FIRTINA-İlya Ehrenburg

İLYA GRİGORYEVİÇ EHRENBURG1
Ünlü Sovyet yazarı, gazeteci ve eylem adamı, SSCB 3. ve 4. dönem milletvekili. Kiev’de bir Yahudi ailesinin oğlu olarak dünyaya geldi. Devrim olaylarına ilgi duyarak 1905-’07 yıllarında Bolşevik yeraltı örgütlerinin çalışmalarına katıldı. 1908 yılında tutuklandı. Aynı yıl Fransa’ya iltica etti. 1910 yılında Paris’te dekadan etkilerin görüldüğü bir şiir kitabı çıktı. 1914-1917 yıllarında Rusya Sabahı gazetesinin muhabiriydi. 1917 yılı Martında Rusya’ya döndü. 1921 yılından başlayarak Paris’te yaşamaya başladı ve bu arada Sovyet basınına geniş hizmetlerde bulundu. 1923 yılından başlayarak da İzvestiya’nın muhabirliğini yaptı. 1930 yılından sonra sürekli olarak SSCB’de yaşadı.
Ehrenburg uzun ve karmaşık bir sanat yolu izlemiştir. Estetik fikirlerindeki çeşitli sallantılar ve çelişkilerden sonra, sanatta gerçekçiliğin geniş yoluna kavuşan yazar, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’ni izleyen ilk yıllardaki dünya görüşünü “Rusya Üzerine Yakarışlar” (1918), “Ölüm Saatine” (1919), “Öngünler, 1915-21 Yılları Şiirleri” (1921), “Düşünceler” (1921), “Yurtdışı Düşünceleri” (1922) gibi şiir kitaplarında dile getirmiştir. Hayatla sanat arasındaki ilişkiyi saptamak isteyen ve “yapıcı sanat” anlayışına gelen Ehrenburg’un eserlerinde kapitalist toplumun son derece sert eleştirisiyle, devrime ve insanlığın geleceğine ilişkin şüphecilik birbiriyle birleşmiş durumdadır (“Julio Jurenito’nun Olağanüstü Serüvenleri”, 1922; “D.E. Tröstü ya da Avrupa’nın Yokoluş Tarihi”, 1923). Bu dönemdeki bazı eserlerinin temelinde, devrimci gerçekçilik ve hümanizm arasındaki çelişkiler yatar (“Nikolay Krubov’un Yaşayışı ve Mahvoluşu”, 1923; “Jann Ney’in Aşkı”, 1924).
NEP döneminin sakatlıklarını, “Yağmacı” (1925), “Gideğen Ara Sokak” adlı eserlerinde anlatmıştır.
“On Üç Pipo” (1923) başlıklı öykü kitabında Ehrenburg gerçek kahramanını, kapitalist toplum yapısının mahvolmaya mahkûm ettiği basit insanı bulur ve uzlaşmaz sınıfsal çelişkiler üzerine eğilir (“Komünarcının Piposu” ve ötekiler).
Avrupa ülkelerine yaptığı sayısız geziler, Ehrenburg’un çeşitli gazete yazılarında, politik hicivlerinde dile getirilmiştir (“Beyaz Kömür ya da Verther’in Gözyaşları”, 1928; “Zamanın Vizesi”, 1931; “Yazılar. İngiltere”, 1931; “İspanya”, 1932, “Benim Paris’im”, 1933; “Uzayan Son”, 1934; “Avusturya’da İç savaş”, 1934; “Yaşadığımız Günlerin Kronikası”, 1935; “Gecenin Sınırları”, 1936; “10 Beygir Gücü”, 1929; “Zorunlu Ekmek”, 1933).
Ehrenburg’un 30’lu yıllardaki gazeteciliğinde, iki dünya ve sosyalizmin kaçınılmazlığı temalarını işlediği görülür. Kapitalist dünyada olup itenleri git gide daha bir bilinçle kavrayan Ehrenburg’un dünya görüşünün oluşmasında tüm Sovyetler Birliği’ni kapsayan gezisinin büyük rolü olmuştur. “İkinci Gün” (1934), “Soluk Soluğa” (1935) ve “Yetişkinler İçin Kitap” (1936) gibi eserlerinde Sovyet gerçeği bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilmiştir.
Yiğit İspanyol halkının özgürlük savaşı verdiği 1936-’37 yıllarında İspanya’da ve Hitler Almanya’sına karşı savaşım verildiği 1939 yılında Paris’te Ehrenburg birçok gazete yazısı, uzun öykü, şiir, roman yayımladı: “İnsana Ne Gerek” (1937), “Ateşkes İçinde” (1937), “İspanyol Dayanıklılığı” (1938), “Bağlılık (İspanya-Paris) “(1941). Burjuva hükümeti tarafından Nazilere satılan Fransız halkının trajedisi, 26 dünya diline çevrilen ünlü “Paris Düşerken” romanında yansısını buldu (1941-’42, Stalin Ödülü: 1942).
Büyük Anayurt Savaşı’nın ilk yıllarından başlayarak Ehrenburg, savaş muhabiri olarak cephede bulundu ve Anayurt sevgisiyle, faşizme karşı öfkeyle dolu ateşli yazılar yayımladı. Pravda’nın, Kızıl Yıldız’ın sayfalarında yeralan bu yazılar, radyolarda, yayımlandı ve dünya dillerine çevrilerek çeşitli gazetelerde yer aldı. Savaş yıllarında Ehrenburg 1000 dolayında makale yazdı. Bunlardan bir bölümü “Savaş” adı altında üç cilt halinde yayımlandı (1942-’44). “Savaş Üzerine Şiirler”de aynı yıl yayımlandı.
Savaş öncesi ve savaş yıllarını kapsayan “Fırtına” adlı romanında (1947, Stalin ödülü: 1948), tarihi olayların geniş bir tablosu çizilmiş, Sovyet halkının birliği, sıradan insanların yiğitliği ve Avrupa’da, faşistinden, direniş kahramanlarına kadar çeşitli sosyal gruplardan kişilerin çok boyutlu karakterleri verilmiştir.
Avrupa ve Amerika’nın savaş sonrası yaşayışını anlatan “Dipten Gelen Dalga” (ya da orijinal adıyla “Dokuzuncu Dalga” (1951-1952) adlı romanı barış için savaşa adanmıştır. “Fırtına”nın devamı olan bu roman, kapitalist dünyada ilerici gerici güçlerin birbirlerinden ayrılışları sürecini ele almıştır. Dinmiş gibi görünen fırtına içten içe kıpırtılarla varlığını sürdürmekte ve okyanusun ötesinde, yeni fırtınalar yaratma planları tezgâhlanmaktadır. Ancak yeni bir fırtınanın hazırlığını yapanlar artık rüzgârlara yön verememektedirler. Bu roman, “Paris Düşerken” ve “Fırtına”yla birlikte dev bir “nehir roman”ı oluşturmakta ve savaş öncesi, savaş ve savaş sonrasının Avrupa, Sovyetler Birliği ve Amerika’sını en ilginç çizgileriyle gözler önüne sermektedir.
Yazarın anlatısıyla birbirine karışmış iç monologlar ve aforizmalı konuşmalar Ehrenburg’un üslubunun başlıca özelliğidir. Satirle lirizmi büyük bir başarıyla iç içe verebilen Ehrenburg, sanat üzerine görüşlerini başlıca olarak “Yazarın Rolü” (1943), “Sanatın Rolü” (1943), “Yazarın Çalışması Üzerine” (1953) adlı eserlerinde açıklamıştır.
Yazarın “Alandaki Aslan” (1948) adlı, konusunu Fransa’nın savaş sonrası yaşayışından alan bir de oyunu vardır.
Savaş sonrası yıllarda “Dünya Barış Konseyi” başkan yardımcılığı da yapan Ehrenburg halkların barış savaşımlarına aktif olarak katılmıştır. Paris, Bröslav, Varşova, Viyana, Helsinki uluslararası kongrelerinde de konuşmalar yapan Ehrenburg, halkların dostluğunu ve halklararası kültürel ilişkilerin geliştirilmesinin zorunluluğunu savunmuş ve ABD, Şili, Çin, Hindistan ve Asya-Avrupa ve Amerika’nın başka birçok ülkesine çeşitli ziyaretlerde bulunmuştur. 1952 yılında, halklararası dostluğun geliştirilmesi konusunda gösterdiği çabalarından ötürü Lenin ödülüyle onurlandırılmıştır.
Ehrenburg’un eserleri SSCB’nde (1957 yılına göre) 8,8 milyon adet basılmış, 30 dile çevrilmişti

—Sergey Petroviç, demişti Şvestov, Vlakhov’a, pek sizin işiniz değil ama Roche Ainé müessesesiyle hemen ilgilenmenizi istiyorum. Lancier ile enine boyuna konuşmak gerek. İşin içinde iş var: Önceleri bizi sıkıştırıyordu, şimdi ağırdan alıyor.
Vlakhov yeni gelmişti: Paris’e ayak basalı daha dört ay oluyordu ama, mükemmel bir Fransızcası vardı. Arkadaşları, bu kadar güzel konuşmasına şaştıklarında güler, “Ne şaşıyorsunuz, ben Parisliyim…” derdi. Annesiyle babası Paris’te uzun yıllar yaşamıştı; orada tanışmış, orada evlenmişlerdi. İhtilâlden sonra Moskova’ya dönmüşlerdi. O sıra Sergey yedi yaşındaydı.
