VAHDET-İ VÜCÛD ve ESASLARI-Sadreddin Konevî

Birinci Nas
Hakkın Mutlaklığı

Bilinmelidir ki:
Zâtına özgü mutlaklığı açısından Hakka dair her hangi bir hüküm vermek veya bir nitelik ile O’nu bilmek; veya birlik, varlığının vâcipliği veya (: varlık için) mebde’ olması; veya yaratmayı gerektirme veya kendisinden her hangi bir eserin sâdır olması; veya ilminin kendisine veya başkasına ilişmesi gibi her hangi bir nispetin O’na izâfe edilmesi, sahih ve geçerli değildir. Çünkü, bütün bunlar, belirlenme ve sınırlanma hükmü verirler.
Kuşkusuz her hangi bir taayyünün düşünülmesi, Hak için lâ-taayyünün (taayyünsüzlük) ortadan kalkması demektir.
Bütün bu zikrettiklerimiz de Hakkın mutlaklığıyla çelişir.
Hatta Hakkın mutlaklığını tasavvurda bile şart şudur: Bu mutlaklık, selbî bir nitelik anlamındaki mutlaklıktır; yoksa o zıddı sınırlanma olan bir mutlaklık değildir.
Bu mutlaklık, bilinen birlik ve çokluktan veya mutlaklık ve sınırlanmada hasr edilmekten veya bütün bunları (: vahdet, kesret ve her ikisini birleştirmek) birleştirmekten veya bunlardan münezzehlikten mutlak olmaktan ibârettir.
Hak bütün bunlardan münezzeh iken, hepsi O’nun hakkında sahih ve geçerlidir.
Şu halde söz konusu durumların hepsinin veya başka bir takım şeylerin Hakka nispet edilmesi veya bütün bunların O’ndan selb edilmesi eşittir; bu iki durumdan (: nispet veya selb) birisi diğerinden daha öncelikli değildir.
***

Bu durum açıklığa kavuştuğunda bilinmiş olur ki:
Birlik, (: varlığın kaynağı anlamındaki) mebdeiyet, (: eşyaya) tesir, yaratma, fiil vb. gibi şeylerin Hakka nispeti, sadece taayyün itibarıyla sahih ve geçerlidir.
***

Bilinen (taakkul edilen) taayyünlerin ilki zâtî nispettir; fakat bu söz konusu nispetin zât’tan farklılaşması itibarıyladır. Bu farklılaşma gerçek değil, göreceli bir farklılıktır.
Zât’a ait ilmî nispet vâsıtası ile, Hakkın birliği, varlığının ve mebde oluşunun zorunluluğu bilinir. Bu da, özellikle kendisini kendisinde bilmesi açısındandır. Hakkın nefsini bilmesinin her şeyi bilmesinin sebebi olduğu da böylece bilinir.
Eşyanın, kendilerinin küllî ve tafsilî taakkulllerinin taayyünlerinden ibâret olduğu da buradan bilinir.
Mâhiyetlerin bu akledişlerden ibâret olduğu; bu akledişlerin, bazısının bazısından doğduğu da böylece bilinir. Bunun anlamı bunlar Hakkın düşüncesinde meydana gelirler demek değildir.
Allah kendisine layık olmayan şeylerden münezzehtir.
Bunun anlamı bunların bir kısmının taakkulunun, mertebe açısından diğerlerinden daha sonra olmasıdır. Bunların hepsi, ilâhî ilimde bir süreçte taakkul edilen ebedî ve ezelî taakkullerdir. İlâhî ilim, hakîkatlerinin gerektirdiği şekilde, bunlara ilişir/taalluk.
***

