DEUTSCHLAND yelkenlisi, 26 Ağustos 1944. Rio de Janeiro’dan ayrılalı on bir gün oldu. Belem’de demirledik. Hava sıcak. Alışveriş küçük çapta. Son kömürler de boşaltıldı. Alabileceğimiz yük yok. Safra yerine Rio’dan kum doldurduk. Ambar kapaklarını çivileyip kapattık, yolculuğa hazırız. Akşama doğru yağmur bekleniyor.
Prager köşeyi dönerken, uzaklarda, deniz yönünden gök gürültüleri duyuldu, göğü bir baştan bir başa kaplayan şimşekler bir an için limanı kesin hatlarıyla ortaya çıkardı. Her zamanki gibi bir grup küçük tekne, üç ya da dört yük gemisi ana iskeleye bağlı duruyordu. Deutschland, ırmağın ortasına demirlemişti, limanın tek yelkenlisi olduğundan dikkat çekiyordu.
Yağmur aniden bastırdı. Sıcak ve ağırdı, ırmağın öte yakasındaki ormanda çürüyen bitkilerin kokusuyla doluydu. Prager ceketinin yakasını kaldırdı, eski deri çantasını koltuğunun altına kıstırdı ve balık iskelesinin sonundaki Lizbon Işıkları barına doğru hızla yürüdü.
Müzik sesi, hafif de olsa duyuluyordu, içinde geceden bir şeyler bulunan, ağır, hüzünlü bir sambaydı bu.
Verandaya çıkan merdivenleri tırmanırken gözlüklerini çıkardı ve mendiliyle sildi. Sonra dikkatle takarak içeri bir göz gezdirdi.
Barın öbür ucunda, önünde bir şişe ve bir bardakla oturan Deutschland’ın lostromosu Helmut Richter’le barmenden başka içerde kimseler yoktu. Kalın ceketi, başında denizci kepi olan uzun boylu, iri kıyım bir adamdı bu, uzun sarı saçları ve sakalıyla 28’inden daha yaşlı görünüyordu.
Prager içeri girdi. Elindeki bardağı parlatan barmen başını kaldırdı. Prager onu görmezlikten geldi ve üzerindeki yağmur sularını silkeleyerek bar boyunca yürüdü. Elindeki çantasını ayaklarının dibine bıraktı.
“İyi akşamlar Helmut.”
Richter ağır ağır başını salladı ve içki şişesini kavradı. “Bir içki, Herr Prager? ”
“Hayır, istemem.”
“Makul bir cevap.” Richter bardağını yeniden doldurdu. “Cachaca. Karaciğer kadar beyni de çürüttüğünü söylerler. İyi bir Schnapps’ın yerini hiç bir zaman alamaz, ama otuz dokuzdan beri onu da gördüğümüz yok.”
“Kaptan Berger burada mı? ”
“Gemide sizi bekliyor.”
Prager yeniden çantasını aldı. “O halde hemen kalksak iyi olur. Fazla vaktimiz yok. Beni soran oldu mu?”
Richter cevaplamadan önce, biri, Portekizce, “Hey, Senhor Prager, bu ne güzel sürpriz!” diye seslendi.
Arkasındaki küçük odalardan birinin perdesi açılırken, Prager sese doğru başını çevirdi. Elinde bir şarap şişesi, buruş buruş ve son derece şişman bir adam oturuyordu orada. Terden lekelenmiş haki
üniformasının dikişleri yer yer sökülmüştü.
Prager gülümsemeye çalıştı. “Kaptan Mendoza. Siz hiç uyumaz mısınız? ”
“Pek sık değil. Bu kez ne var, iş mi, eğlence mi? ”
“İkisi de. Biliyorsunuz, Alman uyrukluların durumları bugünlerde güçleşti. Hükümetiniz her zamankinden daha düzenli rapor istiyor.”
“Öyleyse, Berger’le adamlarını şahsen görmeniz gerekli.”
“Her ayın son haftasının ilk günü., Rio’daki adamlarınız bu konuda çok titiz.”
“Ya Senhora Prager nasıl? Uçakta birlikteymişsiniz diye duydum.”
“Birkaç günlük iznim var. Karım da bu tarafları hiç görmemişti. Fırsatı değerlendirmek istedik.”
Richter, bir şey söylemeden kalkıp yürüdü. Mendoza arkasından bakarak, “İyi bir çocuk.” dedi. “Eskiden ne iş yapardı? Bir denizaltıda baş dümenci, Obersteuermann dediklerinden, değil mi? ”
“Sanırım öyleydi.”
“Benimle bir içki içer misiniz? ”
Prager duraksadı. “Çabuk olursa içerim. Bir randevum var da.”
“Berger’le mi?” Mendoza başıyla işaret etti ve barmen tek kelime konuşmadan iki bardağa konyak doldurdu. “Rio’ya ne zaman dönecek? Sabah mı? ”
“Herhalde”.
Prager konyağını yudumladı, tehlikeli bir konuya girmişlerdi. Brezilyalıların, birkaç şileplerinin denizaltıları tarafından torpillenmesine kızarak savaş ilan ettikleri 1942 Ağustosuna kadar Rio’daki Alman büyükelçiliğinde konsolos yardımcılığı yapıyordu. Altmış beş yaşındaydı. Savaş ilanı bir jestten öteye geçmemişti, ama yine de Alman uyrukluların ne olacağı konusunu bir sorun haline getirmişti. Özellikle, batan Alman Deniz Kuvvetlerine bağlı gemilerden kurtulup Brezilya kıyılarına çıkan ve sayıları gitgide artan Alman denizcileri, sorunu daha da güçleştiriyordu.
Ülkede yirmi yıl yaşayan ve üst kademelerdeki görevlilerden iyi kabul gören Prager’e bu işle uğraşma görevi verilmişti. Brezilya ile Almanya arasında beş bin millik bir okyanus vardı, bu yüzden de pahalıya mal olacak toplama kampları kurmaya gerek duyulmamıştı. Brezilya hükümeti, Prager’in kendi yurttaşlarıyla ilgili olarak hazırladığı aylık raporlarla yetiniyordu. Başıboş, işsiz kalmadıkları ve devlete yük olmadıkları sürece herkes memnundu.
“Burada iki yıldır liman müdürlüğü yapıyorum, Deutschland buraya hep düzenli sefer yapar, iki ayda bir
falan,” dedi Mendoza.
“Evet? ”
“O büyüklükte bir gemi için bir süvari, bir ikinci kaptan ve lostromo, altı tayfa ve bir aşçı yeterlidir.”
“Doğru.”
Mendoza, düşünceli bir tavırla şarabından bir yudum aldı. “Aldığım bilgiye göre, bu seferde Berger’in yirmi kişilik mürettebatı var.”
İçten gülümsedi, ama şişman yüzündeki gözleri sert sert bakıyordu. Prager sözcükleri dikkatle seçerek,
“Rio’da çok Alman denizcisi var,” dedi.
“Sayıları da her gün artıyor. Bu savaş, dostum, sizin için pek hayırlı olmadı.”
“Sanırım Berger, elinden geldiğince fazla adama iş vermeye çalışıyor.”
Mendoza’nın yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı. “Pek tabii. Bakın bunu hiç düşünmemiştim. Sizi daha fazla tutmayayım. Belki yarın birlikte bir içki daha içeriz.”
“Ben de isterim.”
Prager hızla dışarı çıktı. Richter onu sahanlıkta bekliyordu. Arkada, yağmur durmaksızın toprağı kamçılıyordu. “Her şey yolunda mı? ” diye sordu.
“Pek değil,” dedi Prager. “Bir şeyler döndüğünün farkında. Ama gerçeği bilmesi mümkün değil. Zaten aklı başında hiç kimse inanmaz bu işe.” Richter’in omuzuna hafifçe vurdu. “Haydi, şimdi gidelim.”
“İçerde söyleyemedi m. Ama biri sizi arıyordu,” dedi lostromo.
Arkada birisi kımıldadı. Prager geri dönerken, beyaz tropik giysileri içindeki bir rahibe gölgeden sıyrıldı.
Boyu bir elliden fazla olmayan ufak tefek bir kadındı. Kaygısız, duru gözleri ve kırışıksız, sakin bir yüzü vardı.
“Rahibe Angela,” dedi Richter.
“…Rio Negro misyonerliğine bağlı İnayet Rahibelerinden. Tanıştırmaya gerek yok Helmut. Rahibe Angela’yla çok eski dostuz.”
Şapkasını çıkararak uzattığı elini, rahibe şaşırtıcı bir güçle sıktı. “Yeniden görüştüğümüze sevindim.”