Nina Georgiyevna, oğlunun Fransızcayı unutmasını istemez, sık sık onunla bu dili konuşurdu. Sebebini pek bilmeden, en büyük çocuğunun şair olacağına inanmıştı. Sergey bir sürü şeyle ilgiliydi. Yolculuk, makine yapımı, tiyatro. Ama şiir yazmıyordu. Yine de onda şair ruhu vardı; büyük bir şevkle çalışır, çabuk etkilenir, bir çırpıda dostluk bağları kurup, aynı çabuklukla bu bağları koparırdı. Başkalarının fark etmediklerine hayranlık duyar, herkesin doğal bulduğunu benimsemezdi. İhtirası olmadığından dikkati çekmeyi düşünmez, yine de, bulunduğu çevre ne olursa olsun herkesin bakışlarını üzerinde toplardı. Büyüme çağında, Nina Georgiyevna alay olsun diye ona: “Benim küçük Fransızım” derdi. Gerçekten, annesine gençliğinin kentini hatırlatan bir yanı vardı. Ama Fransızların, atılganlık ve parlaklıkları ardında gizli o iç sükûneti yoktu Sergey’de. Çoğu kere düşünmeden hareket eder, bir uçtan öbürüne atılırdı; haklı olarak bu hafifliği yüzüne vurulur, hataları onu gerçekten üzer, kendine hoşgörüyle davranmayı pek bilmezdi. Yirmi sekiz yaşına gelmiş, yeni yetmeliğin saflığıyla bağnazlığından kurtulamamıştı. Hayatının en romantik çağı, toprakların kamulaştırılmasına rastladı. O sıralar uzun saçlı bir Komsomoldu. Ukrayna’ya gönderildi, sesi kısılana dek konuştu, eğri büğrü yolları aştı, akıl almaz rakamlar düşledi, çoğu kere somununu ikiye bölüp başkalarıyla paylaştı. Dirseğinin biraz üzerindeki yara izi o çağlardan kalmaydı; bir sonbahar akşamı üzerine ateş etmişlerdi. Derken üniversite yılları geldi çattı; ama orada da rahat nedir bilmedi, herkesin acelesi vardı. Hemen ardından Kuznetsk yeraltı sığınakları, beline kadar çamura gömülme; kazılar, bitlenme, düşsüz deliksiz bir uyku ve düş görmeyi andıran bir uyanıklık, tasarılarındaki gözü peklik, insan acılarının çeşitliliği ve şiddetiyle azgın çalılar gibi stepin ortasında bitiveren kentler…
Sergey, kalın saç örgüsü başına sarılı, ciddi ve okşayan bakışlarıyla hem bir Turgenyev kahramanını, hem Sophia Perovskaya’nın2 yoldaşını andıran bir genç kız fotoğrafını özene bezene saklamıştı. Bu fotoğraf, Nina Georgiyevna’nın cezaevinden çıktığı sıralardan kalmaydı. Yeraltı çalışmalarında yüreklilik, sarsılmaz bir bağlılık göstermişti annesi. Sonra başka güçlüklere karşı koyması, başta kocasına bakması, çocuklarını yetiştirmesi gerekmişti. Kocası iktisatçıydı, soyut bir dünyası vardı. Hayat, onun gözünde uyumlu bir yapıydı. Rastlantıyla karşısına çıkan bir şey yüksek ilkelerine aykırı geldi mi şaşırırdı. “Ölçtük biçtik, elimizden geleni yaptık,” derdi. “Ya gençler bizim biçtiklerimizi nasıl dikiyorlar? Gösteriş için, üstünkörü!” Veremden ölmüştü, on beş yıl oluyordu öleli. Çocuklarını büyütmek için Nina Georgiyevna’nın çok çalışması gerekmişti. O sıralar ortanca oğlu Vassia on bir, kızı Olga altı yaşındaydı. Nina Georgiyevna, Enstitüde ve bir okulda Fransızca dersleri veriyor, geceleri çeviri yapıyordu.
Nina Georgiyevna’nın hayatında acılı bir yan yoktu. Kocasıyla dırıltısız yaşamışlardı. İşini seviyordu; ama hayatında tam bir doygunluk nedir bilmemişti. Elli üç yaşındaydı, hâlâ hayalcilikten vazgeçmemişti. Sergey hem oğlu, hem arkadaşıydı; konuşabiliyordu onunla. Vassia çok katı bir yaradılıştaydı, kızı Olga’nın hesaplılığı ise onu ürkütüyordu. Sergey’de kendi gizli eğilimlerini buluyordu. Hayatında kocasını kıskanmayan bu kadın, Sergey’in, genç ve beyinsiz bir kadına aşık olup annesinden kopacağı günleri kuşkuyla düşünüyordu. Oğlunun kaçamak taşkınlıkları patlamayan bir fırtına gibi iz bırakmadan geçtiğinde seviniyordu.
Sergey’i, Paris’e yollayacaklarını duyduğunda çok heyecanlandı. Hayatının en güzel yıllarını geçirdiği kent, onları birbirlerine daha çok yaklaştıracaktı; yine de belli belirsiz… Paris’i kıskanıyordu… Oğluyla vedalaşırken: “Montsouris Parkı’nda, gölün kıyısında, çınar ağacının altında, girişten hemen sonraki ikinci bankı görmeden dönme,” demişti. “Yeni tanıştığımız sıralar babanla sık sık orada otururduk.”
Sergey, gülmemek için kendini güç tuttu: Annesi, anlattığı olayın üzerinden otuz yıl geçtiğini unutuyordu.
Paris’e geldiğinde şaşkınlıktan bir türlü kurtulamadı: Kent, tıpkı annesinin anlattığı gibi, önünde uzanıyordu. Bank her zamanki yerinde olmalıydı. Sergey kısacık hayatında o kadar şey görmüş, o kadar deneyden geçmişti ki rahat bir hayatın varlığını aklına bile getiremiyordu. Daha kısa bir süre önce, Gorki Sokağı’nda, koca koca evlerin yer değiştirdiklerini görmüştü. Burada ise bir adamın yer değiştirmesini düşünmek bile güçtü. Asırlık kadınlar, ayaklarında terlikler, banklara oturmuşlardı. Ya şu monokl takan adam Maupassant’ın anlattığı kişi değil mi?.. İnsanlarla eşyalar çok alışılmış, giderek inanılmaz geliyordu ona… Zorlu yılların Moskova’sından, saçında beyaz teller, güç beğenen ve kuşku dolu bir insan olarak gelmişti Paris’e. Moskova, yakınlaşan bir fırtınanın bilincinde yaşıyordu. Paris halkı ise, komşusu Madrid’in ağır ağır can çekişmesine bile aldırmıyordu. Oysa Moskovalılar, buzlu ve fırtınalı bir havada, ses çıkarmadan Puşkin Alanı’ndaki İspanya haritası önüne yığılıyorlardı. Bu suskunluğun ardında kuşku, kızgınlık ve inanç seziliyordu. Gürültülü duruşmalar birbirini izlemişti: Vatan hainliği suçundan pek çok kişi yargılanıyordu; duruşma zabıtları Alman tümenlerinin Viyana sokaklarında tepinmelerine, Barcelona’nın iniltilerine, perde arkası pazarlıklarına ve askeri manevralara karışıyordu. Ardından Münih3 geldi… Moskovalılar büyük bir gerilim ve tedirginlik içinde geçirdiler o yılları; son yaklaşıyordu. Sergey, Moskova’nın kasvetli gecelerinden sonra, birden panayır yerindeki atlıkarıncalar gibi dönen, uçuşan, gözleri rahatsız edecek kadar parıltılı sersemletici bir hayatın tanığı oluverdi. Kent, bir düğün evi gibi pırıl pırıldı. İnsanlar, ölümün pencerelerinin altına kadar geldiğini fark etmemişlerdi sanki. Her zamanki gibi, balıkçılar Sen kıyılarında uyukluyor, Horacius4 hayranları, sahafların altını üstüne getiriyor, sokak köşelerinde şarkıcılar, Kiki’nin dayanılmaz, herkese hoş gelen aşkını dile getiriyorlardı. Sergey şaşkındı: Gerçekten 1939 yılında mıyız? Pireneler’in ötesinde yıkıntı ve mezardan başka şey kalmadığı gerçek mi? Ölüme mahkûm Prag’ın can çekişip dostlarını yardıma çağırdığı, Ren kıyılarına topların yerleştirildiği doğru mu? Belki Paris aklını kaçırmıştır? Belki saati kurmayı, ya da uzun süreden beri takvimin yapraklarını koparmayı unutmuştur? Belki, yakındaki kahvelerden dağınık saçlı bir konuşmacı fırlayacak Bade dükalığının romantiklerine, Saint-Antoine Mahallesi işçileriyle birlikte özgürlük ağacını dikmeyi önerecekti. Belki Hitler, işsiz güçsüz beş on karikatüristin uydurmasıdır?
Sonra çevresine bakındı Sergey; görünürdeki kayıtsızlığın ardında bir hüzün sezdi. Kentin neşesinin ardında sanki bir acılık vardı. Güldürmek için söylenen sözlerde, şarkı nakaratlarında, aşıkların mırıltısında bile sonu belirsiz bir yolculuğun hazırlıkları seziliyordu. Paris ateşler içinde uyukluyor, doyasıya uyumak istiyordu… Sonra ne olacaksa olsundu!..