Bu mâhiyetlerin hakîkatleri de, iki tarzı iktizâ ederler:
Birincisi, eşyanın çokluklarının/kesret Hakkın birliğinde silinmiş/müstehlek olması itibarıyla gerçekleşir. Bu, tafsilî olan şeyin/mufassal mücmelde taakkul edilmesidir. Bu birinci tarza örnek olarak, akıl sahibi alimin ilim gözü ile bir çekirdekte bil kuvve halinde bulunan dalları, yaprakları, ağacın her bir dalında oluşacak meyveleri ilk çekirdekteki gibi taakkul etmesini verebiliriz.
Eşyanın hakîkatlerinin gerektirdiği diğer tarz ise, birlik hükümlerinin peş peşe akledilmesidir. Böylelikle her kısım, tek varlığın artan ve çoğalan taakkullerinin sûretleri olan mâhiyetleri akleder.
Bu ise, daha önce işâret edilen ilk silinmenin zıddıdır; çünkü birincisi, çokluğun birlikte silinmesinden ibârettir, bu ise, birliğin çoklukta silinmesidir.
Bu böyle bilinmelidir.

İkinci Nas
Hakkın Mutlaklığı

Bilinmelidir ki;
Hak mutlaklığı ve ihâtası itibarıyla hiç bir isimle isimlendirilemez ve hiç bir hüküm kendisine izâfe edilemez ve hiç bir vasıf ve resim ile nitelenemez.
(: bir şeyi gerektirmek anlamındaki) İktizânın O’na nispet edilmesi edilmemesinden daha üstün değildir.
Çünkü ister olumlu isterse de olumsuz anlamda olsun düşünülen her hangi bir iktizâ, belirli bir hüküm ve sınırlayıcı bir niteliktir.

İktizâ ve Türleri

Bu tespitin ardından bilinmelidir ki:
İktizâ zâtî de olsa, üç mertebeye sahiptir. İktizânın birinci mertebe açısından hükmü, taayyününün bir şarta veya taayyününe sebep olan bir mûcibe bağlı olmayışıdır.

İkinci mertebe açısından olan hükmü ise, taayyününün sadece bir tek şarta bağlı olmasıdır.
Üçüncü mertebe açısından olan hükmü ise, hükümlerinin zuhûrunun birden çok vâsıtalara, şartlara ve sebeplere bağlı olmasıdır.
Birinci iktizânın hükmü, her hangi bir mucibin değil, zâtî feyizdir. Bu feyzin mukâbilinde hiç bir kâbil (: feyzi alan) ve istidat taakkul edilemez.
İkinci iktizânın hükmü ise, sadece vücûdî bir şarta bağlı olmaktan/tevakkuf ibârettir, bu vücûdî şart da, Akl-ı evvel’den/İlk Akıl ibârettir; Akl-ı evvel, Hak ile, kıyâmete kadar varlığı takdir edilmiş mümkünler arasındaki “vâsıta”dır.
Üçüncü mertebe açısından gerçekleşen iktizânın hükmünün ortaya çıkması ise, diğer varlıklar gibi çeşitli şartlara bağlıdır.
***

Bu açıklamamla, burada hakîkatleri farklı üç iktizânın bulunduğunu demek istemiyorum, bilakis, sadece bir iktizâ ve onun da üç mertebesi vardır. Bu tek iktizâ ile, her bir mertebenin durumuna göre, bir eser ya da çeşitli eserler taayyün eder ve ortaya çıkar.
Fefhem!

Üçüncü Nas
İlim Malûm İlişkisi

Bilinmelidir ki:
Bilinenlere ilişmesi itibarıyla Zât’ın tek bilgisine çokluk izâfe edilir; bilinenleri idrâki de, Hakk’ın taayyün ve bunlara ilişmesi itibarıyla gerçekleşir.
Hakkın ilminin her hangi bir bilinene ilişmesi, bilinen kendinde ne olarak bilinmekte ise ona tâbidir. Bu durumda bilinen, basit veya bileşik; zamanlı veya mekânlı ya da zamansız veya mekânsız olabileceği gibi; Hakkın tesirini belirli bir vakte göre kabul edip, hükmü ve özelliği mütenahî veya bu hükmü sınırsız olarak kabul eden ve belirtilen konuda hükmü ve özelliği gayr-i mütenahi bir şey de olabilir.
Bu böylece bilinmelidir.
***

