Birden çocuklardan biri bağırdı
Şuraya bakın, iki kuş öpüşüyorlar!
Füreya iskelenin üzerindeydi. Güçlükle arkasını dönerek, aşağıda cıvıldayıp duran çocuklara baktı.
Hanginiz söyledi bunu? diye seslendi. Sıska bir oğlan öne çıktı.
Ben! dedi.
Kuş mu gördün orada?
Evet.
Füreya üşenmedi, indi iskeleden. Çocuğu yanına çağırdı.
Kuşu nerede gördüğünü göster bakayım.
Çocuk birkaç adım geriledi. Füreya takip etti çocuğu. Eliyle işaret etti oğlan.
Nah orada. İşte kuşlar gaga gagaya vermiş öpüşüyorlar.
Dondu kaldı Füreya. Hiç tasarlamadığı halde, çocuğun işaret ettiği yerde masalsı iki kuş kafası beliriyordu. Tıpkı öpüşür gibiydiler. Haklıydı çocuk.
Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk kadın seramik sanatçısı Füreya Koral’ın hayat hikâyesi Füreya, aynı zamanda bir dönem romanı.
PENTİMENTO’
(Osmanoğlu Kliniği 26 Ağustos 1992)
Pencerenin pervazında beyaz bir kuş duruyor ne zamandır. Kocaman beyan kanatlan yer yer gümüş pırıltılar saçan, cin bakışlı bir kuş. Yaptığım kuşlardan biri olmalı diye düşünüyorum. Ama ben böyle geniş kanatlı kuşlar yapmadım ki hiç. Benim yoğurduklarını narin bedenli, küçücük başlı, uslu, durağan kuşlardı. Her an uçmaya hazır değil de, uzun bir yolculuktan yeni dönmüş hissi veren, yorgun kuşlar. Sahi, neden benim kuşlarım durgun ve yorgundu hep? Onları yapmam ömrümün sonbaharına denk geldiği için mi? Sanmıyorum. Çünkü bu yatağa düşene kadar hiç yorgun ve durgun hissetmedim kendimi. Yaslandığımı, iyice ihtiyarladığımı, hatta hemcinslerime özgü yaşam sınırının ortalamasını çoktan aştığımı bile fark edemedim. Günler, sabah erken saatlerde coşku ve neşeyle uyanılıp, gayretle çalışmaya başlanmasını, akşamüstleri de iki kadeh rakı ve yakın dostların eşliğinde keyifle sohbet edilmesini gerektiren zaman dilimleriydi. Buydu hayat. Bu hayatın içinde, yaşlanmak, hastalanmak, ölmek yoktu. Hastalıktan payıma düşeni omuzlamıştım zamanında. Sıramı savmıştım. Yaşlanmadan, hastalanmadan, bıkmadan yaşamayı becerememiş olmalıyım.
Neyin nesi bu kuş. Günlerdir beni gözlüyor pencerenin kenarında… Sanki bana bir şeyler söylemek ister gibi. Çok önemli bir diyeceği varmış gibi.
“Heyy kuş, merhaba! Bir diyeceğin varsa söyle, sonra da uç git. Gözaltına alınmaktan hiç hoşlanmam ben.” Kırmızı, küçük cin gözleriyle bakıyor yüzüme. “Duymadın mı? Hişşt, sana söylüyorum, ya konuş ya da uç gir. Bakıp durma bana öyle, sinirime dokunuyorsun.*’
Acaba bir sığırcık ordusunu, Divan Pastanesi’nin dip duvarında sonsuza dek kanat çırpmaya mahkûm ettiğim için, benden hesap sormaya mı geldi?
Annemin beni küçücük bir çocukken, kuşların göçünü seyretmem için, elimden tutup, Aya Yorgi’ye çıkardığını ve orada, sığırcıkların hep birlikte kocaman bir V çizişlerini, bir süre V halinde uçtuktan sonra, aralarından birinin mızıkçılık etmesiyle nasıl bozulup da yeniden toparlandıklarını büyülenmiş gibi, dakikalarca seyrettiğimi bilmiyor. İstanbul’da eylül ayı, bana göç eden kuşları da getirirdi, inanılmaz güzellikteki mehtapta birlik te. Çocukluğunum eylülleridir, Divan’ın arka duvarında duran. Ama gel de bunu kuşa anlat!
“Sara Hanım seninle konuşmak isliyor. Çook uzaklardan geldi senin için.”
Aaa, kuş konuştu. Demek ki bir rüya görmekteyim. Gece boyu sürüp duran upuzun bir rüya.
“Sara seyahatte filan değil ki. Evi de buraya iki adım uzaklıkta,” diyorum.
“O Sara değil” diyor kuş. “Seninle konuşmak isteyen, yeğenin Sara değil, büyük balan.”
“Ama çoktan öldü o.”
Ben beş yaşındaydım öldüğünde. Akşam yemeği için masa başında toplandığımızda, “Eh, Sara Halamız da hakkın rahmetine kavuştuğuna göre, bundan böyle aile reisimiz ırak siz oldunuz, anne,” demişti Aliye, anneanneme. Anneannem kızını, “Aile reisimiz, eniştendir,” diye yanıtlamıştı babamı kastederek. Sertti sesi. Böyle haberdar olmuştum halamın ölümünden.
“Kardeşinin acısına dayanamadı, zavallı halam,” demişti Ayşe Teyzem.
Halamı, ara sıra ziyaretine gittiğimiz o kır saçlı, esmer, yaşlı kadını gözümün önüne getirmeye çalışmıştım.
“İnsanlar ölünce nereye gider, anne?” Annemin yanıtlamasını beklemeden,
“Gökyüzüne,” diye anılmıştı Aliye. “Göğe çıkar, yıldız olur
Aliye, teyzemdi ama benden sadece altı yaş büyüktü. Bu nedenle onu ömrüm boyunca teyze gibi değil, bir abla olarak kabul ettim. Daha doğrusu, yirmilerime gelene kadar bir abla, sonraları da benden çok çok küçük, delidolu bir kız kardeş olarak. Ama çocukken, her dediğine inanırdım. Bahçeye çıkmış ve dikkatle gökyüzüne bakmıştım Sara Hala yi görebilmek için. Sara Hala ancak pırıltısı az, silik yıldızlardan biri olabilirdi. Uzun süre bakmıştım gökyüzüne. Simasını bile hatırlayamıyordum. Onu bulmaktan vazgeçip içeri girmiştim. Kendini değil de, sadece bu konuşmayı hatırlıyorum halama dair. Bir de, bir aile düğününde, gelinin başına saçılan altın paraları toplamak için, diğer çocuklarla beraber yere eğildiğimde, birinin yakamdan tutup beni yukarı kaldırdığını hatırlıyorum. Korkuyla dönüp baktığımda, esmer sert bir yüz görmüştüm. “Cevat Paşa’nın ailesinde kimse yerden para toplamaz,” de misti, “çocuklar bile.”
“Ne istiyormuş benden Sara Hala?” diye soruyorum kuşa. “Bunu ona kendin sor,” diyor kuş ve pırıltılı kanadan küçük çırpınışlarla sarsılmaya başlıyor. Oh, nihayet uçup gidecek diye düşünüyorum, büyük gözaltı bitmek üzere. Ama gitmiyor kuş. Gri kırçıllı kanatlan, gri kırçıllı bir eteğe dönüşüyor. Yere kadar uzun, evaze bir eteğe. Beyazı bol gri saçları başının üstünde kabarık topuz yapılmış biri var kuşun yerinde şimdi. Uzun eteğinin üstüne, dik yakası fırfirlı bir bluz giyiyor. Birbiri ardına dızelenmiş düğmelerinin hepsi de sımsıkı ilikli, bembeyaz bir bluz. Küçük gözleri, gaga gibi burnuyla tıpkı deminki kuşu andıran yaşlı, esmer bir kadın duruyor pencerede. Eski, sararmış bir sepya fotoğraftan çıkmış gibi… Ben bu resmi bileceğim. Ben bu resmi tanıyorum. Aile albümlerini dolduran sürüyle fotoğrafın arasında defalarca gördüğüm birine benziyor. Korka korka ve fısıldayarak söylüyorum adını.
“Sara Hala!”
“Evet Füreya, benim.”
“Ne yapıyorsunuz orada? Niye bana öyle bakıyorsunuz? Camın dışında durmayın, bari içeri girin.”
“Zamanı geldiğinde gireceğim.”
“Ne zamanı?”
“Gitme zamanı kızım. Seni götürmeye geldim.”
“Ben hiçbir yere gitmiyorum hala. Yakında bu yataktan kalkıp, işlerimin başına döneceğim. Sergim var yakında. Sizinle gelemem ben.”
“Ben senin refakatçinin!.”
“Annemle babanı neredeler? Bana biri refakat edecekse, neden onlar gelmediler?”
“Ben geldim, çünkü sen bana çok benziyorsun…” “Hayır, hayır, ile demiyorum.”