“Ben de, Herr Prager. Neden burada olduğumu biliyorsunuz sanırım.” “Ah, evet.” Otto Prager gülümsedi.
“Galiba biliyorum.”
Deutschland’ın provasına, liman kuralları gereği, bir çapa feneri asılmıştı. Bir sandalla iskeleden ayrıldıklarında ilk gördükleri şey bu fener oldu. iyice yaklaştıklarında yelkenli kesin hatlarıyla, kara direkleriyle ortaya çıktı.
Prager, iskele merdivenini tırmanırken tekneyi keyifle inceledi. 1881 yılında Clyde’de Hamish Campbell tarafından yapılmış üç direkli bir yelkenliydi bu. Uzun bumbası, zarif yelken pruvası, teknenin sevgiyle, anlayışla ve zevkle yapıldığını ortaya koyuyordu.
Tekne bütün hayatını ticari seferlerde geçirmişti; Newcastle-on-Tyne’-den Valparaiso’ya kömür, Amerika’nın batı kıyısına Şili nitratı, Avusturalya’ya kereste, İngiltere’ye yün taşımış… Bitmez tükenmez yollarda gidip gelmişti. Yelkenlinin gemiler karşısında hayat hakkı kalmayınca da, elden ele geçmiş ve üç kez adı değişmişti. En sonunda Alman asıllı bir aileye ait Mayer Kardeşler adlı Brezilya firması tekneyi satın alarak ona Deutschland adını vermiş ve kıyı ticaretinde çalıştırmaya başlamıştı. Rio, Belem ile Amazon ırmağı ağzının arası, tam yüklü durumda iki buçuk metrelik çekişi olan böyle bir tekne için çok uygun sulardı.
Prager, küpeşteye kadar giderek rahibe Angela’ya elini uzattı. Yakında,
İskelenin üstünde Richter duruyordu. Grandi sereninin dibindeki üç tayfa, tekneye çıkan bu küçük rahibeye hayretle bakıyorlardı. İçlerinden biri koşarak geldi, rahibenin öbür elinden tutmak için uzandı.
Rahibe teşekkür etti. “Kaptan Berger’le ilkin ben konuşsam iyi olur sanırım,” dedi Prager ona.
“Nasıl isterseniz, Herr Prager,” diye karşılık verdi rahibe sakin bir sesle.
Prager, Richter’e döndü. “Sevgili rahibeyi aşağı salona aldıktan sonra beni kaptan kamarasının dışında bekler misin? ”
Richter ve rahibe Angela kaporta merdiveninden inerek kayboldular. Prager de kıça, orta güverteye doğru yürüdü. Sonra durdu, kollarını kavuşturdu, kapıyı vurdu ve içeri girdi.
Kamara küçüktü, sade bir biçimde döşenmişti. Dar bir ranza, üç dolap ve Berger’in oturduğu, üzerinde harita cetveller, ölçme aletlerinin bulunduğu bir masadan başka pek bir şey yoktu içinde.
Kaptan başını kaldırdı, gözlerinde bir rahatlama ifadesi vardı.
“Kaygılanmaya başlamıştım.”
O sıralarda 48 yaşında, orta boylu, geniş omuzlu, kıvırcık siyah saçları ve sakalı hafif kırlaşmış, yüzü denizden ve güneşten yanmış bir adamdı.
“Özür dilerim,” dedi Prager. “Rio’dan buraya uçarken yolda fırtınaya yakalandık. Pilot, Carolina’ya inip hava düzelene kadar orada kalmakta ısrar etti. Dört saat orada bekledik.”
Berger, önündeki kutuyu açarak bir puro çıkardı ve ona uzattı.
“Son savaş haberleri nasıl? ”
“Kötü.” Masanın öbür yanından kendisine uzatılan ateşle purosunu yaktı. “Bu ayın on beşinde Amerikan ve Fransız kuvvetleri Akdeniz kıyısına çıkarma yaptılar, iki gün önce de Fransız tankları Paris’e girdi.”
Berger bir ıslık öttürdü. “Gelecek durak Ren, desene? ”
“Öyle olur sanırım.”
“Sonra da Almanya.” Ayağa kalktı, dolaba doğru yürüdü, açtı ve bir şişe romla iki kadeh çıkardı. “Ya Ruslar ne yapıyor? ”
“Kızıl Ordu Doğu Prusya sınırlarına kadar yaklaştı.”
“Berger kadehlere rom doldurdu ve birini uzattı. “Biliyor musun Otto, biz Almanlar Napolyon’dan bu yana anavatan topraklarını savunma durumuna düşmemiştik, ilginç bir deney olacak bu.”
“Brezilya, şu bir iki yılı geçirecek en iyi yer,” dedi Prager. “Eve dönmek için çok kötü bir zaman seçtik.”
“Ya da tek fırsat bu,” dedi Berger. “Bakış açına göre değişir. Belgeleri getirdin mi? ”
Prager çantasını masanın üzerine koydu. “Her şey tamam. Bana bu çılgınca düşünceden ilk kez söz etmenden sonra Gudrid Andersen yelkenlisiyle ilgili bütün bilgileri topladım. Gemi hâlâ Gothenburg limanında duruyor. Savaşın ilk yılından beri de denize açılmamış.”
“Harika,” dedi Berger. “Bundan sonrası basit bir yolculuk olacak.”
“Bütün hazırlığınız tamam mi? ”
Berger bir dolabı açtı, içinden çıkardığı cankurtaran yeleğini masanın üstüne bıraktı. Yeleğin arkasında Gudrid Andersen-Gothenburg yazılıydı.
“Ve tabii, bu.” Bir İsveç armasını yeleğin yanına koydu. “Bunun da ne kadar önemli olduğunu kabul edersin sanırım,” diyerek gülümsedi. “Her şey hazır, inan bana. Karasulardan çıkar çıkmaz da geminin adını değiştireceğiz.”
“Ya seyir defteri? ”
“Karşı taraftan dostlara rastlarız diye, Gudrid Andersen adına bir sahtesini hazırladım. Deutschland’ın gerçek defterini özel olarak tutmaya devam edeceğiz tabii. Başka türlüsü doğru olmaz.” Yelekle armayı dolaba geri koydu. “Sana gelince, dostum, ne diyebilirim? Şu birkaç ay içindeki sıkı çalışman, topladığın bilgiler, sahte belgeler olmasa, böyle bir girişimi hayal bile edemezdik.”
Prager, sözlerini dikkatle seçerek, “Konuşmamız gereken bir nokta daha var, Erich,” dedi.
“Nedir? ”
Prager durakladı, sonra, “Yedi yolcu daha var,” dedi.
Berger bir kahkaha patlattı. “Alay etme benimle.”
“Hayır, çok ciddiyim. Daha önce de yolcu taşıdın, öyle değil mi? ”
“Yolcu taşıdığımı çok iyi biliyorsun.” Berger’in sesinde öfkeli bir ifade vardı. “Sadece sekiz yolcu için yerim var. Salonun iki yanında ikişer kamara, her kamarada da ikişer ranza. Biliyorsun, bu gemiyi ben dahil on kişi yürütür. Ve çok iyi bildiğin gibi, şu an gemide tam yirmi iki kişiyiz. Yedi yolcu daha gelirse tayfaları nerede yatırırım? İmkânsız bu.”
“Ama yüksüz olacaksın.” dedi Prager. “Gemiye gerçek yolcular alırsan, anlatacağın hikâye daha inandırıcı olur.”
“Kim bu yolcular? ”
“Senin, benim gibi evine dönmek isteyen Almanlar.” Prager derin bir soluk aldı ve devam etti, ”Pekâlâ en kötü yerinden başlayayım. Bunlar rahibe. Negro misyonerliğinden İnayet Rahibeleri. Son iki yıldır, listedeki bütün Almanlar gibi bunları da sürekli ziyaret ediyorum. Üç ayda bir. Yerler uzak olduğundan, yetkililer üç ayda bir ziyaretime izin verdiler.”
Berger, hayret dolu gözlerle bakıyordu. “Tanrı aşkına Otto, ben mi aklımı kaybediyorum, yoksa sen mi? ”
Prager, hiç bir şey söylemeden kalktı ve kamaranın kapısını açtı. Dışarıda Richter puro içiyordu. Prager başıyla işaret etti ve lostromo hızla uzaklaştı.
“Şimdi ne oluyor? ” diye sordu Berger.
“Gelirken birini yanımda getirdim. Öbürleri kıyıda bekliyor. Hiç olmazsa söyleyeceklerini bir dinle.”
“Sen aklını kaçırmışsın. Tek mantıklı açıklama da bu.”
Kapı vuruldu. Prager açtı ve rahibe Angela içeri girdi. “Sîzi Fregattenkapitan Erich Berger’le tanıştırayım. Erich, inayet Rahibelerinden Angela,” dedi Prager.
“İyi akşamlar kaptan.”
Berger hayretle bu küçük rahibeye bir an baktı, sonra Prager’in kolundan yakalayarak onu kamaranın dışına, yağmura çıkardı. Kapıyı da ardından çekti.
“Ne yapacağım ben şimdi? Ne söyleyeceğim ona? ”
“Kaptan sensin,” dedi Prager. Kararlan başka biri değil, sen verirsin. Ben seni burada bekliyorum.”
Sonra, iskele tarafındaki mizana çarmıklarına doğru yürüdü. Berger hafiften bir küfür savurdu, duraksadı, sonra içeri girdi.
Angela, masanın yanında durmuş, üstü camla kapalı kutudaki kronometreyi inceliyordu. Başını kaldırdı.
“Çok güzel, kaptan. Çok güzel. Nedir bu? ”
“Denizcinin yıldız ölçeceği, rahibe,sekstant’la birlikte kullanırız. Eğer güneşin, ayın ve yıldızların konumlarını saptayabilirsem, dünya üzerindeki kesin noktamı bulabilirim. Tabloların da yardımıyla tabii.”
Angela masaya döndü. “Britanya Amirallik haritası. Neden öyle? ”
“Çünkü en iyisi onlar,” dedi Berger. Kendini çok çaresiz hissetmeye başlamıştı.
“Anlıyorum.” Angela aynı sakin sesiyle devam etti, “Bizi de birlikte alacak mısınız? ”
“Bakın, rahibe. Oturun da size açıklayayım,” Masaya bir harita serdi. “Şimdi bu noktada, Amazon’un ağzındayız, izleyeceğimiz yol da şöyle.”
Parmağıyla, Azorlardan ve batı İrlanda’dan geçen bir yol çizgi.
“Buraya kadar gelebilsek bile, ondan sonra çok daha büyük tehlikelerle karşılaşabiliriz.” Parmağıyla haritaya vurdu, “İskoçya’daki llcbrid adalarının yakınından geçmek zorundayız. Yelkenli gemilerin mezarlığıdır burası, özellikle kötü havalarda. Ve burada haftanın altı günü hava kötüdür. Oradan kurtulabilirsek Norveç’e gitmek için Orkneys geçidini geçmemiz gerek, sonra da Katteyat yoluyla Kiel’e varacağız.” diye ekledi alaycı bir edayla.
“Sadece beş bin mi? ”
“Peki, ne kadar zamanda varırız? ”
Sorunun farkına varmadan cevaplandırdı. “Kesin bir şey söylenemez. Kırk, belki de elli gün. Her şey havanın durumuna bağlı.”
“Bu koşullar altında oldukça uygun.”
“Buraya nasıl geldiniz söyler misiniz? ” dedi Berger.
“Bir yolcu gemisiyle. Adı Bremen. Savaştan az önceydi, tabii.”
“Güzel bir gemi. Rahat kamaralar, sıcak su. Birinci sınıf bir oteli aratmayacak kadar iyi yemekler. Her an hizmete hazır kamarotlar.”
“Ne demek istiyorsunuz kaptan? ”
“Şunu. Bu gemide hayat çok farklı olacak. Kötü yemekler, sıkışık yerler. Her gün boşaltılması gereken tuvalet kovaları. Yıkanmak için sadece tuzlu su. Ve fırtına-yelkenlide gerçek bir fırtına- çok korkutucu bir deney olabilir. Kötü havada, zaman olur on beş gün boyunca teknede kuru bir nokta bulamazsınız.
Tepenizde kudurmuş dalgalar güvertenin tahtalarını parçalamaya çalışırken, ıslak battaniyeye sarınıp ranzaya yattınız mı hiç?” Masadaki haritayı dikkatle katladı ve kararlı bir sesle, “özür dilerim. Bu tartışmayı daha fazla uzatmanın bir anlamını görmüyorum,” dedi.
Angela, düşünceli düşünceli başını salladı. “Bir şeyi açıklar mısınız? Bir Alman deniz subayı, nasıl oluyor da bir Brezilya ticaret gemisine komuta ediyor? ”
“Essen adlı bir denizaltı ikmal gemisinin kaptanıydım. Bir ABD yakıt gemisi, George Grant olarak kendimizi gizliyorduk. Güney Atlantik’te üçüncü seferimizde bir İngiliz denizaltısı durumu fark edip bizi torpilledi. Aynı biçimde Deutschland’ı bir İsveç gemisi gibi gizlemeye çalışmamı akılsızca bulabilirsiniz.”
“Brezilya’ya nasıl geldiniz? ”
“Bir Portekiz yük gemisi bizi aldı ve Rio’da Brezilya yetkililerine teslim etti. Brezilyalılar işsiz kalmadığımız sürece bize pek dokunmuyorlar. Deutschland’ın sahibi Mayer Kardeşler kıyı ticaretiyle uğraşırlar. Brezilya uyruklu, ama Alman asıllıdırlar. Bir çoğumuza yardım ettiler. Ayda bir Rio’den Belem’e ve geriye yük taşırız.”
“Sizde gemilerini çalarak onlara borcunuzu ödüyorsunuz.”
“Bu da bir görüş. Gerçekleri öğrendiklerinde beni bağışlayacaklarını umuyorum. Ama başka çaremiz yok.”
“Neden yok?”
“Brezilyalılar savaşa daha etkin bir biçimde katılmaya hazırlanıyorlar. Geçen ay İtalya’ya asker gönderdiler. Kalırsak burada durumumuz çok güçleşebilir.”
“Başka bir neden yok mu? ”
“Olduğunu mu düşünüyorsunuz? ”
Angela, ellerini kavuşturdu ve bir şey söylemeden bekledi. Berger omuz silkti, masasının çekmecesinden bir cüzdan çıkardı. İçinden aldığı fotoğrafı ona uzattı. Tuzlu suyun etkisiyle rengi bozulmuş ve oldukça kırışmıştı, ama yan yana duran üç küçük kızın yüzlerindeki gülümseme hâlâ seçilebiliyordu. “Sizin çocuklarınız mı? ”
“Kırk birde çektirmiştik. Heidi, soldaki, şimdi on yaşında. Eva sekizinde, Else de ekimde altısına girecek.”
“Ya anneleri? ”
“Üç ay önce Hamburg’da bombardımanda öldü.”
Angela hemen haç çıkardı. “Çocuklara ne oldu? ”
“Herr Prager Arjantin’deki büyükelçiliğimiz yoluyla sordurdu. Annemle birlikte şimdi Bavyera’dalarmış.”
“Bağışlayan Tanrı’ya teşekkür etmelisiniz.”
“Öyle mi dersiniz? ” Berger’in yüzü birden solmuş, hüzünlenmişti. “Almanya’nın işi bitik, rahibe. Sadece birkaç ayı kaldı. Hayat ne kadar zorlaşacak, düşünebiliyor musunuz? Annemse çok yaşlı. Ona bir şey olursa…” Bedenini bir ürperti kapladı ve dirsekleriyle masaya yaslandı. “Onlarla birlikte olmalıyım, bana orada ihtiyaçları var, savaşın adından başka şeyi olmayan burada, dünyanın bu uzak köşesinde değil.”
“Bunun için de her şeyi göze almaya hazırsınız.”
“Evet, yirmi yıl önce kızağa çekilmesi gereken yamalı bir tekneyle İngiliz ve Amerikan donanmalarının egemen olduğu denizlerden geçen beş bin millik bir yol. Kimsenin hatırlamadığı kadar uzun süre önce son kalafatı yapılmış döküntü bir tekne. Umutsuz bir yolculuk.”
“Ama Herr Richter, lostromonuz bunu göze alıyor.”
“Helmut başkadır. Tanıdığım en iyi denizci o. Yelkenli teknelerde uzun, değerli deneyleri var. Daha çocukken Fin yelkenlileriyle Şili’den nitrat taşımış. Size bu anlamlı gelmeyebilir, ama bir denizci için…”
Ama Herr Prage’e güre, sizin umutsuz diye nitelendirdiğiniz bu yolculuğu yapmaya hazır yirmi kişilik bir mürettebatınız da var.”
“Çoğunun nedeni aşağı yukarı benimkinin aynı. Rio’da bizim yerimizde olmak isteyen en az yetmiş kişi biliyorum, iki hafta önce Rio rıhtımındaki bir Almanın barında son on kişilik yer için kura çektiler.”