Kent Sergey’i her gün biraz daha çekiyordu; sisli ve esrarlı Sen Nehrine, bir gri-maviye, bir eflatuna dönüşen, sık sık yağmurun ıslattığı, binlerce titrek ışığı yansıtan kaldırımlara aşık olmuştu; daracık sokakların serinliğini, deniz kıyısının ıslaklığını andıran rutubetini, çiçek bolluğunu, yığınların yaslı neşesini seviyordu; gece gündüz, çeşitli ülkelerden gelen turist kafilelerinin gezdiği eşsiz, pırıl pırıl kentin değil, her günkü tekdüze, alışılmış ve olağanüstü Paris’in aşığıydı.
İşinden arta kalan epey boş zamanı vardı; bu boş zamanlarında uzun uzun sokaklarda dolaşıyordu; işinin gereği de fabrikaları gezdiği, çeşitli insanlar gördüğü, ruh dehlizlerine girdiği, terbiyeli Paris sosyetesinin gerçek yüzünü gözlediği oluyordu. Pek çok şeye isyan ediyordu; kaderin insanları ayırdığını seziyor, bu insanların anlayamayacağı, değişik bir hayatı içten özlüyordu.
Kolay parlayan, güvenli Sergey, birkaç yıldır içine kapanmış, karamsarlaşmıştı neredeyse. Kendisine hepten yabancı, hatta düşman insanlara rastladığı da oluyordu. Nina Georgiyevna’ya yazdığı mektuplarda: “İstersen inan, ama gerçek bir diplomat oldum” diyordu. “İçimden tokat atmak gelirken gülümsüyorum. Asılması gerekenlerin şerefine kadeh kaldırıyorum. Aramadığın kadar pislik var. Ama kent o kadar güzel ki, üstelik bu halkı seviyorum…”
Elli yaşlarında bir adam, Sergey’in çalışma odasına girdi. Eski bir artisti andıran, güzel ama pörsümüş bir yüzü vardı. Lancier durakladı, sonra utana sıkıla gülümseyip:
— Bize kızmayın, dedi, Roche Ainé müessesesi birtakım değişiklikler geçiriyor; yine de, durumu düzeltmek için gerekli bütün tedbirleri alacağım.
İki gün sonra tekrar görüştüler. Lancier tıka basa yemiş, bir şişe de Bourgogne şarabı devirmişti. Birden, geçmiş günleri hatırlayıverdi:
— Öğrenciliğim sırasında Rus mültecileriyle dost olmuştum. Çok sevimli insanlardı. Bir gece beni de çağırdılar. Lunaçarski’yi, sonra adını söylemekte çok güçlük çektiğim bir heykeltıraşı gördüm…
Sergey, konuşmayı siparişlere getirmek için boşuna çabaladı. Lancier kızdı:
— Beni işadamı mı sanıyorsunuz? Şimdiki durumum bir rastlantı, eski çılgınlıkların aklı başında bir ürünü. Şair olmak isterdim hep; şiirler yazdım, derken…
Sergey’in yüzü gölgelendi; Lancier mırıldandı:
— Özür dilerim, belki de fazlaca kendimden geçtim…
Sergey tatlı tatlı gülümsemeye başlamıştı bile:
— Demek şiirden hoşlanıyorsunuz… Memnun oldum. Fransız şiirini bilen biriyle tanışmayı isterdim hep.
Bu konuşmanın ardından, Lancier’nin davetini geri çevirmek çok güçtü: Bay Vlakhov perşembe günü mutlaka gelmeliydi; sanat denen şeyden pek eser kalmadıysa da gelenler arasında birkaç da sanatçı bulunacaktı. Gerçek sanatçıların yaşadığı çağlar geride kalmıştı. Hem Lancier, Rus konuğunu ailesine tanıştırmayı pek isterdi.
— Birbirimizi daha iyi tanımalıyız. Halklarımız, aşağı yukarı müttefik sayılmaz mı? Ortağım yarı Rus yarı Fransızdır; daha doğrusu şimdi Fransız uyruğundadır ama aslen Kievlidir. Leo Alpert adında, çok iyi bir mühendistir. İhtilâlden önce, daha çocukken ülkenizden ayrılmış ama Rusçayı unutmamış. Şu sıra Paris’te bulunmayışına çok üzüldüm. Müessesem sekiz yıldır Ruslarla çalışıyor, bir gün bile birbirimizden şikayetimiz olmadı. Bay Petrenko sık sık evime gelirdi, şimdi Moskova’da. Bay Şvetsov önemli bir görev aldığını söyledi. Ne olursunuz, bana bir haftalık bir süre tanıyın, bir yenilenme söz konusu. Müessesede birtakım değişiklikler yapılması gerekli.
Maurice Lancier, Paris sosyetesinin kendine özgü temsilcilerinden biriydi. Roche Ainé müessesesinin adını pek az kişi duymuştu ama herkes Lancier’yi tanırdı; tiyatroların gala gecelerini, sergilerin açılışını hiç kaçırmazdı. Sanat aşığıydı, La Corbeille adlı köşkü bir taşra müzesini andırıyordu: Zenci tanrıların heykelleri, eski tabancalar, porselen eşya dolu vitrinler evin her yanını kaplamıştı. Lancier gösterişli bir hayat yaşar, Corbeille’de büyük şölenler verirdi. Evinde gerçeküstücü sanatçılar ve profesörlere rastlanır, bir senatör sık sık salonlarında görülürdü. Lancier kır hayatının güzelliklerini yüceltmekten hoşlanır ama sayfiyenin yalnızlığında sıkılırdı. Kentin ışıkları, dostlar ve tartışmalar gerekliydi ona. Seksen kilo geliyordu, yine de aile doktoru Morillot ona “İki ayaklı kelebek” adını takmaktan kendini alamamıştı.
Taşralı basit bir çerçinin oğlu olan Maurice Lancier genç yaşında, sakin Niort kentinden Paris’e gelmişti; babası onun önemli biri olmasını istiyordu. Teknik üniversitenin giriş sınavını kazandı, öğrenimini de iyi kötü tamamladı. Boş zamanlarında şiirle uğraşıyordu.
Çok geniş kenarlı bir şapka giyer, kravattan hoşlanmadığı için boynuna bir Türk atkısı sarardı. Giyim kuşamı için babasının gönderdiği parayla Hermes’in Yoncası adlı derginin ilk ve son sayısını bastırmıştı. Lancier’nin şiirinden başka, dergide sonradan büyük bir pamuk ithalatçısı olan genç bir anarşistin yazısı da vardır. Kızlar Maurice’den hoşlanırlardı; ama utangaç yaradılışlı Maurice, dizlerden ve kaçamak öpücüklerden ileri gitmezdi.
Sanat ve sanatçılara hayran Madame Lefort adlı tanınmış bir kadının evindeki baloda, sanayici Roche’un kızıyla tanıştı. Marceline’in güzel olduğu söylenemezdi; bununla birlikte içtenliğin, benzerine az rastlanan bir kız oluşunun sevimliliği vardı üzerinde. Babasının ilişkilerinden, aile bağlarından, yaşıtlarının servet önünde secdeye varışından tiksiniyordu; tek başına, bir düşler dünyasında yaşıyordu. Yüzeyde bile kalsa, içten gelen hayal gücü, şiir sevgisi ve para karşısındaki kayıtsızlığıyla Lancier onu etkiledi; sonunda Lancier’yi sevdi. Roche bu evlenmeye karşı çıkmakta kararlıydı; öğüt ve lanetlemelerle yetinmeyip Marceline’i yazlık köşküne kapadı. Az sonra, gece yarısı, şapkasız, saçları darmadağınık, sırtında başkasına ait upuzun bir elbiseyle Marceline, Maurice’in basit odasına dalıverdi. Genç adam hem sevindi, hem ürktü: Genç kızı öptü, öperken de babaevine dönmesini öğütledi. Duygulu ama iradesiz bir adamdı. İkisi adına karar vermeyi Marceline üstüne aldı; elbisesini bir çiviye astı ve Maurice’in odasından çıkmadı. Ertesi sabah bütün hayatı boyunca aynı şeyi yapmaya alışkın kişiler gibi, gitti ekmeği ve sütü aldı. Bir tek kızı olduğundan, Roche, sonunda boyun eğdi. Hele karısı yakında büyükbaba olacağını haber verince, yumuşayan ihtiyar “haşarı kızı”yla barıştı.
Okulu bitiren Lancier, kayınpederinin fabrikasında çalışmaya başladı; bir daha şiir yazmadı, yavaş yavaş iş hayatına alıştı. Bir yıl sonra savaş patladı. Lancier yüreksizdi; ama kayınpederinden, dedikodudan ve müşterilerden çekiniyordu. Her şeye rağmen kötü savaşmadı, harp nişanını aldı. Savaş onda büyük bir anı bırakmıştı; çamuru, biti, Alman bombalarının ıslıklarını, hatta arkadaşlarının ölümünü bile unutmuştu; belleğinden silinmeyen tek şey, alayının Lille’e girdiği sıra yaşadığı o güzel anlardı; genç kızların çiçek attığı, askerleri öptüğü anlar; La Presse’te çıkan, Kahraman Çavuş Maurice Lancier’nin portresi, saldırıdan bir çeyrek önce tarla kuşunun ötüşü… Lancier’ye göre, yeni bir savaşın patlaması olanaksızdı. Aynı şekilde, artık kimsenin şiir yazamayacağına, delice aşık olamayacağına inanıyor, bütün yaşadıklarının bir daha geri gelmeyeceğini sanıyordu.
Ateşkesten kısa süre sonra Roche öldü. Karısı ve çocukları karşısında sorumluluğunu bilen Maurice, akıl yolunu seçmek zorundaydı. Ama kayıtsızlık huyundan, şen ve gösterişli bir hayat yaşama merakından çeşitli isteklerinden vazgeçemedi. Bununla birlikte Roche Ainé müessesesi iyi dayandı. Eskisi gibi makine gürültüleri duyuluyordu; odalarda daktilolar, kıvırcık saçlı başları masaya eğilmiş, faturaların suretini çıkarıyor, müşteriler saygıyla: “Eski, sağlam bir müessesedir,” diyorlardı.
Kriz yıllarında Roche Ainé müessesesi iflas tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Müessesenin yardımına koşan Leo Alpert’di: Buluşunun patentini almış, bunu Amerika’da satıp çok para kazanmıştı. Lancier’ye ortak oldu. Vlakhov’la tanışmadan kısa bir süre önce yeni güçlükler başgöstermişti. La Chimienord yıkılmıştı, Lancier’nin bir hayli parası battı. Bir karar vermek zorundaydı: Ya Marceline’in malikânesi Gelinotte’u satacak, ya da Gaston Roy adlı birinin ortaklık teklifini kabul edecekti. Lancier isyan etti. Tanımadığı birini müesseseye nasıl ortak ederdi? Böyle bir “yenilik” intihar demek olmaz mıydı? Ama kısa süre sonra bu tatsız düşünceleri kafasından attı; kendi kendini kolay kandırırdı. İntihar mı? Üçe bölmek gerekse bile, pasta, yeteri kadar büyüktü nasılsa. Alpert beni yemedi. Bu Roy denen adam neden yesin? Alpert mühendis, bu Roy’un üretimden anladığı yok… Gelinotte’yu satmak aptallık olur. İstedikleri kadar alt tarafı topraktır, desinler. Loire Nehri, bağlar… Ya o park! O armut ağaçları! Hem zavallı Marceline’i soymaktan farksız bu iş…
Bir şey üzerine uzun süre düşünemezdi Lancier. Birden kızı Mado’nun nefis bir “peyzaj” yaptığını hatırladı; Mado gerçekten yetenekliydi. Sembat bile övmemiş miydi onu? Louis’ye gelince, felaket! Yumurcak havacı olmaya karar vermemiş miydi? Şaşırtıcı bir kuşak! Bizler hep ata bindik, onlara ille de bir motorlu araç gerek… Hepsi maddeci! Hem canım, Louis daha on kere fikir değiştirir. Neyse ki Marceline iyileşti, kaplıcalar ona iyi geldi, yüzü düzeldi… Bütün dertlerini unutan Lancier gülümsüyordu.
Lancier örnek bir aile babasıydı; bir kadına mı aşık oldu, hemen Marceline’i üzeceğini düşünerek kendini tutardı. Çocuklarını çok severdi; güzel kızı Mado, sanata bağlılığını babasından, gariplikleri annesinden almıştı; sonra oğlu Louis, uzun boylu, iddiasız, neşeli, spora düşkün, bir kitabı sonuna kadar okuyamayan bir çocuk.
La Corbeille, konukların dikkatini çeken garipliklerine rağmen alışılmış, hem mutlu, hem de mutsuz bir aileyi barındırıyordu işte. Marceline uzun süreden beri kabuğuna çekilmişti; kocasının neşesi ona bayağı, zaman zaman da gülünç geliyordu. La Corbeille adlı cenneti andıran o mücevhere oranla Louis fazla hareketli, fazla haristi. Mado ise kendini düşle avutuyor, hayatın bir ayrıntısı, çirkin bir yanı gözüne çarptığında, kendi kendine, gitmeli, kaçmalı, kaybolmalı, diyordu! Yaradılışları gereği birbirlerine yabancı olan bu insanlar yine de sevgi bağlarıyla bağlıydılar. Yemek masasında bir araya geldiklerinde, birbirlerinin hatırını kırmamaya bakarlar, şefkat göstermekte yarışırlardı. Aile Maurice Lancier’den, onun tatlılığından, iyiliğinden, sarsılmaz yaşama zevkinden destek alıyordu. Çabuk öfkelenir, sonra toparlanıp kendi kendisiyle alay ederdi: “Hemen sinirlendim…” Siyaseti sevmez, evinde, dostlar arası ilişkileri karartan tartışmalardan hoşlanmazdı. Tanıdıklarından biri, sınıflar, partiler, devletlerarası çatışmaların acı yanını gözler önüne sermeye kalksa Lancier’nin cevabı hazırdı: “Bütün bunlar olabilir, ama aklın yönettiği bir ülkede yaşadığımızı unutmayın. Burada çılgınlar bile mantıklıdır. Emin olun, delilerimiz bile akılcıdır bizim. Böyle bir felaket asla başımıza gelemez. İnanın dostum, asla…”
Vlakhov’la konuşmasından sonra Lancier uzun uzun düşündü. Rusların siparişini yerine getirmek zorundayız; bu Roy denen adamı anlamıyorum… On beş günde her şey yeni baştan düzenlenemez ki! Hem bu işlere ne karışıyor? Ona kesin bir cevap versem bari! Tam şu sıra Alpert’in gidişi de zamansız oldu… Hem Alpert para işinden hiç anlamaz, çok iyi bir mühendistir, işte o kadar… Roy’a gelince, mühendis bile değil. Nereden çıktı acaba?.. Yüzünde de sevimlilikten eser yok… Neyse canım, Mado’ya nişanlı aramıyoruz ya. Yüzünden bana ne? Önemli olan rahatlık, işlerin düzelmesi. Rus da çok sevindi. Böyle Bolşevikler olabileceği hiç aklıma gelmezdi… Belki insanlar her yerde birbirinin aynıdır? Roche Ainé müessesesini yönetmek için mi yaratıldım ben? Bir adamın sırtındakileri çıkar, geldiği yeri, mesleğini, düşünüşünü anlayabilirsen anla.. Savaşta da böyle olmadı mı?.. Hindiçini bankasından Chalet ile sokaklarda izmarit toplayan zavallı Jacquot, aynı birlikteydiler. Nasıl da birbirini seven iki arkadaştılar! Hem dost, hem suç ortağı! Sonra, herhalde biri hisse senetlerine, öbürü de izmaritlerine döndü… Savaş herkese yanı başındakinin nereden geldiğini, kim olduğunu unutturmuştu… Neden Roy, hep yeni bir savaşın sözünü ediyor? Louis, Hava Kuvvetleri’ne katılacak. Çılgınlık bu! Savaş olmayacak, kimse yeni bir savaşa dayanamaz. İnsanlar rahatlarından başka şey düşünmüyorlar. Tabii, işin yeniden düzenlenmesi çok büyük bir söz, biraz sıkışmak, yer vermek gerek. Başka ne yapabilirim? Elli dört yaşındayım, yorgunum. Varsın Roy olsun… Rahatlık işte, kimse beni bundan yoksun bırakamaz…Lancier, Vlakhov’la birlikte kimleri çağırabileceğini düşünüyordu. Nivelle’i çağırmak isterdi; geceye şiirli bir hava verirdi ama çatışmalardan korkuyordu. Nasyonalistti Nivelle, komünistleri hiç sevmezdi.
Nivelle zayıf, sinirli biriydi. Yalnız sanat ve şiir meraklılarının dar çevresinde, Circé’nin Maskesi adlı kitabıyla tanınırdı. Emniyet Müdürlüğü’nde önemli bir görevi vardı; meslektaşlarının çoğu, pasaport şubesi müdürünün, geceleri, gözleri dalgın, dudaklarını oynatıp kâğıt parçalarına bir şeyler yazdığını bilirlerdi. İşi canını sıkıyordu ama başka yerden geliri yoktu: Kitapları satılmıyordu, kendisine küçük bir servet bırakması gereken teyzesi de yetmiş yaşına gelmişti ama hep neşe doluydu, keyifliydi; nezle olduğu bile yoktu kadının.
Nivelle’in varlığı, herhalde bir akşam yemeğinin havasını değiştirecek, yükseltecek güçteydi. Ama Lancier karar veremiyordu. Hep o Allahın belası politika! Sonunda karısına bile danıştı, Marceline’in cevabı:
— En iyisi hepsini teker teker davet etmek, oldu.
Lancier diretti:
— Nivelle şairdir. Bu Rusun, ne sağcı ne de solcu olduğumu anlamasını istiyorum; bir Fransızım ben, o kadar. Bunu bilmeli. Tamam, oldu. Lejean’ı çağıracağım; yalnız komünist değil, komünistten de ileri, 1936 yılında fabrikada greve kimin ön ayak olduğunu çok iyi biliyorum! Yine de Lejean benim gözümde eşsiz bir mühendis, kültürlü bir adam. Herkes deliyse benim delirmem için sebep yok. Hayır hayır! Elli dört yaşındayım, bu yaştan sonra insan kendini yenileyemez. Başka kimi davet etmeli? Profesör Dumas, tabii Sembat. Yeter… Dur, uzun süre önce profesöre, himaye ettiği hanımı da çağıracağıma söz vermiştim… Bir dakika, bir dakika, nereye yazmıştım.. Hah, Madam Anna Roth… Çek olmalı bu kadın. Belki de Macaristan’dan gelme, ne bileyim. İspanya’da çarpışmış ama korkma, çok sevimli. Dumas’nın evinde kaç kere karşılaştık. Rus da onu görmekten hoşlanacaktır.
Kapının eşiğinde durdu:
— Galiba pek çok komünist çağırdık.
Gülmeye başladı.
— Görüyor musun Marceline, beni de bulaştırdılar. Bu hesaplılık, gelenlerin arasında denge kurmak merakı da nereden çıktı? Gören yeni hükümeti benim kuracağımı sanacak. Oysa basit, kendi halinde bir yemek veriyoruz…
Lancier, Corbeille’in özelliklerini göstermeye bayılırdı; dolapları açar, eski silahları, gravürleri, sigara tabakalarını çıkarır, duvara asılı resimleri aydınlatır, sonra konuklarını bahçede gezdirirken: “İşte,” derdi, “Amerika’nın kara ağacı.. Noailles gülü… Sudan karacası…” Yeni gelen birinin varlığından hoşnut, Afrikalı bir kabile reisinin tefini, Talleyrand’ın5 imzasını Sergey’in dikkatine sundu. Yağmur bile Lancier’yi durduramamıştı; Rusa Sudan karacasını göstermek gerekiyordu.
Öteki konuklar, çok iyi bildikleri bütün eşyaları, bir kere daha hayranlıkla seyretmek zorunda kaldılar. Hem Lancier, zaaflarını kolay bağışlatabiliyordu. Dostlarını ağırlamayı bilen kişilerin sayısı o kadar azdı ki. Lancier sık sık: “Madam Curie ya da Renoir, dostlarına haşlanmış etle suda pişmiş patates verebilir,” derdi. “Ama Maurice Lancier de kim?.. Benim varlığım kimseyi neşelendirmez. Marceline’in dışında…” Lancier’nin en sevdiği eserlerin durduğu başucunda, küçük şiir ciltlerinin arasında, içi notla dolu bir de yemek kitabına rastlanırdı; konuklarına verdiği şölenler, yemek sanatını boşuna incelemediğini ortaya koyuyordu.
Corbeille’in insanlarda bir vaha izlenimi uyandırmasının bir başka nedeni daha vardı: Ev sahibinin rahatlığı konuklarına da geçiyordu. Oysa o yıl, hiç durmadan, kaçınılmaz bir savaşın sözü edilmekteydi. Bu sözlere inananların sayısı azdı ama “savaş yakındır” nakaratı en sakin insanları bile çileden çıkarıyordu.
Silkinip sıkıntıyla camlardan akan suları izleyen Ressam Sembat: “Yağmur, hep yağmur”, diye düşündü. Eline bir gazete aldı, can sıkıntısıyla mırıldandı: “Yine savaş… Almanlar bizi korkutmak istiyorlar, bizimkiler de korkmamış görünüyorlar. Prag için savaşmadığımıza göre Danzig için savaşmak isteyen çıkar mı? Gevezelik!..”
Şu Alpert çılgını, yolculuğa çıkmadan çok önce ne demişti: “Son yirmi yıl boyunca Paris’i neler karıştırdı, biliyor musunuz? Önce ‘der des der’ bitmişti, “barış hep barış”, üstü geniş, bele oturan erkek elbiseleri, fokstrot, Paul Morand’ın hikâye kitabı “Geceleri Açık”, Bolşevik “Ağzı Bıçaklı Adam”. Sonra bulmacalar, onarımlar, Josephine Baker senatörlerin aklını başından alıyor, Citroen’in imzası Eyfel Kulesi’ni süslüyor, Kuyumcu Mestorino bir simsarı boğazladı, Ustric olayı. Derken kriz, Parfümcü Coty, “halk dostu”, dans salonlarında çalışan kızlar, Matmazel Violette Nozière babasını zehirledi, Staviski olayı, haylaz çocuklar Concorde Alanı’nda otobüsleri ateşe veriyor, kadınlar saçlarını eflatuna boyadılar; eski bir ad, Sfenks adını taşıyan çağdaş bir genelevin açılış töreni yapıldı, psikanaliz, gerçeküstücüler, sukoyveren mezarcılara varıncaya dek yayılan grevler. Ardından savaş konuşmaları, Giraudox’nun yazdığı “Truva Savaşı Olmayacak” oyununun galası, pasif korunma denemeleri, Münih, donanma şenlikleri. Sonra yine savaş üzerine konuşmalar… En iyisi konuyu değiştirmek; süper gerçeküstücüler, ya da arsenikli yeni bir Violette Nozière yeğdir…
Basın, çok başka bir görüşü açık açık yansıtmaktaydı: Her gün savaşın kaçınılmazlığı konusunda yeni bir yazıya rastlanıyordu. Gazetelerin gevezeliklerinden kurtulup başını dinlemek için, insan Corbeille’den iyi yer bulamazdı. Orada tartışma çıksa bile, Paul Claudel’in mi, yoksa Paul Valéry’nin mi daha zarif olduğu konuşulurdu. Ancak, domuz paçasını nasıl pişirmek gerektiği konusunda görüş ayrılığı çıkabilirdi. Konuklardan birinin sözü Çeklere, Polonyalılara, Moskova görüşmelerine getirmesi, Lancier’nin ısrarla ama kırmadan konuşmayı bir tiyatro galasına, Savoie’nin güzelliklerine, havaya –bu yağmurlar da ne zaman bitecek?– yöneltmesine yeterdi. Savaş çıkmayacaktı ama, kimse deniz kenarına ya da dağa gitmeye hevesli görünmüyordu. Otelde pinekleyip gözü pek yüzücülerin yağmur altında denize girişini seyretmek can sıkıcıydı…— Yağmurdan çekinmez misiniz dostum? diye sordu Lancier.
Sergey gülümseyerek cevap verdi:
— Yağmuru severim. Keyiflidir!.. Tabi gürültülü, hava kabarcıklı bir yaz yağmuruysa.
Mado, kendisinin bile beklemediği bir sinirlilikle atıldı:
— Moskova’da züppeler çok demek?
Lancier, serzeniş dolu gözlerle kızına baktı: Bir yabancıyı kırmanın gereği var mıydı?
Sergey cevap vermedi. Gerek yüzü, gerek duruşuyla Mado ilgisini uyandırmıştı. Bakışları karşılaştı. Sergey şaşırdığında başını arkaya atıyor, iri kül rengi gözlerini kırpıştırıyor; genellikle yumuşak, dalgın yüzüne o an küstah bir anlam geliyordu. Neden bana böyle yüksekten bakıyor? dedi Mado kendi kendine. Benden nefret mi ediyor yoksa? Ama neden? Benimle konuşmadı bile. Bu adamlar herhalde herkesten nefret ediyorlar. Lejean da söylemişti bir gün: “Pek çok kokuşmuş kişi var ortalıkta…” diye. İyi ya, ben de insandan nefret etmeyi bilirim! Oysa ne de sevimli bir yüzü var… Yoksa bu yüz bir maske mi?..
Mado, Sergey’e bakmamak için kendini zorladı, buna rağmen onu gözlemekten kendini alamadı. Birbirlerini arıyormuşçasına bakışları durmadan karşılaşıyordu. Karşılaştıkça da kızaran Mado, kendi kendine basıyordu çimdiği. Babası, yaptığı natürmortları konuğa göstermeye kalkınca, Mado:
— Bay Vlakhov’a kötü resimlerimi zorla göstermenin gereği yok, dedi.
Lancier, rengi atmış eski bir fotoğraf koleksiyonunu ortaya çıkardı: Bir apsent bardağı önünde Verlaine, geçen yüzyıldan kalma bir otomobil içinde Zola…
— Sizin, öğrencilik çağınızdan kalma bir fotoğrafınız yok mu? diye sordu Sergey.
Babamla alay ediyor sanki, dedi Mado kendi kendine. Lancier çocuk gibi sevindi, bir deste fotoğraf getirdi; fotoğrafların birinde, paltoya sarınmış, yıkıntılar önünde duran bir genç adam görülüyordu. Sergey, ev sahibine bakmaktan kendini alamadı. Lancier güldü:
— Hayır, hiç benzemiyorum gençliğime. Eh, otuz yıl da az değil.
Yemeğin başlarında, Lancier, solgun ve sessiz Nivelle’i kuşkuyla gözledi. Ama piliç gerçekten çok iyi olmuştu; eski Bourgogne şarabıyla birlikte etkisini gösterdi: Nivelle kendini toplamış, yüzüne renk gelmişti.
Lancier, kendinden memnun, başarılı yemeklerin sonunda duyulan karmakarışık sesleri dinliyordu.
— Olaylarda, görüntülerde, duygularda olağanüstü ne varsa sanat onunla yaşar, diyordu Nivelle. Bir kere, milyonların duyduğunu ben de duyarsam bunun ilginç yanı kalmaz ki.
— Sanatta hiçbir olağanüstü yan olmaması gerektiği inancındayım, diye karşılık verdi Roger Sembat. Flaubert, içinde hiçbir önemli olaya rastlanmayan bir roman yazmayı denedi adeta. Yazamadığına üzgünüm. Bonnard bir çardak resmi yapıyor, Marquet ufak bir ırmak, Utrillo mahalle arasında bir sokak. Ama örneğin, İsviçre’de, ressamın yapacağı şey yok. Buzullar sanat için yaratılmamış. Sizin “Olağanüstü duygular”ınız tıpkı Alp dağları gibi. Eğer insanlık bir gün akıllanacak olursa, olağanüstü şeylerle ilgilenmekten vazgeçecek. Gazeteleri alalım, ne yazıyorlar? Rezaletler, cinayetler. Şimdi de Hitler çıktı başımıza, olağanüstü bir manyak. Oysa hanımellerinin çiçek açması, sütçüm Lucie’nin evlenmesi, sütün, tarlaların, Renoir’ın var olması çok daha ilginç…
— Öyleyse Sovyet toplumunu seveceksiniz, çünkü orada olağanüstü bir şey olamaz. Mülkiyetin kalktığı yerde deha, bağışlanmaz bir baskı hatasıdır.
Lejean araya girdi:
— İşi çok hafiften alıyorsunuz Bay Nivelle. Bakın Almanya’ya. Nietzsche’nin tanrılaştırıldığını görmüyor muyuz orada? “Dağların tepelerine” biraz daha yakından bakılsa? Ne görürüz? Bir koyun sürüsü, başka şey değil “Ortak mülkiyet” sözü sizi ürkütüyor mu? Ben Rusya’ya gitmedim ama, asıl ortak mülkiyetin geçerli olduğu yerlerde sıfırlara değil gerçek adamlara ihtiyaç duyulduğu inancındayım.
— Ortak mülkiyet, düzgün kesilmiş çimen gibidir. Güzeldir ama tekdüzedir. Öne çıkan her şey kademelendirilmiştir. Bay Sembat’nın sözünü ettiği Flaubert günlük şeyleri yazmak istiyordu, ama olağanüstü yazdı bunları. Tersine, Sovyetler Birliği’nde alışılmış biçimde kaleme alındı. Orada ne bir Flaubert var, ne de olabilir. Flaubert’in dörtte biri bile çıkamaz Rusya’da. Siz…
— Ben, her şeyden önce bugün Fransa’da Flaubert’in sekizde birine bile rastlanmadığını söyleyeceğim.
— Evet ama size göre Fransa çürümekte, oysa Rusya gelişiyor, çiçek açıyor.
— Ağaç çiçeklendiği sıra meyve vermez ama.
— Ben meyve vereceğinden de kuşkuluyum; verse bile kötü, yabani meyve verir. Belki yanılıyorum. Rus konuğumuz beni aydınlatırsa, yanlışımı kabul etmeye hazırım.
Nivelle büyük bir kibarlıkla, alaycılığını güç gizleyerek söylemişti bu sözleri. Yine de Sergey istifini bozmadı:
— Bu konuda cahil sayılırım. Sizler sanatçısınız; ben mühendisim. Tıpkı Bay Lancier gibi. Üstelik hiç şiir de yazmadım. Sanatımızla dünyayı sarsamadığımızı söylerken belki haklısınız. Vaktimiz olmadı… Dünyayı başka şeyle, varlığımızla sarsıyoruz. Aslında ne İngiliz sanatını tartışıyorsunuz, ne de Alman sanatını; bizimkini tartışıyorsunuz ve bana tartıştığınız sanat değil de bizim varlığımızmış gibi geliyor. Bu ülkede, üstelik akıllı kişilerin, gerçek duygularını açığa vurmadıkları dikkatimi çekti; ezberledikleri birtakım cümleleri tekrarlıyorlar. İktibas kültürü! Size gülünç gelebilir ama bizde de Jülyet’ler var; yalnız aşklarını anlatmayı beceremiyorlar. Kararı siz verin. Hangisi daha iyi acaba? Gerçek bir Jülyet’in söyleyecek söz bulamaması mı, yoksa duygusuz bir gölgenin eski bir trajediden alınan sözleri tekrarlaması mı?Mado, incecik kaşlarını kaldırdı ve yüksek sesle:
— Jülyet’lerin suskunluğu karşısında saygıyla eğilip, sanatı otuzuncu yüzyıla göndermekten başka çaremiz kalmıyor, dedi.
Lancier üzüldü:
— Neden böyle konuşuyorsun Mado? Ruslar, kısa sürede çok şey yapabileceklerini kanıtladılar…
Dumas, Lancier’yi destekledi:
— Yalnız yapmak mı? Rusya’da gençleri görmek fırsatını buldum. Köylü çocuklarını. Belki dostumuz Nivelle gibi yazmayı bilmiyorlar ama düşünebiliyorlar. Düşünmeyi biliyorlar…
O ana kadar bir şey söylemeyen, hastalıklı görünüşlü bir genç kadın doktorun sözünü kesti:
— Ölmeyi de biliyorlar. Ben tanık oldum…
— Nerede?
— İspanya’da.
Yeniden bir sessizlik oldu.
— Fransızlar da ölmeyi bilirler, dedi, Nivelle. Bay Lancier bana hak verecektir: Verdun’ü hatırlar…
— İnsan, hep geçmişiyle yaşayamaz, dedi Lejean. İşin en acı yanı nedir, ben size onu söyleyeyim. Bana kalırsa Fransızlar ölmeyi unuttular. Hiçbir şeylerini feda etmiyor, rahatlarının kaçmasından korkuyorlar. Münih Antlaşması’nı haber aldığımız akşamı hatırlıyorum: Neydi o günkü sevinç?..
Nivelle ayağa kalkmıştı, peçetesini buruşturdu:
— Demagojiden hoşlanmam. O sıra yalnız ödleklerle salaklar sevinç gösterileri yapıyorlardı. Ama komünistler iktidarda olsalardı aynı şeyi yaparlardı. Rusların savaşacaklarını mı sanıyorsunuz? Demagoji! Hem savaşacak halleri de yok, kimse tankları bildirilerle durduramadı şimdiye kadar. Hayatlarını kurtarmak için, Bolşevikler Rusya’nın bir bölümünü Hitler’e bırakacaktır.
Lancier huzurun altüst olduğunu fark etti. Herkes bağırıyor, ne karşılarındakini, ne de havayı yumuşatmaya çalışan ev sahibini dinliyorlardı. Sergey konuşmaya başlayınca tartışmacılar sustu:
— Kimsenin savaşmak istediği yok. Bir tek Almanlar, belki… Ama söylediklerinizde haksızdınız Bay Nivelle… Belki sanattan haberim yok ama kendi halkımı iyi tanırım: Bizim insanlarımız teslim olmayacaktır. Bize saldırılırsa savaşacağız… Hem öyle savaşacağız ki, korkunç bir şey olacak…
Kenara çekildi, pencerenin yanında durdu. Yağmur, bardaktan boşanırcasına yağmaya devam ediyordu. Konuklar salona geçmişlerdi; orada Lancier, konuşmanın konusunu değiştirmeyi başardı. Sergey şu sözleri duydu: “Giraudoux diyalogları harika işliyor …”
Mado, Sergey’in yanına geldi. Alçak sesle:
— Vatanınızı mı düşünüyorsunuz? diye sordu.
— Hayır, başka şey düşünüyorum. Kısa bir süre önce Bizans tarihini okudum; Türkler kentlerine yaklaşırken Bizanslar ne yapıyorlardı biliyor musunuz? Yarışı hangi arabanın kazanacağını tartışıyorlardı; kırmızının mı mavinin mi?
— Bizim geleceğimizle neden bu kadar ilgilisiniz?
— Ortak bir düşmanımız var. Hem sonra…
Sergey, bir süre sustuktan sonra ekledi:
— Buraya geleli çok olmadı, ama şimdiden Paris’i çok seviyorum…
Duygulanan Mado bu adamın elini yakalamak, Fransa’da yürekli insanlar bulunduğunu söylemek istedi; kötülere, kötülerin saçma sözlerine bakarak yargıya varmamak gerekti; üzgündü, biraz daha konuşursa hüngür hüngür ağlayacaktı… Bunların yerine, soğuk bir sesle:
— Sizi salonda bekliyorlar, dedi, kahveler geldi.
Tam o sıra garson yeni geleni tanıtıyordu:
— Bay Gaston Roy.
Lancier’nin karısı, kocasının durmadan düşündüğü adamı Corbeille’e çağırdığını bilmiyordu: Marceline’e derdini açmaktan çekinmişti. Sadece, Roche Ainé müessesesinin müstakbel ortağının, konukları üzerinde yapacağı etkiyi anlamak istiyordu. Roy’dan hoşlanmadığını yemekten sonra “bir fincan kahve” içmeye çağırmakla göstermişti.
Orta boylu, kısa kesilmiş minicik bıyıklı, saçları soluk, sanki renksiz bir adamın salona girdiği görüldü, özenle arkaya taranmış, saç perçemi kelliğini gizleyemiyordu. Lancier, yeni geleni tanıştırmaya koyuldu. Anna Roth’un önüne geldiğinde kadın:
— Bay Roy’u tanırım, dedi.
Adam, açık seçik söylenmiş bu sözleri duymamış gibi, adını tekrarladı, Mado’ya adi bir iltifatta bulundu, Maurice Chevalier’den, mali politikadan konuşmaya kalktı, kimse karşılık vermedi. Ayrılma zamanının geldiğini ortaya koyan bir sessizlik oldu; Gaston Roy bir fincan kahveyi bitirirken Sembat kalktı; onu, kısa süre sonra ötekiler izledi.
Dumas, Lejean ile birlikte çıktı. Sergey, Anna Roth’u evine götürmeyi önerdi. En son giden Gaston Roy oldu. Konuklarının sonuncusu da çıkınca Lancier soluk aldı. Ama, Louis farkına varmadan babasının canını sıktı:
— Bu Rus hoşuma gitti. Şimdiye kadar etiyle kemiğiyle hiç Bolşevik görmemiştim. Politikadan pek anlamam, ama bizim radikallerden biraz daha aşırı gittikleri belli. Roy denen adama gelince, ne tatsız şey! Nereden bulup çıkardın onu baba?
Lancier uzun süredir kafasını kurcalayan soruyu Louis’den duyunca şaşırdı. Gerçekten, nereden çıkmıştı bu Roy? Mırıldandı:
— Onunla aramızda birtakım iş ilişkileri var. İktisadi Haberler Ajansı’nın başında…
Roy’un lafı bitti ama Lancier onu düşünmeye devam etti. Müstakbel ortaktan kimsenin hoşlanmadığı açıktı. Konukların bir saat önce gitmelerine yol açmıştı. Aslında bu Roy çiğ herifin biriydi! Ama ne yapmalı? İnsan ancak elinde olanak varsa ortağını seçebilirdi. Bir de Marceline’e açılsam? “Gelinotte’u sat” diyecek. Marceline bir şey söylerse ne eder onu yapar. Her şey kolaylıkla çözümlenecek. İlle de insanın bir mülkü mü olmalı yani? Yaz gelince Normandiya’ya kadar uzanabiliriz. İyi ama bu, Marceline’i soymak, çocukları mirastan yoksun bırakmak demek olmaz mı? Roche Ainé batabilir. Oysa mülk mülktür. İnsan neden geçici krize kendini kaptırsın? Çiğ herifin biri. Aileler arası ilişki kurmak da olanaksız. İş hayatında, herkes iyi kötü çiğdir. Hem sonra, Gelinotte elden gitmeyecek… Ya Rus, ilk sözlerinden anladım onu. Her şey en iyi şekilde son buldu. Nivelle’e varıncaya kadar herkes Vlakhov’dan hoşlandı. Neyse pilice bayıldı Nivelle… Nefis bir yemekti! Gaston Roy’u unutan Lancier karısına:
— Yemek iyiydi gibime geliyor, dedi.
Marceline’in yüzünde, o pek yakışan hüzünlü gülümseme belirdi; genç Maurice’in, aynı çocuksu gururla “Bu şiir iyi gibime geliyor, ne dersin?” sorusunu sorduğu günleri hatırladı.
Lancier, Mado’ya yaklaştı:
— Rustan hoşlanmadın mı? Bana kalırsa çok kibar, oturup kalkmayı da biliyor…
— Bence öyle değil. Bu kadar kendini beğenmişliği bir arada gördüğümü hatırlamıyorum. Jülyet’leri için çıldıracak…
— Tam tersine, çok saygılı konuştu. İyi ama, neden kızdın birdenbire?
— Ben mi? Yok canım, kızdığım falan yok… Hem, ister Vlakhov ister Roy, iş arkadaşların bana vız gelir. Yatacağım, başım ağrıyor…Corbeille’in karmakarışık konukları içinde, Sergey’le Anna arasında karşılıklı bir yakınlık doğmuştu hemen; aynı bayrağı taşıyan iki geminin açık denizde rastlaşması gibi. Bir iki sözcükle anlaşıveriyorlardı; oysa hayatları öylesine birbirinden uzak, birbirlerini anlamaları o kadar güçtü ki.
Otomobil durdu, şoför nereden sapacaklarını sordu: Anna’nın oturduğu otelin yakınına, Falguiére Alanı’na gelmişlerdi.
— Çok yorgun değilseniz biraz oturabiliriz, dedi genç kadın.
Mahalle halkının uğradığı bir kahveye girdiler.
Bu gibi yerlerde hep görüldüğü gibi, bıyıkları terlemiş şişko kadınla tezgâh üzerindeki kedisi… Sen Nehri’nde mi, yoksa kıyılarında mı balığın oltaya daha iyi geldiğini, ya da Bourgogne mı, yoksa Savoie üzümünün mü daha hoş bir kokusu olduğunu, gece yarısına kadar tartışmaya hazır iki tip vardı içeride.
Sergey’le Anna, önceleri, havadan sudan söz ettiler. Dağınık bir konuşmaydı; bir Moskova metrosu, bir Paris gösterileri, tarım sergisiyle Prag’daki durum söz konusuydu. Sonra Anna İspanya’yı anlattı:
— Tugayımızda harika bir Bulgar vardı. Kuşatıldık, bir yol buldu, bizi deniz kıyısına çıkardı. Çok iyi şarkı söylüyordu. Aramızda Almanlar, Fransızlar, Yugoslavlar, Çekler, Macarlar da vardı. Savaşa giderken on dilde “Enternasyonal” söyleniyordu. Ne güzel değil mi? Ara sıra İspanya iç savaşı bana bir son gibi geliyor…
— Neden? İspanya bir başlangıçtır.
— Orada her şey geçmişe, geçen yüzyılın ihtilâl hikâyelerine benziyordu. Saflık, çocukluk ve aptallık bir arada. Böyle şeyler bir daha tekrarlanır mı?
— Hayır, bundan sonraki savaş çok daha amansız ve zorlu olacak.
— Sizinkilerden biri, bana sık sık, kuvvetler arasındaki eşitsizlikten, romantizmin savaş kazanmaya yetmediğinden söz ediyordu, oysa İspanya ne kadar dayandı. Demek bu, yalnız bir teknik sorun değil… Adını hatırlamıyorum, “Russo” derdik ona. Romantikliğimizi başımıza kakardı ama kendisi de romantiğin biriydi. İspanya’yı, özellikle, yüreğinin temizliğinden ötürü severdi…
— Ben de oraya gitmeyi düşündüm… Enstitüdeki arkadaşlarımdan biri İspanya’da öldü…
— “Russo”muzu bir zeytin ağacının dibine gömdük, ama, tanrılaştırılmasından ürküp üzerine taş dikmedik. Mezarının yerini biliyorum. Oraya dönersek… Ama hiç sanmıyorum…
— Tabii döneceğiz! Yalnız başka bir yoldan, Berlin üzerinden.
— Sözleriniz insanın hoşuna gidiyor. Ama burada durum hiç de hoş değil… Hitler’den herkes korkuyor. Almanya korkulacak bir güç üstelik. Nasıl hazırlandıklarını biliyorum… Sovyetler Birliği’ne saldırmak zorundalar, yoksa ayakta kalamazlar.
— Bizim gücümüz de bu gerçeği bilmemizden geliyor. Ben, çocukluğumdan beri hep aynı şeyi duyuyorum: “Savaş kaçınılmaz oldu.” Önce “kuşatma” dendi; ardından faşizm ortaya çıktı, mıknatıs gibi bütün düşmanlarımızı yanına çekti. Savaştan kaçamayacağımızı biliyoruz. Çocuktum, umutla Batı’ya doğru baktığımızı hatırlıyorum. Devrimi düşünüyorduk.
— Artık düşünmüyor musunuz?
— Tabii düşünüyoruz… Ama biliyorsunuz, tarih birtakım dönüşler yaptı… Yirmi otuz yıl böyle sürecek. Şimdi, her şeyden önce kendimize güvenmek zorundayız.
— Biz kime güvenmeliyiz?
— Siz başta kendinize güveneceksiniz.
— Toplama kampındayken uzun uzun Moskova’yı, oradakilerin nasıl yaşadığını düşündüm… Çok güçtü göz önüne getirmek… Dergilerdeki fotoğraflarda, Rus kızları hep gülümser…
— Evet gülümserler, hem çok tatlı gülümserler. Ama, istediklerinden çok az gülümseyebiliyorlar… –Sergey bir kahkaha attı– Benim istediğimden de az gülüyorlar. Hayatımız pek güç. Konut çözümlenmeden, tahta iskeleler arasında yaşlanacağız gibime geliyor. Yakındığımı sanmayın, ülkemin molozlarını yeryüzünde hiçbir şeye değişmem. Sanıldığından da güç anlaşılır insanlarız biz. Cennetle cehennem Dickens’ın olsun. Bizim için tek gerçek hayat, karmakarışık hayat…
— Bir gün, Moskovalı bir dostuma rastladım. Argelès’ten geliyordum. Argelès’i duydunuz mu? Her gün insan ölüyordu orada… İspanya’yı sordu, ona her şeyi anlattım. Ardından elbiselik kumaşı Galeries la Fayette’den mi yoksa Printemps’den mi alması gerektiğini, ne marka çorapların daha sağlam olduğunu öğrenmeye kalkmaz mı? Bir şey anlamadım…
— Ben anlıyorum. Merak etmeyin, nereden çorap alacağımı sizden öğrenmeye kalkmam; evli değilim, üstelik dükkân dükkân gezmeyi de sevmem. Ama az önce anlattığınız kişinin durumunu size açıklamak istiyorum… Sizin gibiler için yaşamak kolay değil; boğuşuyor, tutuklanıyor, ölüyorsunuz. Giyinmek, iyi giyinmek akla bile gelmiyor… Nelerden yoksun kalma pahasına fabrikalarımızı yaptığımızı düşündünüz mü? Dükkâna giren adamın bakacağı yeri şaşırmasından doğal bir şey olamaz; karısı genç, modaya uygun giyinmek ister… Coşturucu bir yanı olmadığı gibi ayıplanacak yanı da yok davranışının. Hangi marka çorap alacağını size sordu, günü geldiğinde de tanka tırmanıp yiğitçe ölecek. Bakın ben, şu kadar çift çorap yaptığımızı okudukça zafer kazanmışçasına seviniyorum. Oysa çoraptan bana ne? Önemli olan çorapları bizim yapmamız…
— Size nasıl da gıpta ediyorum! Koskoca bir ulusunuz var.
— Sizin de ulusunuz var.— Bilmem… Anlaşılması güç diyordunuz; oysa sizin ülkenizde her şey çok basit. Ülkenizde yapılan çoraplar sizi sevindiriyor. Her Rusun bir eğitici yanı olduğunu düşünüyorum: Çok şey biliyor, çok daha fazlasını yapabilir. Ama duygulara gelince, o başka şey… Siz konuşurken, kendimi, uzun ve korkunç bir hayat yaşamış yaşlı bir kadın sanıyorum. Benim için her şey çok daha karışık, anlaşılması güç. Bir an ülkenizde olup bitenleri unutun, anlamaya çalışın. Bambaşka bir dünya. Bir Yahudiyle evlendim, daha doğrusu Heinrich kendini hep Alman saymıştır; dostları Almandı, bir Alman kızı aldı –ben bir papaz kızıyım– herkes gibi çalıştı. Kimyagerdi. Uzun süreden beri politikayla ilgiliydi. Hitler iktidara gelmeden bir yıl önce komünist oldu. O sıra birbirimizi tanıdık. Gencecik bir kızdım. Şaşacak bir şey yok, şimdi yirmi beş yaşındayım… Başkalarının nasıl sevdiğini bilmem, daha doğrusu yalnız kitaplardan öğrendiğim kadarını biliyorum. Ama ben öylesine aşıktım ki geceleri uyumak içimden gelmezdi; ya ertesi sabah kocamı göremezsem diye. Stuttgart yakınındaki bir köyde iki hafta geçirdik. Mutluluğun ne olduğunu orada öğrendim. Derken Hitler iktidara geçti. Evime geldiler, kocamı ele vermemi istediler. “Böyle saygıdeğer kişilerin kızı…” diyorlardı. Gülüyordum, çünkü o sıra kocam, annemin evinde gizleniyordu; kaçacak bir yer bulmak zorunda kaldık. Gizli örgütün bulunduğu Hamburg’da çalışıyordu Heinrich. Bazılarının ihaneti korkunçtu. Rastlardın, sözü değiştirip başka şey anlatırlardı. Kimlikleri sahteydi. Kocamla karşılaştığımız enderdi, üstelik yalnız da olmuyorduk. ’34 yılının Ağustosunda yakalandı. Sekiz gün işkence ettiler, arkadaşlarını ele vermesini istiyorlardı. Ona işkence ettiklerini biliyordum. Bir SA mensubu tanıdığım vardı: “Babanıza saygı duyduğum için sizi ele vermiyorum,” derdi. Ama kocanızı unutun. Yahudi sucuğu yapacağız onu. Tıpkı kocam gibi, onun da adı Heinrich’di… Deli olacaktım, kocama yapılan bütün işkenceleri ben de canımda hissediyordum. Heinrich konuşmadı. Yarı ölü halde Dachau’ya gönderdiler. Nedenini bilmeden umutla bekliyordum; ben onun, bir yolunu bulup kaçacağını umarken o çoktan ölmüştü. İspanya’da, Fransızlar ve İspanyollarla iyi anlaştım; Almanlardan kaçıyordum. Korkunç bir şey, tıpkı kocam gibi hepsi de mert insanlardı; belki aralarında kocamın dostları da vardı. Beni anlayamazsınız, anlatması çok güç. Savaş patlayacak. Bunun benim gözümde ne büyük bir anlamı olduğunu anlıyor musunuz? Sizin için her şey açık. Oysa ben hem Almanya’dan nefret ediyor, hem de onu seviyorum. Annem öldü, babam orada, ne olduğunu öğrenmekten korkuyorum. En kötüsü yakalanması değil; babamı yakalamış olabilirler. Her şeyden çok beni korkutan, Hitler’i destekleyenlere katılmış olması. O zaman babasız da kalıveririm… Almanca konuşma alışkanlığımı yitirdim; kısa süre önce Hitler’in bir konuşmasını dinledim, Almanca iğrenç geldi. Oysa bu dilde, hayatın en güzel yanlarını duymuştum… Ya Heinrich’le birlikte kaldığımız köy? Basit, küçük bir Alman köyü, ıhlamur ağaçları, yeşil ve ekşi elmalar, muşamba kasketli çocuklar, çelik çomak oynayan ihtiyarlar… Bütün bunları yitirmeyi ister mi insan?.. İspanya’da Almanlardan kaçıyordum, ama biri öldüğünde yüreğim paralanıyordu. Bizden değil miydi o ölenler, benim gibi acı çekmemiş miydi? Size bunları anlatıyor, ardından da Almanlar Hitler’i desteklediği için Almancadan, küçük köyden, bütün Almanlardan, hepsinden, hepsinden nefret etmemiz gerektiğini tekrarlıyorum kendi kendime… Ne acı bu yalnızlık!..
Sergey sustu, karşısındakinin büyük acısı onu allak bullak etmişti, Anna’yı avutacak söz bulamıyordu, üstelik sözler bir işe de yaramazdı. Elini sıkmakla yetindi, sonra acele etmeden kendi kendine söylenircesine:
— Hitler’i destekleyenlerden nefret ediyordum, dedi. Hepsinden mi?.. Biz faşist değiliz. Bütün Almanlar Hitler’in peşinden gitse ben yine sizi hatırlayacağım. Demek sizden nefret etmem imkânsız…
Komşu masada iki kişi oturuyordu; devirdikleri bardakların sayısını şaşırdıkları belliydi. Seslerini yükseltmeden, ama sinirleri gergin, tiyatro oyuncuları gibi konuşuyorlardı. Elleri havada birtakım şekiller çizmekteydi.
— “Savaş patlayacak, o yüzden,” diyor Mortier. Ben, topalın kızını Dejean’a vermek için yaptığını biliyorum ya. Hem savaş mavaşı boşver, bir tek daha atalım. Patron!
— Bir tek daha atarım doğrusu. Aslında Mortier topalı, devenin biri. Geçen sonbaharda av köpeğimi iki günlüğüne aldı: Sonra gelip, bizim itin bıldırcınların peşinden gidip dönmediğini söylemez mi? Bak azizim, topal Mortier haklı, savaş kaçınılmaz şey. Çünkü…
— Çünkü?..
— Çünkü… kaçınılmaz dedik ya…
Anna, Sergey’e:
— Kafa yapılarını gördünüz mü? diye sordu. Tehlikeyi hiç fark etmiyorlar.
— Lancier bile, savaş patlarsa Corbeille’inden uzakta, cehennemin dibinde olacağını sanıyor.
— Çok aptal, ama namuslu bir adama benziyor.
— Ya kızı?..
Sergey bozuldu: Amma saçma soru ha!..
— Hoşuma gitti, ama saçma sapan konuşuyor o da. Suçu kızda bulmamak gerek; gördükleri öğrenimin sonucu. Mado ve benzerleri ölümün burunlarının dibine geldiğini fark etmiyorlar. Bir oyun geldi aklıma, Maeterlinck’indi sanıyorum. Sahnede dayalı döşeli, rahat bir ev. Ev halkı yemek yiyor, pencerenin dibinde birtakım adamlar fısıldaşıyorlar: Evin kızı boğulmuş, cesedini getirmişler. Bir dakika sonra kapı çalınacak… Gerçekten daha korkunç. Yemekten sonra gelene dikkat ettiniz mi? Hani şu bıyıklı. Bakın size anlatayım… Paris’e geldiğimde bir görev verdiler. Naziler, Uluslararası Tugaylar’da çarpışan arkadaşlarımızı gizlice Almanya’ya kaçırmaya hazırlanıyorlardı. Dört ay süreyle “Avrupa Seyahat Acentası”nda daktiloluk yaptım. Paris’te bir şubeleri vardı. Uluslararası Tugaylar hikâyesini aydınlatamadım ama pek çok şey öğrendim. Bu Roy denen adamı da orada gördüm. İki kere geldi. Arjantin için bilet istedi. Sonra lüks bir kamara tutacağını söyleyip Schirke’nin yanına çıktı… Lancier hiç kuşkulanmıyor, aklı fikri şiirde, çevresinin dantelle örüldüğünü sanıyor, oysa örülen dantel değil örümcek ağı. Allahtan size rastladım, çünkü sinirlerim çok bozuk, uyku uyuyamıyorum, dayanma gücünü yitirdiğim oluyor. İçimi rahatlattınız.
Sergey, genç kadından ayrılırken tatlılıkla:
— İyi geceler, dedi.Yağmurun ardından parıldayan karanlık sokaklarda yürüdü. Otomobiller gürültüsüzce geçip gidiyorlardı. Soluk yüzlerinde kıpkırmızı dudaklar, yalnız genç kızlar da, sessiz, geçiyorlardı. Kafasında her şey altüst olmuştu: Anna’nın acısı, seyahat acentası, Corbeille’in kargaşalığı, şiirler, sokaklar, deniz kokusu, yanık benzinin kokusu. Oturduğu karanlık çıkmaz sokağa vardığında yıldızlar belirdi, milyarlar ve milyarlarca yıldız. Eskiden yıldızlı gökyüzüne bakmayı severdi, arar tarar sevdiği yıldızları bulurdu, hepsini de adıyla bilirdi. Ama burası güneyde kalıyordu, gökyüzü çok başkaydı. Şu büyük, yeşil yıldızın adı ne acaba? Şair olsam yıldızlardan söz ederdim. Yıldızlardan ve aşktan, bu ufacık ve narin kadının kocasına duyduğu kadar ateşli bir aşktan. Her şey karmakarışık, onarılmaz halde… Anna, Heinrich’i yitiriyor. Nivelle şiir yazıyor. Onun ne bu aşktan haberi var, ne ne yıldızlardan… Bir yığın sözcük. İçinde elle tutulur bir şey bulana aşkolsun! Ne büyük, ne acı bir gece! Ya öbürü, hüzün dolu yeşil gözleri, canı sıkkın gülüşüyle Mado diyorlar adına. Paris’te yaşıyor. Ben de Paris’teyim. Bir yıl sonra ne olacak? Yıldız yerinden kıpırdamayacak, kocaman ve yeşil…

Benzer İçerikler

Liman Caddesi – Debbie Macomber – Online Kitap Oku

yakutlu

Kızıl Gerdan – Jo Nesbo

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy