıza bürokrasiyle fazla uğraşmadan bazı şeyler gönderebileceğinizden eminim. Ama yazık ki fildişileri damgalı olmayacak.»
Cheng, «Kırtasiyecilikten hiç hoşlanmam zaten,» diye cevap verdi.
Çinli çok geçmeden Chetti Singh’in, hâlâ sağlıklı gergedan ve fil sürüleri olan Afrika ülkelerinin hepsinde iş yapan bir şebekenin başı olduğunu anladı. Adam Botswana, Angola, Zambiya, Tanzanya ve Mozambik’ten beyaz altın ve boynuzları topluyordu. Chetti Singh, örgütünün her birimini kontrolü altında tutuyordu. Sözünün geçtiği ülkelerdeki Ulusal Parklara devamlı baskın yapan silahlı çetelerde görev alacak kimseleri bile kendisi seçiyordu.
Sih, başlangıçta Cheng’i de müşterilerinden biri sayıyordu. Ama Malawi Gölü’ndeki ortak oldukları iş kazanç getirmeye başladığı zaman
“1
ilişkileri de değişti. Gölden her hafta tonlarla kapenta balığı çıkarıyor, kurutarak Doğu’ya ihraç ediyorlardı. İki adam artık birbirlerine daha fazla güveniyor ve dostça davranıyorlardı. Sonunda Chetti Singh, Cheng’le babasına fildişi ticaretinde ortaklık önerisinde bulundu. Tabii operasyonları geliştirmek için bol para istiyordu. Baba-oğula hisse vermek için de öyle. İstediği para hemen hemen bir milyon dolardı. Cheng, babası adına pazarlık ederek bu rakamı yarıya indirmeyi başardı.
Çinli, Sih’le ortak olduktan sonra operasyonun ne kadar geniş bir alanı kapsadığını da anladı.
Chetti Singh hâlâ fil sürüleri bulunan her ülkede, hükümette kendisine suç ortakları bulmuştu.
Adamlarından bazıları bakandı. Önemli Ulusal Parklarda çalışan bazı kimseleri de parayla tutmuştu. Bunlardan bazıları iz sürücü ya da korucuydular. Ama Sih, bazı parkların genel müdürlerini de emri altına almıştı. O sürüleri korumakla görevli olan insanları…
Bu ortaklık öylesine kazançlıydı ki, Cheng’in elçi olarak görev süresi dolduğu zaman, babası Taywan hükümetindeki dostlarının yardımıyla bu süreyi uzattırdı.
O zamana kadar Cheng’in babasıyla ağabeyleri Afrika’nın yatırım konusunda pek çok fırsat sağladığını öğrenmişlerdi. Küçük ama kazançlı balık ihracatı ve sonra da fildişi ortaklığıyla işe başlamışlardı. Şimdi kara kıta, aileyi daha çok çekiyordu. Cheng’in de, babasının da ırk ayrımına aldırdıkları yoktu. Bu yüzden Güney Afrika’ya önemli yatırımlar yapmaya başladılar. Bütün dünyanın Güney Afrika’yı kınaması ve ekonomik yaptırımlar yüzünden, toprak ve diğer değerli malların fiyatları iyice düşmüştü. Aklı başında hiçbir iş adamı bu fırsatı kaçırmazdı.
Cheng, sık sık Taipei’ye gidip geliyordu. Bir seferin de babasına, «Şerefli ve saygı değer atam,»
dedi. «On yıl sonra beyazların yönetimi ve ırk ayrımı kıtadan silinmiş olacak. O zaman Güney Afrika’da fiyatlar iyice yükselerek gerçek düzeylerini bulacaklar.»
Baba-oğul on binlerce dönüm büyüklüğünde çiftlikleri kapatmaya başladılar. Taipei’de üç odalı bir kata verilen para karşılığı hem de. Hükümetlerinin siyaseti yüzünden Afrika’dan çekilmek zorunda kalan
Amerikalı’lardan iş hanları, fabrikalar ve alış veriş merkezleri aldılar. Bir dolara karşılık beş-on sent veriyorlardı.
Ancak Cheng’in Hong Kong’taki yarış kulübünün de yöneticisi olan babası, bütün parasını bir tek ata oynayacak kadar kurnaz biriydi. Baba-oğul başka Afrika ülkelerine de yatırımlar yaptılar.
Namibya’nın bağımsızlığı konusunda Güney Afrika, Küba, Angola ve Amerika yeni anlaşmaya varmışlardı. Aile bu ülkeyi de ihmal etmedi. VVİndhoek’te mülk aldı. Balık avlama ve madencilik imtiyazları elde etti. Cheng, Chetti Singh sayesinde Zambiya, Zaire, Kenya ve Tanzanya’da bakanlarla tanıştı. Bu insanlar uygun pajşlar karşılığında, Taywan’ın ülkelerine yatırımlar yapmasını iyi karşılayacaklardı. Cheng’in babası istenilen paranın uygun olduğunu düşündü.
Ancak, bütün bu önemli yatırımlara rağmen Cheng’in babası duyguları nedeniyle, kara kıtanın ilk kez ilgisini çekmesine neden olan o fildişi işiyle ilgileniyordu hâlâ. Cheng’le son buluşmalarında babasının onu kutsaması için önünde diz çöktüğü zaman yaşlı adam, «Oğlum,»
dedi. «Afrika’ya döndüğüm zaman çok sayıda kaydedilmiş ve damgalanmış fildişi bulursan pek memnun olacağım.»
«Saygıdeğer babacığım, yasal fildişinin tek kaynağı resmi açık artırmalar…» Cheng sonra babasının yüzündeki aşağılayıcı ifadeyi farkederek durakladı.
Yaşlı adam öfkeyle, ıslık çalar gibi, «Resmi açık artırmalardan satın alınan fildişi fazla kazanç getirmiyor,» diye cevap verdi. «Bundan daha akıllıca konuşacağını umuyordum, oğlum.»
Babasının bu sözleri Cheng’i çok yaraladı.
Ve elçi ilk fırsatta Chetti Singh’le de konuştu.
Sin, düşünceli bir tavırla sakalını sıvazladı. Yakışıklı bir adamdı. Bembeyaz sarığı onu daha uzun boylu gösteriyordu. «Kayıtlı fildişilerin bir tek kaynağı var. O da hükümet depoları.»
previous post
next post