Başını salladı. “Hepsi evlerine dönmek istiyorlar, görmüyor musunuz? Ve bunun için de her şeyi göze alırlar.”
“Ben ve dostlarım onlardan farklı, öyle mi? Bizim de ailelerimiz, sizin gibi sevdiklerimiz var kaptan. Dahası, gelişmeleri düşünürsek, ülkede bize olan ihtiyaç çok daha fazla.”
Berger, bir süre durarak ona baktı, sonra başını sallayarak, “Olmaz. Zaten çok geç kaldınız. İsveç pasaportu edinmeniz gerekli. Prager hepimizin belgesini hazırladı,” dedi.
Angela ayağa kalktı, kamaranın kapısını açarak seslendi, “Herr Prager!”
Prager içeri girdi, “Ne var? ”
“Belgelerim, lütfen. Şimdi alabilirim değil mi? ”
Prager çantasını açtı, içini biraz aradı, sonra bir pasaport çıkararak Berger’in masasının üstüne bıraktı.
Berger gülümsedi. “İsveç pasaportu bu.” Kapağını açtı, pasaporta rahibe Angela’nın fotoğrafı yapıştırılmıştı. Başını kaldırdı. “Bizi biraz yalnız bırakabilir misiniz, rahibe? Sevgili dostumla iki çift söz etmek istiyorum.”
Angela durakladı, Prager’e bir göz attı ve dışarı çıktı.
“Bak Erich, bırak da açıklayayım,” dedi Prager.
Berger pasaportu tutup kaldırdı. “Böyle bir şeyi yirmi dört saat içinde edinmek pek mümkün değil. Çok önceden planlamıştın bunu. Neden bana söylemedin? ”
“Çünkü tepkin şimdikinden farklı olmayacaktı.” ‘
“Sen de benim hayır diyemeyeceğim bir zamana kadar işi beklettin, öyle mi? Ama yanıldım. Oyununa gelmeyeceğim. Sonra bunların misyonlarına ne oldu? Birden bire önemini mi yitirdi? ”
“Brezilya İçişleri Bakanlığı Kızılderililere karşı uyguladığı politikayı değiştirdi; şimdi onları çıkarıp yerlerine beyazları yerleştiriyorlar. Misyon da zaten kapanmak üzereydi: ”
“Bunlar çocuk bakmıyorlar mı? Bu yetenekleriyle başka yerde de iş bulabilirlerdi her halde.”
“Onlar da Alman, Erich. Brezilyalıların kayıp listeleri İtalya’dan buraya ulaştığımda durumları ne olur, düşünebiliyor musun?”
Uzun bir sessizlik oldu. Berger pasaportu aldı, açtı ve resmi yeniden İnceledi.
“Bu kadın bizim için sorun olacak. Kendi burnunun doğrultusunda gitmeye alışmış birine benziyor.”
“Saçma,” dedi Prager. “Ailesini çok eskiden tanırım. Prusya’nın köklü bir ailesidir. Babası süvari generaliydi. Kendisi de 1918’de Batı Cephesinde hemşirelik yapmıştı.”
Berger şaşkınlığını gizleyemedi. “Bir inayet Rahibesi için garip bir kökeni var. Sonra durumları mı bozuldu? Yoksa bir skandal falan mı? ”
“Hiç değil. Genç bir delikanlı vardı, sanıyorum. Bir havacı.”
“…ve bir güzel günde geri gelmedi, o da bu hayata kendini adadı.” berger başını salladı. “Çok kötü bir hikâyeye benziyor.”
“Bütünüyle yanlış anladın Erich. Benim bildiğim kadarıyla, delikanlı kızı atlatmak için bu oyunu uydurmuş. Kız da onu ölü sanmış. Neredeyse hayatına mal olacak bir sinir bunalımından kurtulmak üzereyken bir gün delikanlıyı Unter den hinden’de başka bir kızın kolunda yürürken görmüş.”
Berger ellerini kaldırdı. “Yeter. Yenilgiyi kabul ediyorum, içeri çağır onu.”
Prager kapıyı açtı. Angela hemen dışarıda, lostromonun yanında bekliyordu.
“Siz kazandınız, rahibe,” dedi Berger. “Richter’e söyleyin, arkadaşlarınızı da almak üzere sizi kıyıya götürsün. Gece ikiye kadar burada olur Kalkış saatinde gemide olmazsanız sizi bırakırız.”
“Tanrı sizi korusun kaptan.”
“Tanrı’nın beni korumak dışında yapacağı çok şey var.” Kapıya doğru yürürken ekledi, “Bir şey daha.
Zamanı gelmeden bunu mürettebata duyurmamaya çalışın.”
“Bizim gemide olmamız onları rahatsız eder mi? ”
“Hem de nasıl. Denizcilerin kör inanları çoktur. Her şey bir yana, cuma günü yelken açmak belâyı davet etmek demektir. Bir din adamını yolcu olarak almak da aynı şeydir. Yedi rahibeyle sefere çıkınca hele, dünyadaki bütün belâları başımıza toplayacağımızdan kuşkum yok.”
“Beş, kaptan. Yalnızca beş,” dedi Angela ve çıktı.
Berger, Prager’e döndü. “Yedi yolcu demiştin.”
“Doğru.” Prager çantasından iki İsveç pasaportu daha çıkararak masaya koydu. “Biri Gertrude’nin, biri de benim. O da eşyalarıyla birlikte rıhtımda bekliyor. Bu arada, benden istediğin telsizi de getirdiğimi hemen söyleyeyim.”
Berger’in ağzı şaşkınlıkla açıldı. “Sen ve karın? ” dedi kalın sesiyle. “Aman Tanrım! Otto, ama sen altmış beş yaşındasın. Sonra, Berlin’deki üstlerin ne derler bu işe? ”
“Duyduklarıma göre, Ruslar oraya benden önce varacaklar. Onun için bir sorun olmayacak.” Prager gülümsedi. “Görüyorsun Erich, biz de eve dönmek istiyoruz.”
Saat ikiden az önce Berger orta güverteye çıktığında yağmur daha da hızlanmıştı. Bütün mürettebat alt güvertede toplanmıştı. Yüzleri solgundu, muşambaları güverte ışığında pırıl pırıldı.
Berger korkuluğa dayandı, öne doğru eğildi ve alçak sesle konuşmaya başladı. “Fazla şey söylemeyeceğim. İşi biliyorsunuz. Çok zor bir yolculuk olacak. Ama söylediklerimi yaparsanız, siz, ben ve şu yaşlı Deutschland hep birlikte başaracağız.”
Aşağıda bir kaynaşma oldu, o kadar. Berger, madeni bir sesle konuşmasını sürdürdü, “Bir şey daha var. Çoğunuzun da gördüğü gibi, gemide yolcular var. Rio büyükelçiliğinden konsolos yardımcısı Herr Prager, eşi ve Negro misyonerliğinden beş rahibe.”
Durdu. Herkes yeniden konuşmasını beklerken yağmurun sesinden başka şey duyulmuyordu. “Rahibe,” dedi. “Ama yine de kadın ve yolumuz oldukça uzun, onun için kesin konuşuyorum. Çizgiyi aşan ilk adamı kendi elimle vururum. Bunu seyir defterine kaydedin.” Doğruldu. “Şimdi herkes görevinin başına.”
Berger geri dönerken, karanlıktan çıkan ikinci kaptan yanına yaklaştı. Deniz teğmeni Johann Sturm, Westphalia’nın Minden kentinden, uzun boylu, sarışın bir delikanlıydı. Üç gün önce yirminci yaş gününü kutlamıştı. Richter gibi o da denizaltıcıydı, bir denizaltıda vardiya subaylığı yapmıştı.
“Her şey yolunda mı, Bay Sturm? ” diye Berger alçak sesle sordu.
“Sanırım kaptan.” Sturm’un sesi olağanüstü sakindi. “Herr Prager’in Rio’dan getirdiği telsizi talimatınız üzere kamarama yerleştirdim. Pek yeterli sayılmaz, efendim. Gücü çok sınırlı.”
“Hiç yoktan iyidir,” dedi Berger. “Ya yolcular, iyice yerleştiler mi? ”
“Evet, efendim.” Delikanlının sesinde eğlenceli bir ifade seziliyordu. “Buna yerleşmek denebilirse.”
Arkadan beyaz giysili biri göründü; rahibe Angela’ydı bu.
Berger yutkundu ve sesini kısarak, “Yola çıkabilir miyiz, Bay Sturm?” dedi.
Rahibe Angela neşeli bir edayla sordu, “Hareket ediyor muyuz, kaptan? Sizi seyretmeme izin var mı?”
Berger, çaresizlik içinde ona baktı. Şapkasının kenarlarından yağmur sızıyordu.Sonra Sturm’a dönerek,
“Sadece randa yelkeniyle dış floayı açın, Bay Sturm. Zinciri de bırakın gitsin,” dedi.
Sturm emri tekrarladı ve gemide birden bir hareket başladı. Tayfalardan biri başaltı kapağını kapattı.
Başka bir dört kişi halatlara asıldılar, randa yelkeni yavaş yavaş yükseldi. Bir süre sonra da güverteden kayarak ” suya düşen zincirin sesi duyuldu.
Richter dümene geçmişti. Ama bir süre hiç hareket görülmedi. Sonra rahibe Angela başını kaldırdı ve bulutların arasından yıldızların kayarak geçtiğini gördü.
“Hareket ediyoruz kaptan! Hareket ediyoruz!” diye bağırdı. Bir çocuk kadar heyecanlıydı.
“Görüyorum,” dedi Berger. “Şimdi lütfen aşağıya iner misiniz? ”
Angela, istemeye istemeye aşağı inerken kaptan bir iç geçirdi ve lostromoya döndü. “Gereğince yol ver, Richter. Komuta senin.”
Richter, bir hayalete benzeyen ve ardında fosforlu bir iz bırakarak ilerleyen gemiyi ağır ağır limanın ağzından çıkardı.
On beş dakika kadar sonra, Kaptan Mendoza, yanında bir bayan arkadaşıyla barda kağıt oynayıp ıslıkla Lizbon Işıkları şarkısını çalarken, balık iskelesini gözlemekle görevlendirdiği adam hızla içeri girdi.
“Ne oluyor? ” diye sordu Mendoza, sakin bir sesle.
Deutschland, Senhor Capitan,” diye fısıldadı gözcü. “Gitmiş.”
“Öyle mi ? ” Mendoza kartları masaya bıraktı ve ayağa kalktı. “Ona göz kulak ol, Joze!” diye seslendi barmene. Şapkasını, muşambasını aldı ve dışarı çıktı.
Balık iskelesinin sonuna vardığında yağmur daha da hızlanmış, kalın, karanlık bir perde haline gelmişti.
Avuçlarının içine gizleyerek purosunu yaktı ve karanlığı delmeye çalışarak denize baktı.
“Yetkililere haber verecek misiniz, senhor!” diye sordu gözcü.
Mendoza omuz silkti, “Haber verecek bir şey yok. Kaptan Berger, Rio’ya bir an önce dönmek istemiş olsa gerek. Buradan yol en az bir hafta sürer, ama bu havada da ne olacağı pek bilinmez. Bir soruşturma gerekirse, bunu Rio’da düşünürler.”
Gözcü kuşkulu kuşkulu baktı ve başını sallayarak, “Nasıl isterseniz, senhor,” dedi.
Mendoza, ırmak boyunca, Amazon’un ağzına ve denize uzun uzun baktı. Almanya ne kadar uzakta?
Neredeyse beş bin mil. Ayrıca Amerikan ve İngiliz donanmalarının denetimindeki bir okyanusu aşmak gerek. Ve nasıl bir tekneyle? ömrünü çoktan doldurmuş üç direkli bir yelkenliyle.
“Salaklar,” dedi yavaşça. “Zavallı, aptal, harika salaklar.” Geri döndü ve balık iskelesi boyunca yağmur altında yürüdü.
İKİ
değil. Bu arada, aşağıyı da denetledim. Hafif hasar var. Yaralı yok.”
“Teşekkürler,” dedi Jago. “Duman kovanlarını ateşlemen akıllıca bir işti.”
Sağ elinin hafifçe titrediğini fark etti ve elini önüne getirerek uzattı.
“Baksana şuna. Daha dün, burada kötü havadan başka savaşacak şey yok diye yakınıyordum.”
“Teğmenim, Heidegger’in bu konuda ne dediğini biliyorsunuz.”
“Hayır, bilmiyorum Jansen. Ama bana anlatacağından eminim.”
“Heidegger’e göre, ölümü kararlı bir biçimde göğüslemek gerçek yaşam için gereklidir.”
“İki yıldır yaptığım tek şey de bu. Ve bütün bu süre içinde de sen benim bir metre yakınımdaydın,” dedi Jago sakin bir edayla. “Bu durumda Heidegger’i ne yapabileceğini söylememe gerek yok. Aşağıya inip biraz kahve pişir, ben de bu arada rotayı yeniden kontrol edeyim.”
“Emredersiniz teğmenim.”
Jago, dümen kamarasına geçerek harita masasının koltuğuna kendini bıraktı. Dümende Petersen duruyordu, savaştan önce on yıl kadar ticaret gemilerinde çalışmış, bu arada iki kez Antarktika’ya balina seferine çıkmış birinci sınıf bir denizciydi.
“Nasılsın? ” diye sordu Jago.
“İyidir, teğmenim.”
Jago, önüne 1796 tarihli bir İngiliz Amirallik haritası yaydı. Barra Head’dan Skye’ya. Güney Uist, Barra, hemen altında dağınık adalar ve zincirin güney ucunda, varacakları yer, Fhada adası. Kamaranın kapısı açıldı ve Jansen elinde kahve kabıyla içeri girdi.
“Ne felâket bir yer,” dedi Jago, parmağıyla haritaya vurarak. “Bütün bölgede manyetik sapmalar var.”
“Bir bu eksikti,” dedi Jansen. “Üstelik kapalı havada rota çizmeye çalışırken.”
“Uist’in güneyindeki şu adalar birer mezarlık,” diye devam etti Jago. “Bu kahrolası haritanın neresine baksan Büyük Kayalıklar ya da Tehlikeli Denizler yazıyor. Biri bitiyor, öbürü başlıyor.”
Jansen, sarı muşambadan tütün paketini açtı, kapıya yaslanarak cebinden çıkardığı piposunu doldurmaya başladı. “Yola çıkmadan önce Mallaig’de bazı balıkçılarla konuştum. Bazan hava öylesine sertleşirmiş ki, Fhada’ya haftalarca ulaşmak mümkün olmazmış.”
“En kötü hava da Atlantik fırtınalar iç kesime geldiğinde görülür,” dedi Jago. “Kışın nasıl olur Tanrı bilir.”
“Peki, Amiral Reeve ne yapar böyle bir yerde dersiniz? ”
“Bana sorma. Mallaig’de aldığımız muhabere postasında onun adını görünceye kadar orada olduğunu bilmiyordum bile. Normandiya’ya çıkarma yapıldığı günden beri de ondan hiç söz edildiğini duymadım. Donanma İstihbaratında harekât başkan yardımcısıydı ve o sırada Möwe sınıfı torpidolarının batırdıkları Suenner adlı Norveç destroyerinde bulunuyordu. Sağ gözünü kaybetti. Sol kolu da işe yaramaz hale geldi.”
“Yaman adam,” dedi Jansen. “MacArthur ayrıldıktan sonra Corregidor’dan yola çıktı. Cagayan’a kadar altı yüz millik bir yolu küçük bir yelkenliyle aştı ve son uçaklardan biriyle de çıktı geldi.
Hatırladığım kadarıyla, Midvvay’de bir destroyerle denizin dibini boyladı, Yorktovn’la onu kurtardılar.
Sonra yine başka bir gemiyle battı.”
“Dikkat et, Jansen. Omzu kalabalıklardan söz ederken heyecanını saklayamıyorsun.”
“Ama bu herhangi bir Amiral değil, teğmenim. Deniz savaşları konusunda mükemmel bir tarih kitabının ve John Paul Jones’un en iyi biyografisinin yazarı. İnanın bana, bu adam gerçekten okuyup yazabiliyor.”
Jansen, kibriti piposunun ağzına tutarak konuşmasını sürdürdü. “Bir deniz subayı için büyük başarı Sanırım teğmenim de bu görüşe katılacaklardır.”
“Jansen,” dedi Jago. “Defol!”
Jansen çıkarken Jago geri döndü ve Petersen’i gülerken yakaladı. “Haydi, sen de! Dümeni ben alıyorum.”
“Emredersiniz, teğmenim.”
Petersen çıktı ve Jago sigara paketine doğru uzandı. Parmakları artık titremiyordu. gambot bir dalgayı daha aştı. Yağmur pencerenin camını kırbaçlıyordu. O anda, biraz daha hayretle ağrıyan sırtına ve hayatının bir kaç yılını alıp götüren sürekli yorgunluğuna rağmen keyfinin yerinde olduğunu düşündü.
1941 martında Yale üniversitesindeki hukuk fakültesinden ayrılmış ve donanmaya katılmıştı. Solomon adaları harekâtında, İkinci Müfrezede bir PT botunda görev almıştı. Guadalkanalı savaşı altı ay sürmüştü. Jago bu savaşa on dokuz yaşında bir acemi er olarak girip, batan iki gemiden kurtularak Donanma Haçı nişanlı bir asteğmen olarak çıkmıştı.
Daha sonra İkinci Müfrezeye yeni bir görev verilmiş ve Stratejik Hizmetler Bürosunun (O.S.S.) isteğiyle Fransız kıyılarından Amerikan ajanlarını toplamak için İngiltere’ye dönmüştü. Jago, Manş’ta, Cherbourg’dan gelen Alman denizaltılarıyla sürekli çatışma içinde yine de canlı kalmayı başarmıştı.
Büyük çıkarma günü, Omaha kumsalının cehenneminden bile yakayı sıyırmıştı.
Ancak 28 haziranda Manş’ı geçmek üzere Lyme Körfezinde bekleyen Amerikan çıkarma gemileri Alman denizaltılarının saldırısına uğrayınca talihi ters dönmüştü Jago Portsmouth’dan aldığı postayı körfeze getirirken Alman Deniz Kuvvetlerinin en iyi altı gemisiyle karşı karşıya kalmıştı. Hiç bir zaman unutamayacağı on dakikalık bir çatışma sonunda birini batırmış, bir ikincisini yaralamış, ama mürettebatından da beş kişi ölmüş, gemisi batmıştı. Çatışmada Jago sol bacağından bir şarapnel yarası almış, sağ yanağı da parçalanmıştı.
Ağustosta hastaneden taburcu edildiğinde, kendisine mürettebatından geriye kalan dokuz kişiyi verdiler ve yeni bir görev yüklediler: Hebridlerde çeşitli Amerikan ve İngiliz hava gözlem istasyonları arasında posta taşımak. Böylece uzun zamandır ilk kez dinlenmiş oluyordu. Ama emrine verilen gemi, savaş öncesinden kalma, İngiliz Donanmasına ait bir gambottu ve yirmi milden fazla yol verdiğinde bütün tekne baştan aşağı sallanmaya başlardı. Gemiye, her nedense çeşitli anlamlara gelebilen bir ad vermişler ve kaptan köprüsünün hemen altına da yazmışlardı: Çıkmaz Sokak.
Sadece birkaç ay için, demişti müfreze komutanı Jago’ya. Bunu bir izin olarak kabul et. Demek istediğim şu,
DEUTSCHLAND yelkenlisi 9 Eylül 1944. Boylamı 25 derece 01 dakika kuzey, enlemi 30 derece 46 dakika batı Belem’den ayrılışın on dördüncü günü. Rüzgâr kuzey batıdan 6-8 gücünde. Paraketeye göre saatte 12 mil hızımız var. Son yirmi dört saatle iki yüz yirmi sekiz mil yaptık. Frau Prager, Belem’den ayrıldığımızdan beri deniz tutmasından rahatsız, yataktan kalkamıyor. Gittikçe zayıf düşmesi bizi kaygılandırıyor. Akşama doğru yağmur başladı.
Hebridler çevresindeki denizler için yapılan sabahki hava tahmin raporları hiç de iç açıcı değildi: Rüzgâr saatte 5-6 deniz mili gücünde ve sağanak halinde yağış. Skye’nin kuzey batı kıyısı açıkları olabildiğince kötü, ufuk çizgisinden başlayan, yağmurla dolu ağır, kara bulutlar.
Zaman zaman görünen birkaç martı dışında denizde hareket eden tek şey, güney batı yönünde, Barra’ya doğru yol alan bir gambottu. Boz renkli sabahta tek renkli şey de, teknenin yıldızlı, yollu bandırasıydı.
Saat altı on beşte şafak sokmuştu, ama saat dokuz otuz olduğu halde İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri uçaklarının havalanmalarını önleyecek kadar kapalı bir hava vardı. gambottan hiç kimse, kıç taraftan yaklaşan bir Junkers 88S’i göremediği için suçlanamazdı, ilk açılan ateş, teknenin iskele yanındaki suyu beş metre yüksekliğe fışkırttı. Uçak ikinci dönüşünü yaparken, pilot yerinin arkasından ateş açan 13 mm’lik makineli teknenin kıçındaki dümen kamarasının yarısını parçalayıp götürdü.
Aşağıda bir saat kestirmeye niyetlenen Harry jago anında uyandı, ranzadan atlayarak kaporta merdivenini hızla tırmandı. Güverteye çıktığında da, topçu mürettebatının 20 mm’lik çifte uçak savardaki yerlerine doğru koştuklarını gördü jago bir hamleyle onları geçti ve koltuğa oturarak tetiğe sarıldı.
Junkers’in ikinci dalışında, ağır, kara bir duman güverteyi yalayıp geçti, Jago ateş etmeye başladı.
Junkers daldığı saatte dört yüz mil hız yapıyordu. Jago, topu çevirerek onu izledi. Yukarıda, köprüde ise Jansen, Browning’i çalıştırıyordu. Ama boşunaydı. Junkers iskele yanından kıvrılarak yükseldi, kara duman bulutları içinde kayboldu.
Jago, elleri tetik koluna yapışmış, bir süre bekledi. Sonra yerinden kalktı ve uçaksavar sorumlusu Harvey Gould’a döndü.
“Sen ve adamların, beş saniye geç kaldınız.”
Top mürettebatı rahatsızca kımıldandılar. “Bir daha tekrarlanmaz, teğmenim,” dedi Gould.
“Dikkat edin de tekrarlanmasın.” Jago, gömlek cebinden buruşuk bir paket sigara çıkardı ve birini dudaklarının arasına sıkıştırdı. Solomon’ları, Normandiya çıkarmasını, daha da kötüsü Manş’taki denizaltı filoları badirelerini atlattıktan sonra Hebridlerde ölmek doğrusu gülünç olacaktı.”
Junkers’in pilotu yüzbaşı Horst Necker, saldırının saatini tam 09.35 olarak kayda geçti.önemsiz bir vur kaçtı bu. Sıkıcı bir devriye uçuşunu renklendiren bir olaydı, özellikle onun gibi bir pilot için. O yılın baharında Londra’ya yeniden yapılmaya başlanan gece akınlarında seçkin Gruppe l/KG66’da görev almış ve görevdeki başarısından dolayı daha iki ay önce kendisine Şövalye Haçı nişanı verilmişti.
Trondheim’daki KG 40 üssüne atanması, cephe gerisine dönmek gibi bir şeydi. Bu üs, nakliye ve hava gözlem istasyonu olarak çalışıyordu. Ama ona verilen JU 88S uçağı gerçekten üstün nitelikli, bütün hava koşullarında uçabilen ve saatte dört yüz mil hız yapabilen bir uçaktı.
O sabahki görevinin yalnızca bir amacı vardı. Kesin günü belli olmayan, ancak o hafta içinde Liverpool’dan Rusya’ya hareket edecek konvoyu gözlemek. Otuz bin fit yükseklikten İskoçya’yı geçmiş, birkaç saat Dış Hebridlerin batısında boşu boşuna dolaşıp durmuştu.
Bulut tabakasının ne kadar aşağıda olduğunu anlamak için alçaldığı sırada, bir talih eseri gambotu görmüştü. Hedefi bir kez gördükten sonra da bırakıp gidememişti.
İkinci saldırıdan sonra dik bir yükselişe geçerken, yardımcı pilot Rudi Hubner heyecanla güldü, “Hedefi bulduk galiba Herr Hauptmann. Aşağıda çok duman var.”
“Sen ne dersin Kranz? ” Necker arka topçuya seslendi.
“Bana paçayı kurtardılar gibi geliyor, Herr Hauptmann,” diye cevap verdi Kranz. “Aşağıdakiler işlerini biliyorlar, ayrıca bunlar İngiliz, de değil. İkinci dalışta Amerikan bayrağı gördüm. Belki kardeşim Ernst’ti,” diye ekledi üzgün bir sesle. “Kendisi Amerikan donanmasında. Size daha önce söylemiş miydim?”
“Telsizci Schmidt güldü. “Londra üstünde sağ motorlarımız tutuştuğundan bu yana en az elli yedi kez anlattın. Aile içinde hiç değilse bir kişinin kafasının çalıştığını gösterir bu.”
Hubner ona aldırmadan, “O halde kesin değil, Herr Hauptmann,” dedi.
Necker, hayır diyecekti ama çocuğun gözlerindeki umut ışığını görünce vazgeçti. “Evet, galiba. Şimdi çıkalım buradan.”
Jago kaptan köprüsüne çıktığında Jansen ortada görünmüyordu. Browning’e yaslanarak aşağıya baktı.
Duman bütünüyle temizlenmişti ve Gould yanmış kovanları küpeştenin altından denize atıyordu.
Güvertenin iskele küpeştesi yanındaki uçaksavar topu çehresi karmakarışıktı. Ama onun dışında her şey iyi görünüyordu.
Jansen, arkadaki merdivenden çıkageldi. Uzun boylu, iri kıyım bir adamdı. Karışık kara sakalları, başında el örgüsü bir kep, üzerinde rütbe işaretleri görünmeyen bir ceket bulunan Jansen geminin vardiya astsubayıydı. Savaştan önce Harvard’da Ahlâk Felsefesi öğretmenliği yapan ve hasta derecede yat tutkunu olan Jansen, kendisini subaylığa yükseltmek için gösterilen bütün çabalara başarıyla karşı koymuştu.
“Yalnız bir kurttu, teğmenim.”
“Haklısın,” dedi Jago. “Hebridlerde bir JU 88.”
“Dönüş hızına bakılırsa, Mareşal Göring’in son modellerinden biri olsa gerek.”
“Ama ne arıyordu buralarda? ”
“Biliyor musunuz teğmenim,” dedi Jansen yatıştırıcı bir sesle. “Bugünlerde artık neyin ne olduğu hiç belli
oralarda hiç bir şey olmaz, Harry.
Jago, ister istemez gülümsedi. Yağmur hızlanmış, camlara iyiden iyiye yüklenmeye başlamıştı. Dümen avuçlarını zorluyordu. Deniz şimdi bütün hayatı olmuştu onun. Ekmek ve su gibi, bir kadından bile önemli. Bütün bunları savaş koşulları yüklemişti ona, ama savaş sonsuza dek süremezdi.
Kendi kendine mırıldandı, “Bütün bunlar bittikten sonra ben ne yapacağım? ”
Tümamiral Carey Reeve bazan hayatın ne anlama geldiğini düşünürdü. Günlerin boşluğu artık çekilmez olunca ve derin bir tutkuyla sevdiği bu ada ona cezaevi gibi görünmeye başlayınca düşünürdü bunu.
Böyle zamanlarda genellikle, Gal dilinde Dun Bhuide denen Sarı Kale tepesine gelirdi. Fhada adasının güney batı ucunda, Telgraf Körfezinin hemen üstündeydi bu yer. Körfezin adı da, bu yüzyılın başında buraya bir Marconi istasyonu kurma yolunda gösterilen çabalardan kalmaydı ;Gri renkli suya sokulmuş beyaz bir kum şeridinden oluşan körfez, yüz otuz metrelik dik bir uçurumun dibinde yer alıyordu ve batıyla burası arasında üç bin millik bir boşluk uzanıyordu.
Aşağıya doğru kalkerle karışık granit kayaların arasından dolanarak inen patika hiç de rahat bir yol değildi. Havada, yüce bulutlara doğru uçuşan deniz kuşlarının çığlıkları duyulurdu: Yelkovan kuşları, balıkçıllar, martılar. Bir süre, sağlam gözüyle kuşlara baktı, sonra dönerek adanın geri kalan bölümünü incelemeye koyuldu.
Toprak, güney batıya doğru oldukça dik bir biçimde eğilimliydi. Telgraf noktasından daha ötede Güney Koyu ve tahlisiye istasyonuyla tekne barakası ve iskelesi yer alıyordu. Murdoch Macleod’un kulübesinden sonra da hiç bir şey yoktu. Adanın geri kalan bölümü sol taraftaydı. Çoğu harap olmuş ufak ve dağınık çiftlikler, sazlıklarla dolu bir bataklık, seyrek otluklara yayılmış koyunlar ve bütün bunların arasından kuzey batıya Mary Kasabasına doğru uzanan dekovil hattı.
Reeve, cebinden eski bir pirinç teleskop çıkararak tahlisiye istasyonuna baktı. Hiç bir hayat belirtisi görülmüyordu. Murdoch her halde teknesiyle uğraşıyordu. Kömür ateşi üzerinde çaydanlığı ağır ağır kaynıyor olmalıydı. Murdoch’un yaptığı kaçak viskiyle birlikte bir fincan sıcak çay içmek, böyle bir sabahta kaçırılacak keyif değildi doğrusu.
Amiral teleskopu cebine yerleştirdi ve yağmur boz bir perde gibi adaya yaklaşırken patikadan aşağı inmeye başladı.
Küçük arka kapıdan tekne barakasına girdiğinde Murdoch ortalıklarda görünmüyordu. On dört metrelik Watson tipi tahlisiye motoru, Morag Sinclair kızağın ağzında her an denize inmeye hazır bekliyordu.
Murdoch’un titiz bakımının izlerini taşıyan, mavi-beyaz boyalı, zarif, güzel bir tekneydi. Reeve, büyük bir zevkle teknenin bordasını okşadı.
Arkasındaki kapı açıldı ve içeri yağmurun gürültüsü doldu. Ardından bir İskoç dağlısının yumuşak sesi duyuldu, “Dış depodaydım, kömür yığıyordum.”
Reeve geri döndü ve kapı ağzında duran Murdoch’u gördü p anda koca bir İrlanda kurt köpeği Murdoch’un yanından sıyrılarak amirale doğru koştu.
Amiral, eliyle köpeğin tasmasını sıkıca yakaladı. “Rory, seni şeytan seni. Burada olduğunu bilmeliydim.”
Başını kaldırarak Murdoch’a baktı. “Bayan Sinclair sabahtan beri onu arıyor. Dün gece ortadan kaybolmuş.”
“Daha sonra size getirecektim,” dedi Murdoch. “Sağlığınız nasıl amiral? ”
Kendisi yetmiş yaşında ve hâlâ sağlam yapılıydı. Uzun konçlu çizmeler ve kalın bir kazak giymişti. Derin mavi gözleri vardı. Yüzü de bir hayat boyu denizle haşır neşir olmanın izlerini taşıyordu.
“Murdoch,” dedi amiral Reeve. ‘ Hayatın, bir budalanın anlattığı, ses ve öfke dolu, ama kesinlikle anlamı olmayan bir öyküden başka şey olmadığını hiç düşündün mü? ”
“İnsana böyle şeyler düşündüren bir sabah bu, öyle mi? ” dedi Murdoch, elindeki kömür karasını pantolonuna silerek. Sonra cebinden tütün paketini çıkardı.
“Benimle bir çay içer misin amiral? ” diye sordu, ağır başlı bir İskoçyalı nezaketiyle.
“Yanında bir şeyler de olursa? ” diye ekledi Reeve umutla.
“Uisgebeathal ” dedi Murdoch Gal diliyle. “Hayat suyu ; Neden olmasın? Bu sabah sizin hayata ihtiyacınız var.” Hafifçe gülümsedi. “On dakikada hazır olur. Sizde bu arada köpekle birlikte sahili kolaçan edersiniz.”
Koyun ağzındaki suyun rengi bembeyazdı, dalgalar büyük bir gürültüyle arkadaki kayalıklarda patlıyor, köpükleri otuz, kırk metre yüksekliğe fırlatıyordu.
Reeve, köpeğin peşinden su boyunca yürüyor ve Murdoch Macleod’u düşünüyordu ; Fhada tahlisiyesinin otuz iki yıllık lostromosuydu ve zamanında adı gerçek bir efsane olmuştu. Kral George’dan Britanya İmparatorluk Nişanı almış, cankurtaran kuruluşundan da iki altın, iki gümüş kahramanlık madalyası kazanmıştı. 1938’de oğlu kendi yerine lostromo olunca emekliye ayrılmış, ancak bir yıl sonra Donald Kraliyet Donanmasınca aktif hizmete çağrılınca yeniden göreve başlamıştı .Her haliyle az bulunur bir adamdı.
Birden kurt köpeği havlamaya başladı. Reeve, Traig Mhoire, yani Mary’nin Yalısı denilen büyük kum tepesinin ardına baktı. Yirmi metre kadar ötede sarı cankurtaran yeleği giymiş bir adam yüzükoyun yatıyordu. Dalgalar, birbiri ardından adamın bedenini yalayıp çekiliyordu.
Amiral adama doğru koştu, bir dizini yere dayayarak onu güçlükle sırt üstü çevirdi. Kolu kendisini oldukça zorluyordu. Adam ölmüştü pn sekiz ya da on dokuz yaşlarında bir delikanlıydı, mavi keten giysili, gözleri uykudaymış gibi kapalı. Açık renk ıslak saçları başına yapışıktı. Üzerinde hiç bir işaret yoktu.
Reeve, ölünün üstünü aramaya başladı. Sol göğüs cebinde deri bir cüzdan buldu. Cüzdanı açarken Murdoch yanına geldi ve dizlerinin üstüne çöktü.
“Sizi merak edip geldim,” dedi. Elinin tersiyle ölünün soluk yüzüne dokundu.
“Ne kadar olmuş? ” diye sordu Reeve.
“‘On ya da on iki saat, daha fazla değil. Kimmiş?”
“Giysilerine bakılırsa bir Alman denizaltısının mürettebatından.” Reeve cüzdanı açarak içindekileri inceledi. Cüzdanda genç bir kızın fotoğrafı, birkaç mektup ve ıslandığı için eline aldığı an dağılan bir izin kağıdından başka şey yoktu ;
“Süt çocuğu bu daha,” dedi Murdoch. “Okul çocuklarından başkalarını bulamıyorlar mı? ”
“Onlarda da bizdeki kadar adam kıtlığı olsa gerek,” dedi Reeve. “Adı Hans Bleichrodt, üç hafta önce
Brunswick’te izine çıktığında on sekizinci yaş gününü kutlamış. U734’te Funkgefreiler, yani telgrafçıymış.” Kağıtları cüzdanına yerleştirdi. “Dalgalar onu bu gün buraya sürüklediyse, arkası gelecek demektir.”
“Haklı olabilirsin.” Murdoch, Reeve’i her zaman şaşırtan bir rahatlıkla eğildi ve ölüyü omuzlayarak kaldırdı. “Amiral, bunu Mary kasabasına götürsek iyi olacak.”
Reeve başını salladı. “Evet, benim eve de koyabiliriz. Bayan Sinclair öğleden sonra onu görür ve gömme iznini imzalar. Yarın da gömeriz.”
“Kilisenin daha uygun olacağını düşünmüştüm.”
“Bunun iyi bir fikir olduğundan emin değilim,” dedi Reeve. “Bu savaşta adadan on bir kişi düşmanla savaşırken öldü. Onların aileleri, dua ettikleri yerde bir Alman’ın bulunmasını hoş karşılamayabilirler.”
Yaşlı adamın gözleri öfkeyle parladı. “Sen de onlara katılır mısın? ”
“Hayır,” dedi Reeve. “Beni bu işin içine sokma. Delikanlıyı nereye istersen oraya göm. Onun da bundan fazla rahatsız olacağını sanmam.”
“Ama Tanrı rahatsız olabilir,” dedi Murdoch hafifçe. Murdoch’un İskoçya Kilisesinden vaizlik belgesi vardı, adada din adamı sayılabilecek tek kişi oydu.
Fhada’nın bu ucunda hiç yol yoktu, hiç bir zaman da yola gerek olmamıştı.Ancak Marconi istasyonunun çalıştığı iki yıl> telgraf şirketi buraya bir dekovil hattı kurmuştu. Çoğu Mary kasabasından olan tahlisiye mürettebatı acil durumlarda, elle ya da rüzgâr uygun olduğunda küçük bir yelkenle çalışan bir arabayla bu hattı kullanırlardı.
O gün de rüzgâr uygun sayılırdı, üçgen yelkenli arabayla saatte beş millik bir hız yapıyorlardı.
Delikanlıyı arabanın ortasına uzatmışlardı, Rory de hemen yanına çökmüştü.
Üç mil sonra dekovil hattı Mary kasabasına doğru inen eğime geldi.
Rüzgâr yağmur bulutlarını dağıtmıştı. Birkaç mil ötede, adanın kuzey batı ucunda, taştan evleri ve iskeleye inen dik yokuşlarıyla kasaba görünüyordu. Dalgakıranın hemen içine yarım düzüne kadar balıkçı teknesi demirlemişti.
Murdoch, bir elini direğe dayamış, ayakta denizi seyrediyordu. “Şuraya bakın, amiral. Orada bir tekne var, limana doğru geliyor ve yemin ederim ki, direğinde dalgalanan Amerikan bayrağı.”
Reeve, cebinden teleskopu çıkarıp ayarladı. “Öyle, haklısın,” dedi, Çıkmaz Sokak görüş mesafesine girdiğinde. Kaptan köprüsünde Harry Jago duruyordu.
Teleskopu cebine sokarken elleri heyecandan titriyordu. “Biliyor musun Murdoch? Tam bana göre bir gün.”
Gambot ağır ağır iskeleye yanaştığında, az ötede, dalgakıranın üzerinde bir kadın, şemsiyesinin altında oturmuş resim yapıyordu. Kırk yaşlarındaydı. Durgun, mavi gözleri, güçlü ama hoş bir yüzü vardı. Başına bir eşarp bağlamıştı. Apoletli bir kaptan ceketi ve pantolon giymişti.
Kadın ayağa kalktı, elinde şemsiyesiyle iskelenin ucuna kadar yürüdü ve teknedekilere eğilerek gülümsedi. “Merhabalar, Amerika. Bizim için büyük bir değişiklik bu.”
Jago küpeşteden atlayarak iskelenin merdivenlerini tırmandı. “Ben Harry Jago, efendim.”
“Jean Sinclair.” Kadın elini uzattı. “Buranın belediye başkanıyım, teğmen. Yapabileceğim bir şey olursa..”
Jago gülümsedi. “Yani buralarda kanun sizsiniz.”
“Ayrıca, liman müdürüyüm. Burası küçük bir ada. Herkesin elinden geleni yapması gerek.”
“Buraya Tümamiral Reeve’e bir mesaj vermek için geldik efendim. Kendisini nerede bulacağımızı söyleyebilir misiniz? ”
Kadın güldü. “Buralarda çok kullanılan bir atasözü vardır. Şeytanı an, sopayı eline al.”
Jago dönüp arkasına baktı. Pearl’de, Nimitz’den Donanma Haçı nişanını alırken Amerika Reeve de törende hazır bulunmuştu. Reeve’in tören. .. üniforması ve üç sıra nişanıyla görkemli bir görüntüsü vardı. Şimdi ona doğru gelen ufak tefek, esmer, bir gözü bantlı,-eski giysili bir adam sanki bambaşka biriydi. Ancak konuşmaya başladığında, Jago, onun gerçekten Reeve olduğuna inandı.
“Beni mi arıyorsun, teğmen? ”
“Amiral Reeve!” Jago topuklarını birleştirip selâm verdi. “Size bir mesaj getirdim efendim. Mesajı Mallaig’deki Donanma komuta subayından aldım. Tekneye kadar gelirseniz..” ,
“Bana yolu gösterin teğmen,” dedi amiral hevesle. Sonra bir an durdu ve Jean Sinclair’e döndü. “Rory’yi buldum. Murdoch’la birlikte tahlisiye istasyonundaydı.”
Bir an kadının gözleri parladı, dudakları hafif bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Carey, birden beni unuttun sandım.”
Amiral, ciddi bir sesle devam etti. “Orada Traig Mhoire’de bir şey daha buldum. Bir ölü. Denizaltılardan birinde görevli bir Alman delikanlısı.”
Sinclair’in gülümsemesi birden dondu. “Şimdi nerede? ”
“Kilteeye bıraktım. Murdoch yanında.”
“Ben de oraya gitsem iyi olur. Yolda yanıma birkaç kadın alırım. Onu gerektiği gibi gömeriz.”
“Daha sonra ben de size katılacağım.” Jean Sinclair, yağmurun şiddetini kesmek için şemsiyesini hafifçe eğerek hızla uzaklaştı. “Ne kadın,” dedi Jago.
Amiral başını salladı, “öyledir. Sonra, belki ilgini çeker diye söylüyorum, kendisi aynı zamanda adanın da tek sahibidir. Babasından miras kaldı. Bir çeşit derebeyi.”
“Ya sırtındaki o denizci paltosu? ” diye sordu Jago, merdivenlerden inerken.
“Kocasının. Kırk birde Gal Prensi’yle battı. O da tıpkı bu kadın gibi, Sinclair’di. Akrabaydılar.” Güldü.
“Aile içinden evlenmek, adanın çok eski bir geleneği.”
Bütün mürettebat amirali karşılamak için güvertede sıralanmıştı. Reeve hayretle onlara baktı. Sonra Jago’ya dönerek sordu, “Nereden çıktı bunlar? Bir muz gemisinden mi? “