Burada dile getirilmiş nasların ayrıntılarından biri de şudur:
Her hangi bir hüküm sahibinin mahkûm-ı aleyhteki hükmü, hüküm anında hâkimin ve yine mahkûm-ı aleyhin haline tâbidir.
Binaenaleyh (: hükme konu olan) mahkûm-ı aleyh, hallerinde değişiklik olan bir şey ise, hâkimin hükümleri her durumda çeşitlenir ve mahkûm-ı aleyhin büründüğü hallerine göre farklılaşır.
Eğer mahkûm-ı aleyh bir vetirede sâbit kalmak özelliğinde ise, bu durumda hâkimin o şey hakkındaki hükmü, ilk taalluka göre sâbit olur; bu ilk taalluk, hâkimin hükmüyle ve onun gereğine göre belirlenmiştir. Bu durumda iş, hüküm sahibinin haline göre kalır.
Şayet hüküm sahibinin zâtı, hallerde ve hallere göre başkalaşmayı gerektiriyorsa; veya zâtı, kendisinin sâbit ve hallerin onun üzerinde başkalaşmasını gerektiriyorsa, bu durumda hüküm, iki şeyden birisine göre gerçekleşir. Bu iki şey de, bütün hüküm sahipleri ve hükme konu olan şeylerin mertebelerini içerir; çünkü hâkim ve mahkûm-ı aleyhin hükmü, zikredilen durumların dışına çıkmaz.

Dördüncü Nas
İlim ve Varlık İlişkisi

Bilinmelidir ki:
İlim, varlığa tâbidir. Başka bir ifâdeyle, her nerede varlık var ise, ilim de hiçbir şekilde kendisinden ayrılmaksızın onunla beraber vardır.
İlmin farklılaşması mâhiyetin varlığı tam veya eksik kabulüne göre değişir. Buna göre, varlığı en kâmil şekilde kabul eden mâhiyette ilim en kâmil şekilde bulunur.
Buna karşın ilim (: varlığı) eksik kabule göre noksanlaşır.
İmkân hükümlerinin vücûb hükümlerine baskın olması da, ilmin eksik olmasının başka bir nedenidir.
Bu böylece bilinmelidir!

Beşinci Nas
Gerçek Bilgi

Gerçi, başka bir bağlamda ve o bağlamın lisânı ile kitaplarımın bazı yerlerinde bir ölçüde bu nassa değinmiştim. Fakat bu kitabı, kökeni açısından ilâhî isim ve sıfatlardan her hangi birisine dayanan özel makâm mensupları için gerçekleşen sınırlı zevklerin umumî lisânının dışında, kemâl makâmının zevklerine ait nasların ifâde edilmesine tahsis ettim. Bu isim ve sıfat, bu özel zevkin kökeni ve onun sebebidir.
Binaenaleyh bu eserde, en kâmil ve kuşatıcı makâmın zevkine ait bilgileri ortaya koyup, bunları diğerlerinden ayırt etmem gerekmektedir. Bu şeyin sübûtunun sıhhatini ve nastaki bilginin, bu şey hakkında en kâmil ve en üstün ilminde o şeye dair bilgisine mutabık oluşunu belirtmem gerekir.
Ayrıca, bu en kâmil ve birleştirici makâma ait şeyin sâbitliğini ve bunun ifâde ettiği bilginin Allah’ın ilminin en yetkin ve kâmil derecelerinde bildiği şeye mutabık oluşunu da ortaya koymam gerekmektedir; bunu ise belirli bir makâmda veya belirli bir nispet ve izâfete göre veya belirli bir itibar veya zevk veya hallerde gerçekleşmesini dikkate almadan ortaya koyacağım.
***