Nasıl benzeyebilirim ona? Ben güzeldim. Uzun boylu, alımlıydım. Bir salona girdiğimde, bütün başların bana döndüğünü, bütün bakışların beni izlediğim bilirdim.
Düşüncelerimi okuyor sanki. “Fiziksel benzerlikten söz etmiyorum. Elbette sen çok alımlı ve güzeldin, bense kısa boyum, esmerliğim ve sıradanlığımla, kardeşlerim gibi, yakışıklı babama değil, Suriyeli anneme çekmiştim Füreya. Bu nedenle beni ancak çok yaslı ve çok şişman bir kocaya verebildilerdi. Ama benim sözünü ettiğim benzerlik, görünümümüz değil, kaderlerimizde ve karakterlerimizdedir. Sen ve ben, bizi maddi yönden rahata erdirecek evliliklerimizin yavan tadını tattıktan sonra, hayatlarımıza özgür ve yalnız devam etmeyi tercih ettik. Hiç çocuğumuz olmadı. Yine de ömrümüzü bizim olmayan çocuktan yetiştirmeye harcadık. Ben kardeşlerimi, sen de kardeşinin kızını evlat ye rine koydun. Benim yaşamımın bir nevi devamı gibiydi sının hayatın, Kendımızı bu çocukların yetişmesi için seferber ettik Ettik de ne oldu’”
“Ben pişman değilim, .Sara yı evlat edindiğime, hiç pişman değilim.”
“Ben de ömrümü kardeşlerime feda ettiğim için pişman olmadım Füreya. On uç yaşında ‘kuçuk anne’ rolüne bürünmek ten ve hayat boyu onları, kollayıp, milat için yaşamaktan hiç gocunmadım. Ama her şey çok daha başka olabilirdi. Analığını üstlendiğimiz çocuklar da, biz de çok daha huzurlu ve mutlu olabilirdik, öyle değil mi? Beklentilerimiz hüsranla sonuçlandı.”
O nereden biliyor benim Sara’ya ilişkin beklentilerimin gerçekleşmediğini. Bir tek kişiye dahi ağzımı açıp şikayet etmiş değilim. Ama hep kızımın sanata yönelmesini, ailemizin şanına yakışır biçimde, yetenekli bir sanatçı ya da ünlü bir yazar olmasını düşlemiştim. Bu rüyama giren ölü kadın nasıl okuyabiliyor yüreğimdekileri? İçimin okunmasından rahatsız olduğumdan, sözü değiştirmek için soruyorum.
“Hala, mutsuz olduğunuzu bilmiyordum. Ben sizi sadece resimlerinizden tanıyorum. Yüzünüzü bile hatırlayamıyorum. Çok küçüktüm vefatınızda. Ölüm haberinizi ancak hayal me yal…”
Sözümü kesiyor halam.
“Benim ölümüm bile ses getiremedi ki Füreya. Şakir Paşa’nın trajik Ölümünden sonra, cenazem de tüm yaşamım gibi güme gitti. Öldüğümde arkamdan ağlayacak kardeşlerim kalmamıştı. Ben dünyaya tıpkı senin gibi, bazı görevleri yerine getirmek, cemiyette saygın bir yer edinmek ve yalnızlığı baş tacı gibi taşımak için yollanmışım.”
Yüreğim eziliyor halamı dinlerken, içim pişmanlıklarla dolu. Dedemin, ölümünden sonra kimsenin el sürmeye cesaret edemediği evrakını, yıllar sonra Aliye ile karıştırmaya başladığımızda, küçük bir çocuğun titrek yazısıyla yazılmış mektup müsveddelerini bulmuştuk. Pek muhterem Atıfzâde Hüsamettin Beyefendi ‘ye hitaben kaleme alınmış mektup, bir çocuğun yapabileceği imla hatalarıyla doluydu ama maksadı açıktı.
“Validemizi de pederimizin vefatının haftasında kaybettik. Kimsesiz kaldık. Pederimin pek vefakar bir dostu olarak, bizi himaye etmeniz İçin, size yalvarıyorum efendim. Bize İstanbul’a girebilme iznini bahşederseniz, size hep minettar kalırız.”
Bu mektubun, on üç yaşındaki halam tarafından yazıldığını anlayınca, yaşlar süzülmüştü gözlerimden. On bir ve sekiz yaşlarındaki kardeşlerinin sorumluluğunu üstlenmiş, kendine aralanacak bir sevgi kapısı arayan, çaresiz küçük kız! Her yere başvurmuş, her kapıyı çalmıştı halam. Ve başarmıştı sonunda. Baba doğru Hüsamettin Efendi, kimsesiz kalan çocukları yanına aldır…..