Bu mukaddimeyi takdim ettikten sonra, açıklamayı amaçladığımız nas hakkında şöyle deriz:
İnsan, nazar, keşif, his veya hayal gibi idrâk araçlarının bütünüyle veya bunlardan birisiyle her hangi bir malûmu idrâk edip, nazar veya keşfi bu malûmu kapsamadığı veya his veya hayaliyle o şeyin zâtî özelliklerini ve genel lâzımlarının ardına geçmediğinde, onu tam olarak bilmiş ve hakkıyla tanımış olmaz.
Bu durumda insanın idrâkinin veya mârifetinin konusu, ruhlar ve mânâları ya da sûret ve arazları itibarıyla âlem olabileceği gibi, Hak da olabilir. Nitekim, Hakkın ilminde bulunan malûmları tanımlayan bir sûret ile apaçık gerçek insana açılsa idi, gerçek bilginin böyle olduğunu görürdü.
Çünkü Hakkı bilmesi, Hakkın mutlaklığına ve zât’ına mahsûs gerçek birliğinin sırflığına ulaşmayan kimse, Allah’tan ötede bir hedef olmadığını bilemez; Hakkın zâtî mutlaklığını, hiç bir isim, resim, hüküm belirleyemez veya hiçbir vasıf onu sınırlayamaz. O, görme ile kavranamaz, akledilemez ve belirli bir durumda münhasır değildir.
Bu kişi, Hakkı ilim ve müşâhede olarak ihâta etmenin imkânsızlığını; Hakkın varlığından öte sadece mevhûm yokluk bulunduğunu da bilemez.
***

Gerçi Allah’ın kendisini bildiği tarzda O’nu bilmenin imkânsızlığını anlamanın başka bir yolu daha vardır; bu yol, daha kâmil, daha açık ve tamamdır. Bizler, Allah’ın ikrâm ve minneti ile o yolu müşâhede ve zevk ederek öğrendik.
Fakat bu yol, açıklanması ve yazılması yasak şeylerdendir; bunun açıklanabilecek son noktası zikredilen bu işâretten ibârettir.
Bununla beraber, sahibi için gerçekleşen zevk, marifet ve müşâhede, bu zevk ve makâmın ilâhî isimlerden herhangi birisinin mertebesine dayanması açısından gerçekleşir. Bu isim, makâm sahibinin kıblesi ve özellikle ismin müsemmanın aynı olduğu hükmü verilen cihetten olmak üzere onun Hakkı marifetinin nihayetidir. Nitekim, bu meseleyi çeşitli vesilelerle belirtmiştik. Fakat bunlar, nispî sonlardır; çünkü başlangıçlar ve gayeler nispî kemâllerin alâmetleridir.
Gerçek kemâle göre durum bundan farklıdır.
Allah Teâlâ’nın en kâmil kuluna hitap eden şu âyetinde bu gerçek kemâle işâret vardır. “Varış ancak rabbinedir.”
***

Allah Teâlâ, bu âyete başka bir gizli sırrı daha eklemiştir, bu sır âyette “Senin varış yerin rabbinedir” denilmemesidir; aksine âyette kayıtsız anlamda rubûbiyetten olan sonuna dikkat çekilmiştir, o da, gayelerin gayesidir.
Âyette işâret edilen ve Hz. Peygamber’e ait olarak zikredilen rubûbiyet mertebesinden olan nihâî gayenin dışında ise, sadece kemâl mertebesindeki derecelerin tafsilatları vardır; söz konusu kemâl dereceleri ise, hiç bir sınır ve sonda durmazlar.
***

Hz. Peygamber, burada değindiğimiz meseleye bir münacâtında işâret etmiştir, şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Azabından rızâna, cezandan affına sığınıyorum. Senden yine sana sığınıyorum. Ben, senin övgünü ifa edemem, sen kendini övdüğün gibisin.” Bunun anlamı, sendeki her şeye ulaşamam, demektir.
Böylece Hz. Peygamber tek hadiste, Hakkın ihâta edilemeyişine dikkat çekmek ile kendisinin Hakkı bilmede sonların sonuna ulaştığını bir arada zikretmiştir. Dolayısıyla bu da, sözü edilen âyetin tefsiri gibidir. Âyet şudur: “Varış, ancak rabbinedir.”
Bu bağlamda Hz. Peygamber’in hadislerinde zikrettiğimiz şeye işâret eden pek çok ikazlar bulunmaktadır. Binaenaleyh ifâde edilen meseleyi anlayıp kavradıktan sonra bu hadisleri inceleyen kimse, açık bir şekilde söylediğimizi idrâk eder.
***

Sonra şöyle deriz:
Bu makâmın ve işâret edilen zevkin çeşitli ifâde biçimleri vardır ki, bunlar, çeşitli kalıplarda ona tercüman olurlar:

Buna göre bu nihâî makâmın isimlendirme açısından Kuran’daki adlarından birisi Araf’tır. Allah Teâlâ onun hakkında şöyle buyurmuştur:“Araf mensupları, simâlarından bilinirler.” Böyle bir bilmek, eşyayı bilmede nihâî gayeye ulaşmakla gerçekleşen uçları bilmenin özelliklerinden birisidir; nihâî gayeye ulaşmak ise, bunun ardında olan şeyi bilmeyi gerektirir.
Bu makâmın nübüvvet makâmındaki ifâdesi ve ismi ise, Matladır. Nitekim Hz. Peygamber (sav.), Kuran’ın özelliği ve durumu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Hatta, Kuranın âyetlerinin sırrından her birisinin bir zahri, bir batnı, bir haddi, yedi batna kadar matlaı vardır.”
Başka bir rivayette ise “yetmiş batna kadar” şeklinde rivayet edilmiştir.
Ben de Fatiha Tefsiri’nde buna işâret etmiştim, oraya bakıla!
***

Bu makâmın Ehlullah’ın lisânındaki ismi ve ifâdesi ise, mevkıftir. Mevkıf, her makâmın nihâî mertebesi ve bir sonraki makâma geçiş yeridir.
Bu makâmın kemâl makâmının zevkindeki lisânı ve ismi ise, her iki makâma nispetle her ikisini de birleştiren anlamında Berzah; özel olarak kemâl makâmına nispetle Berzahu’l-berazih yani berzahyarın berzahıdır.
Fefhem!

Altıncı Nas
Hüviyet Gaybı

Hakkın hüviyet gaybı, taayyünsüzlük ve bütün itibarları ortadan kaldıran hakîkî birliği itibarıyla mutlaklığına işâret eder. İsimler, sıfatlar, nispetler ve izâfetler ise, Hakkın kendisini taakkul etmesi (düşünmesi) ve taayyünü cihetinden bunları idrâkinden ibârettir.
Gerçi taayyüne bağlı söz konusu bu taakkul ve idrâk, işâret edilen mutlaklığı takip eder, fakat bu taayyün, her tecellîde Hakkın her düşünce sahibinin düşüncesinde belirlenişine göre mutlak bir taayyündür; ayrıca bu, taayyünlerin en genişidir.
Bu kâmillerin müşâhede ettiği şeydir; bu taayyün zâtî tecellîdir ve en üst tevhit makâmı ona aittir.
Hakkın varlıklar için mebde olması, bu taayyünü takip eder; Mebde bütün itibarların kaynağı ve nispet ve izâfetlerin membaıdır. Bu itibar nispet ve izâfetler, varlıkta açık, düşünce ve zihinlerde ise gizlidir.
***

Hakka dair söylenen Birdir, Vâciptir, Vücûd-ı Mutlak’tır hükmü, zât’a mahsûs ilâhî-ilmî nispette Vücûd’un (Varlık) taayyün etmesinden ibârettir.
Hak başka şeye bir nispeti açısından değil, sadece ilmî nispet yönünden muhakkike göre Mebde diye isimlendirilir.
***

Bunu anla ve düşün!
Bu nasta ilâhî bilgilerin asıllarının aslını sundum!
Mürşid, Allah’tır.

Yedinci Nas
Sâlik ve Sülûk

Hangi yol üzere sülûk ederse etsin her sâlik, amacı Hak olması ve Hak’tan belirli bir sââdet elde etmesi şartıyla, mirac sahibidir; binaenaleyh bu saliğin sülûkü de bir yükseliştir.
Fefhem!

Benzer İçerikler

İktisadi Kalkınmanın Kültür Temelleri – Prof. Dr. Mustafa E. Erkal

yakutlu

Her Hicret Bir İnkılaptır Ali Şeriati

gul

İslamın Bugünkü Meseleleri – Erol Güngör

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy