Kara bir mürekkep kadar yoğun ve karanlık gecede, düz ovada, Marchiennes’le Montsou’yu birleştiren ve pancar tarlaları arasında ip gibi uzanan yolda, bir adam tek başına yürüyordu. Bastığı yeri bile göremiyor, engebesiz vadinin uçsuz bucaksızlığını da, ancak denizi döven sağanağı andıran, çırılçıplak tarlaları ve bataklıkları yalayıp gelirken buz kesen mart rüzgârından sezebiliyordu. Göğün tekdüze karanlığını bozan tek bir ağaç gölgesi yoktu, taş döşeli yol karanlık sağanağı içinde bir dalgakıran düzlüğüyle uzayıp gidiyordu.
Adam saat ikiye doğru çıkmıştı Marchiennes’den. Havı dökülmüş pamuklu ceketiyle kadife pantolonu içinde çivi keserek, uzun adımlarla yürüyordu. Çizgili bir mendile sardığı öteberisi epey canını sıkıyordu; bu küçük çıkını kimi zaman sağ, kimi zaman sol koltuğuna sıkıştırıyor, karayelin kamçılaya kamçılaya kanattığı iri ellerini ceplerine sokuyordu. İşsiz güçsüz, yersiz yurtsuz bir işçiydi, kafasında tek bir düşünce, gün ağarınca bu keskin soğuğun yumuşayacağı umudu vardı yalnız. Bir saattir yoldaydı; ansızın solda, Montsou’ya iki kilometre kala birtakım kızıl parıltılar, havada bir yere asılıymış gibi duran üç maltız gördü. Önce yanaşmaya çekindi; ama sonra ince bir sızı halinde yüreğine oturan ellerini ısıtma gereksinmesine dayanamadı.
Patika gittikçe çukurlaşıyordu. Az sonra hiçbir şey göremez oldu. Adamın sağında bir şarampol, kaba tahtalardan yapılmış, demiryolunu gizleyen bir perde vardı; solundaysa, otlar, bunların ardında da, birbirini tutmayan alçacık damlı köy evlerine benzeyen, üçgen biçiminde birtakım karışık karaltılar. Şöyle böyle iki yüz adım yürüdü. Derken, bir köşeyi dönünce maltızlar burnunun dibinde bitiverdi; ama neden böyle tutuşmuş birer ay parçası gibi, kıpırtısız gökyüzünde yandıklarını hâlâ anlayamamıştı. Yalnız aşağıda, yerde, başka bir şey ilişti gözüne. Bir sürü yapının üst üste yığıldığı, ağır bir kütleydi gördüğü, ortasından da bir fabrika bacası yükseliyordu; tozlu ve yağlı pencerelerin kimisinden ışık sızıyordu, dışarıda, karanlıkta pek seçilemeyen upuzun sopalara da beş altı kederli fener asılmıştı; bu karanlık, dumanlı, masalsı görünüm içinde tek bir ses, bir buhar makinesinin nerden geldiği belli olmayan derin ve uzun soluğu duyuluyordu yalnız.
Adam o zaman gördüğü şeyin bir maden ocağı olduğunu anladı. Yine bir eziklik kapladı yüreğini: Gidip sormanın ne yararı vardı? Burada da iş yoktu mutlaka. Yapılara doğru gidecek yerde, çalışanlara ısı ve ışık vermek üzere dökme kazanlarda yakılan üç kömür ateşinin bulunduğu tepeye tırmanmaya karar verdi sonunda. Tesviyeciler geç vakitlere dek çalışmış olmalıydılar, hâlâ cüruf çıkarılıyordu. Şimdi artık kırıcıların asma köprüler üstünde iterek sürdükleri vagonların sesini duyuyor, tepede yanan her kazanın yanında vagonları devirip içindeki taşı toprağı boşaltan canlı gölgeler görüyordu.
— Merhaba, dedi dökme kazanlardan birine yaklaşarak.
Mor bir kazakla tavşan derisi bir kasket giymiş yaşlıca bir adam olan katarcı, sırtını kazana vermiş dikiliyordu; iriyarı sarı beygiriyse, sanki taşlanmış gibi hiç kıpırdamadan, getirdiği altı vagonun boşaltılmasını bekliyordu. Vagonları boşaltacak işçi, kızıl saçlı, çelimsiz delikanlı da hiç acele etmiyor, devirme kolu üstündeki eli mışıl mışıl uyuyordu. Ve tepede esen rüzgâr, buz gibi karayel hızını gittikçe artırıyor, düzenli solukları bir tırpan gibi işliyordu.
— Merhaba, diye karşılık verdi ihtiyar.
Sonra bir sessizlik oldu. Kuşkulu bakışlarla süzüldüğünü hisseden genç adam hemen adını söyledi.
— Adım Etienne Lantier, makineciyim… Buralarda bir iş bulabilir miyim acaba?
Alevlerin şavkı yüzüne vuruyordu, yirmi bir yaşında vardı herhalde, ince ama sağlam yapılı, koyu esmer tenli, yakışıklı bir oğlandı.
Kuşkusu dağılan katarcı başını sallıyordu.
— Makineci için iş mi? Ne gezer… Dün de iki kişi gelmişti. Hiç iş yok.
Kasırganın uğultusu sözünü yarıda kesti. Az sonra Etienne cüruf yığınının dibindeki yapı karaltılarını göstererek sordu:
— Maden ocağı mı bu?
İhtiyar hemen karşılık veremedi. Yaman bir öksürük nöbeti sesini soluğunu kesmişti. En sonunda gırtlağını temizleyip tükürdü, tükürüğü kapkara tozlu toprakta kara bir iz bıraktı.
— Evet, maden ocağı burası, Voreux… İşte, işçi mahallesi de şuracıkta.
Bu sefer de o kolunu uzatmış, karanlıklar içinde, genç adamın az önce çatılarını sezinlediği köyü gösteriyordu. Altı kömür vagonu boşalmıştı, ihtiyar katarın ardına düşmüş, kamçı falan kullanmadan, romatizmadan kaskatı kesilmiş bacaklarını sürüyerek vagonları izliyordu; sarı kadana başını almış gidiyor, tüylerini havaya kaldıran delişmen rüzgâr altında, vagonları demiryolunda ağır ağır çekiyordu.
Voreux, şu anda daldığı uykudan uyanmaktaydı. Kömür kazanı önünde, çatır çatır çatlamış ellerini ısıtayım derken kendinden geçmiş olan Etienne çevresine bakıyor, maden ocağının her parçasını seçebiliyordu artık: Katranla sıvanmış ayıklama odası, kuyunun üstüne yerleştirilmiş kalın direkli çatma, kömür çıkarma işinde kullanılan makinenin yerleştirildiği geniş oda, su tulumbasının bulunduğu kare biçimindeki kule. Tuğladan yapılmış bodur yapılarıyla bir çukurun içine gömülmüş, öldürücü bir gergedan boynuzuna benzeyen bacasını havalara dikmiş olan bu ocak, dünyayı yemek üzere çökmüş, doymak bilmez bir yırtıcı hayvana benziyordu. Bir yandan maden ocağına bakıyor, bir yandan da kendini ve iş aramak için harcadığı sekiz günün sefil yaşamını düşünüyordu; demiryolu işliği geliyordu gözünün önüne, ustasını tokatlayışını, Lille’den kovuluşunu, gittiği her yerden yüz geri edilişini anımsıyordu; cumartesi günü Marchiennes’e gelmiş, burada, demirocaklarında iş var demişlerdi kendisine; oysa ne demirocaklarında, ne Sonneville’de iş bulabilmiş, pazarı bir arabacı dükkânında, kerestelerin altında geçirmiş, sonra bekçi gelmiş, gecenin ikisinde onu oradan atmıştı. Hiçbir şeyi yoktu artık, ne bir kuruş parası, ne de bir lokma ekmeği kalmıştı: Böyle yersiz yurtsuz, karayelden korunacak bir kovuk bile bulamadan, yollarda ne edecekti acaba? Evet, maden ocağıydı burası, orada burada yanan fenerler pencereleri aydınlatıyor, ansızın açılan bir kapı, göz kamaştıran bir aydınlıkta elektrik üreteçlerini
gösteriyordu ona. Aralıksız devam eden ve canavarın hırıltılı, derin ve uzun soluğunu andıran buhar makinesinin sesine varana dek her şey yerli yerindeydi.
Vagonları boşaltmakla görevli işçi, omuzlarını kısmış, dönüp Etienne’e bakmamıştı bile; Etienne tam yere düşmüş olan çıkınını almak için eğildiği sırada, bir öksürük nöbeti katarcı ihtiyarın geri geldiğini haber verdi, ihtiyar ağır ağır karanlıktan sıyrıldı, cüruf yüklü yeni altı vagonu çekmekte olan sarı kadana da ardından.
— Montsou’da fabrika var mı? diye sordu genç adam.
İhtiyar yine kara bir tükürük savurdu, sonra rüzgârın uğultusu içinde karşılık verdi:
— Ooo! Fabrikadan çok ne var? Ama sen asıl üç dört yıl öncesini görecektin! Makine gürültüsünden geçilmiyordu, fabrikalara adam yetişmiyordu, hiçbir vakit o zamanki kadar kazanamadık… Ama sonra kemerleri sıkmak zorunda kaldık tabii. Koca memleket acınacak hale geldi, herkese yol verilmeye başlandı, işlikler birbiri ardından kapandı… İmparatorun hiç kusuru yok elbet bunda; ama neden kalkar ta Amerika’ya savaşa gider bilmem ki? Ayrıca insanlarla birlikte, koleradan kırılan onca hayvan da cabası…
Sonra iki adam kısa cümlelerle, solukları kesilerek yakınmaya devam ettiler. Etienne bir haftadır boşu boşuna sağa sola koşuşturmasını anlatıyordu; açlıktan ölsünler miydi yani? Yollar çok geçmeden dilenciyle dolacaktı herhalde. Haklısın, diyordu ihtiyar, bu işin sonu kötüye varacaktı, onca Hıristiyan’ı aç susuz sokak ortasında bırakmak Tanrıdan reva değildi canım.
— Et yüzü gördüğümüz yok.
— Etten geçtik, ekmek bulabilsek bin şükür!
— Doğru, bari ekmek bulabilsek!
Sesleri işitilmez oluyor, kasırga insanın tüylerini ürperten bir uluyuşla sözlerini ağızlarından alıp götürüyordu.
— Bak! diye devam etti ihtiyar katarcı yüzünü güneye dönüp avazı çıktığınca bağırarak, Montsou nah şurada işte…
Elini uzatmış, birtakım adlar sayıyor, karanlıklar içindeki birtakım noktaları gösteriyordu. Şurada Montsou’daki Fauvelle şeker fabrikası hâlâ çalışıyordu, ama Hoton fabrikası işçilerini azaltmıştı; yalnız Dutilleul un fabrikasıyla maden ocakları için halat yapan Bleuze fabrikası sarsıntıya uğramamıştı. Sonra eliyle geniş bir eğri çizdi, kuzeydeki kocaman ufuk parçasını gösterdi: Sonneville’deki yapı işlikleri eskiye oranla üçte iki az sipariş alıyordu; Marchiennes’deki üç Demirhane’den ancak ikisinin bacası tütüyordu ve nihayet, Gagebois cam fabrikasındaki işçilerin greve gitmesinden korkuluyordu, çünkü ücretlerin düşeceğine ilişkin söylentiler dolaşmaktaydı ortalarda.
— Biliyorum, biliyorum, diyordu genç adam her nokta gösterildikçe. Ben de oradan geliyorum zaten.
— Bizim işler şimdilik yolunda, diye ekledi ihtiyar. Yalnız kömür çıkarma işi yavaşlatıldı. Bak, tam karşında Victoire var, kok fırınlarından yalnız ikisi yanıyor.
Yine tükürdü, uyuklayan beygiri boş kömür vagonlarının önüne koştuktan sonra, ardına düşüp yola çıktı.
Etienne, o anda bütün ovayı görebilecek bir yerdeydi. Karanlık yine öyle kopkoyuydu, ama ihtiyarın ileri uzanan eli bu karanlık denizini, genç adamın bilmeden varlığını hissettiği uçsuz bucaksız boşluğu korkunç dertlerle doldurmuştu sanki. Mart rüzgârının önüne katıp cascavlak ovada tekerlek gibi yuvarladığı şey bir açlık iniltisi değil miydi? Kasırga iyiden iyiye azıtmış, pek çok insanın canına kıyacak bir işsizlik ve açlık getiriyordu adeta. Ve Etienne, bütün bunları hem görmek isteyerek, hem de görürüm diye ödü koparak çevresine bakıyor, karanlıkları yırtmaya çalışıyordu.
Her şey karanlık gecelerin gizi içinde eriyip gitmişti,
Etienne, ta ötelerdeki yüksek fırınlarla kok fırınlarının karaltısını görebiliyordu ancak. Kok fırınları, göğe doğru ip gibi uzayan bacalarından, ufka, kızıl bir çizgi çekiyorlardı; daha solda kalan iki yüksek fırınsa, dev gibi iki meşale halinde, mavi bir alevle yanmaktaydı. İnsan onların karşısında bir yangını seyreder gibi hüzün duyuyordu; bin bir tehlike saklayan ufukta demir kömür fabrikalarının gökyüzüne saldığı kıvılcımlardan başka yıldız yoktu.
— Belçikalısın galiba? diye devam etti geri gelmiş olan ihtiyar.
Bu kez yalnız üç vagon getirmişti. Bunlar da rahat rahat boşaltılabilirdi: Kafesli asansörde bir bozukluk olmuş, somunlardan biri fırlamıştı, en az yarım saat aksayacaktı iş. Cüruf yığınının dibindeki sesler kesilmiş, kömür kırıcılar uzun direkler üstünde duran asma köprülü demiryolunu aralıksız bir tekerlek gürültüsüyle sarsmaz olmuşlardı.
— Hayır, Güneyliyim, diye karşılık verdi delikanlı.
Vagon boşaltan işçi kazaya sevinmiş, üç vagonu devirdikten sonra bir köşeye çökmüştü; ama yine o yabansı suskunluğu devam ediyordu, yalnız bunca laftan canı sıkılmışçasına, iri, donuk gözlerini ihtiyara çevirmişti. Aslında ihtiyar da her zaman böyle çok konuşmazdı. Hem karşısındaki yabancının suratını beğenmiş, hem de yaşlıları zaman zaman kendi kendilerine konuşmaya zorlayan o dayanılmaz iç dökme nöbetlerinden birine tutulmuştu herhalde.
— Ben Montsouluyum, dedi, adım Bonnemort.
— Takma bir ad bu galiba? diyerek şaşkınlığını belirtti Etienne.
İhtiyar gevrek gevrek güldü, sonra Voreux’yü göstererek:
— Evet, öyle, dedi… Tam üç kez ölümün elinden kurtardılar beni, birinde tavuk gibi kızarmıştım, ikincide gırtlağıma dek toprağa batmıştım, üçüncüde karnım davul gibi şişmiş, kurbağa karnına benzemişti yuttuğum sulardan… O zaman, baktılar ki can vermeye niyetim yok, eğlenmek için Bonnemort[1] adını taktılar bana.
Yağsız bir makara gıcırtısına benzeyen kahkahası iyice arttı, sonunda korkunç bir öksürük nöbetine dönüştü. Kazanın şavkı yüzüne vuruyor, ak ve seyrek saçlarla kaplı kocaman kafasını, mavimsi lekelerle dolu, beti benzi uçuk suratını aydınlatıyordu. Kısa boyluydu, boynu kalın, baldırları ve topukları alabildiğine fırlaktı, upuzun kollarının ucunda sallanan köşeli elleri dizlerini dövüyordu. Esen rüzgâra aldırmadan olduğu yerde dikilen at gibi taştandı sanki, ne kulaklarının dibinde vınlayan kasırganın, ne de soğuğun farkındaydı. Öksürmesi bitince, büyük bir gürültüyle gırtlağını temizledi, çıkan balgamı kazanın dibine tükürdü, toprak biraz daha karalaştı.
Etienne bir ihtiyara, bir de tükürüp lekelediği toprağa bakıyordu.
— Uzun süreden beri mi çalışıyorsunuz kömür ocağında? diye sordu.
Bonnemort kollarını iki yana kaldırdı.
— Uzun süreden beri mi? Ohoo!.. Madene, hem de nah şu Voreux’ye indiğimde sekizime bile gelmemiştim, şimdiyse elli sekizindeyim. Var hesapla artık… Her işte çalıştım, önce tumbacı çıraklığı, sonra vagon itecek kadar büyüyünce tumbacılık yaptım; sonra tam on sekiz yıl kazmacılık yaptım. Ondan sonracığıma, şu kör olası bacaklarım yüzünden tesviyeciliğe, toprak doldurup taban düzeltme işine verdiler beni, derken madenden çıkarmak zorunda kaldılar, çünkü doktor, böyle giderse, bir daha çıkamayacağımı söylüyordu. Ve sonra, efendiciğime söyleyim, bundan beş yıl önce katarcı yaptılar… Ee, bakalım! Kırk beşi aşağıda olmak üzere, elli yıl madende çalışmak kolay mı, ha?
O konuşurken, kazandan sıçrayan yanmış kömür parçalarının ışığı kan kırmızısına boyuyordu solgun yüzünü.
— Çekil artık evine diyorlar, diye devam etti. Ama aptal mıyım ben, hiç aldırmıyorum!.. İki yıl daha dişimi sıkıp altmışıma dek çalışacağım, yüz seksen franklık emekli aylığını koparacağım. Şimdi tamam desem, hemen yüz elli frank aylık bağlayacaklar. Hinoğluhin herifler!.. Hem sapasağlam adamım daha, tek derdim şu kör olası bacaklar. Madende o kadar çok ıslandık ki, anlıyorsun ya, su iliğime kemiğime işledi. Gün oluyor, bacağımı nah şöyle oynatırken danalar gibi böğürüyorum.
Yeni bir öksürük nöbeti sözünü yarım bıraktırdı.
— Üstelik öksürük de yapıyor galiba? dedi Etienne.
İhtiyar, başıyla hayır anlamına gelen sert bir hareket yaptı. Sonra konuşacak duruma gelince:
— Yok canım, geçen ay nezle oldum da, diye karşılık verdi. Eskiden hiç öksürmezdim, ama şimdi bir türlü kurtulamıyorum meretten… Asıl garibi, bir tükürüyorum, bir tükürüyorum ki sorma gitsin…
Müthiş bir gürültüyle gırtlağını temizledi, kapkara bir gülle tükürdü yine.
— Kan mı bu? diye sordu Etienne bütün cesaretini toplayarak.
Bonnemort elinin tersiyle yavaş yavaş ağzını siliyordu.
— Hayır, kömür tozu… İçimde ölene dek beni ısıtacak kömür var. Oysa beş yıldır aşağı inmedim. Farkına varmadan içimde biriktirmişim herhalde. Neyse, aldırma canım! Koruyor insanı!
Bir an sustular, ta ötelerde bir çekiç düzenli aralıklarla inip kalkıyor, rüzgâr gecenin derinliklerinden kopan bir açlık ve yorgunluk iniltisine benzeyen uğultusuyla kulaklarının dibinden geçip gidiyordu. İhtiyar, kasırgadan ürküp büzüşen alevler karşısında eski anıları yeniden yaşayarak, daha alçak sesle anlatmaya devam ediyordu. Ah, ah! O ve yakınları daha dün başlamamışlardı madende kazma sallamaya! Bütün aile, kurulduğu günden beri Mantsou Kömür İşletmeleri’ndeydi ve bu iş ta gerilere, yüz altı yıl öncesine uzanıyordu. Dedesi Guillaume Maheu, daha on beş yaşında bir veletken, Réquillart’da işletmenin ana damarlarından birini bulmuştu; Fauvelle Şeker Fabrikası yakınlarına düşen bu eski ocak şimdi artık işletilmiyordu. Bütün dünya biliyordu ki, bu ilk damara dedesinin adı, yani Guillaume adı verilmişti. Kendisi dedesini anımsamıyordu, dediklerine göre, iriyarı, güçlü kuvvetli bir adammış, altmış yaşında eceliyle ölmüş. Sonra babası, kızıl saçlı Nicolas Maheu daha kırkına varmadan, o sıralarda yeni işletmeye açılan Voreux’de can vermişti: Bir göçük sonunda tuzla buz olmuş, izi bile kalmamıştı. Daha sonra amcalarından ikisiyle üç erkek kardeşi de madenin kurbanı olmuştu. Kendisi, yani Vincent Maheu, tutuları bacaklarından başka bir zarara uğramadan postu kurtardığı için, şeytanın ortağı sayılıyordu. İşte böyle! Her şeye karşın çalışmak gerekiyordu. Herhangi bir uğraş gibi, babadan oğula aynı işi sürdürüyorlardı. Şimdi de oğlu Toussaint Maheu, torunları, sözün kısası, nah şuradaki işçi mahallesinde oturan bütün yakınları madende ömür tüketmekteydi. Yüz altı yıldır, dededen toruna, hep aynı işveren için kazma sallamak: Kentsoylulardan kaçı böylesine açık seçik anlatabilirdi soyunu sopunu, ha?
— Hiç değilse yiyecek bir lokma ekmek buluyorsunuz! diye mırıldandı Etienne.
— Haklısın, insan yiyecek bir lokma ekmek buldu mu, haline şükredip yaşıyor.
Bonnemort, ışıkları teker teker yanmakta olan işçi mahallesine çevirdi gözlerini ve sustu.
Montsou kilisesinin çanı dördü vuruyor, soğuk gittikçe artıyordu.
— Sizin işletme epey zengindir herhalde, öyle değil mi? diye sordu Etienne.
İhtiyar omuz silkti, sonra, bir altın yağmuru altında kalmışçasına kollarını aşağı sarkıttı.
— Hem de nasıl! Hem de nasıl!.. Hemen yanımızdaki Anzin İşletmesi kadar değilse de, birkaç milyonu vardır herhalde. Saymakla bitiremezsin… Tam on dokuz ocak, Voreux, Victoire, Crèvecoeur, Mirou, Saint-Thomas, Madeline,
Feutry-Cantel ve daha birkaçından kömür çıkarılıyor; Réquillart falan gibi altı eski ocak da su boşaltma ve havalandırma işinde kullanılıyor… On bin işçi, altmış yedi bucağı içine alan işletme alanı, günde beş bin tonluk üretim, bütün ocakları birbirine bağlayan bir demiryolu, ayrıca işlikler, fabrikalar!.. Ah, ah; para dediğin tonla adamlarda!
Asma köprü üstündeki raylardan gelen bir tekerlek gürültüsüyle sarı kadana kulaklarını dikti. Aşağıda kafesin onarımı bitmişti herhalde, kırıcılar yeniden işe koyulmuştu. Atı alıp vagonların önüne koşan katarcı hayvana söyleniyordu:
— Seni gidi tembel seni, gevezeliği bırak da yürü bakalım! Bay Hennebeau neyle vakit geçirdiğini bir bilse!
Etienne, dalgın dalgın karanlıklara bakıyordu. Sordu:
— Bay Hennebeau’nun demek bu maden?
— Yok canım, diye karşılık verdi ihtiyar, genel müdürdür Bay Hennebeau. Bizim gibi aylıkla çalışır.
Delikanlı eliyle uçsuz bucaksız karanlığı gösterdi.
— Ee, kimin öyleyse bütün bunlar?
Bu sırada Bonnemort, değil karşılık vermek, soluk almasına bile engel olan yaman bir öksürük nöbetine tutulmuştu. En sonunda tükürdü, dudaklarındaki kara köpüğü sildi, gittikçe şiddetlenen rüzgârın uğultusu içinde:
— Kimin mi? dedi… Ne bileyim ben! Birilerinin işte.
Bunu derken, eliyle gecenin karanlığında belirsiz bir noktayı, bilinmeyen uzak bir yeri, Maheulerin yüz yılı aşan bir süreden beri boğaz tokluğuna keselerini doldurdukları kişilerin yaşadığı yeri gösteriyordu.
Canlarına varana dek her şeylerini verdikleri, ama yüzünü görmedikleri, karnı tok, sırtı pek bir Tanrının çöreklendiği, insanların giremeyeceği kutsal bir tapınaktan söz ediyormuşçasına, bir çeşit dinsel korku belirmişti sesinde.
Konuyla doğrudan doğruya bir ilgisi bulunmadığı halde, Etienne üçüncü kez:
— Buna karşılık insanın karnı doysa bari, diye tekrarladı.
— Ya, ya! Her gün kamımız doysa, yine bin şükredeceğiz!
Beygir yola koyulmuştu bile, ihtiyar da savaştan sakat çıkmış insanlar gibi ayaklarını sürüye sürüye katarın ardına düştü, karanlığa dalıp gitti. Vagon deviricinin başındaki işçi yerinden bile kıpırdamamış, tortop olup oturmuş, çenesini dizlerinin arasına gömmüş, iri, donuk gözlerini boşluğa dikmişti.
Etienne çıkınını yerden aldı, ama hemen uzaklaşmadı oradan. Göğsü o kocaman ateşle kavrulurken, buz gibi esen yelin sırtını dondurduğunu hissediyordu. Her şeye karşın gidip madene başvurmalıydı: İhtiyar durumu pek iyi bilmiyordu belki; ayrıca çoktan burnu kırılmıştı, ne iş olursa olsun kabul edecekti. İşsizliğin kasıp kavurduğu şu koca ülkede nereye gidebilir, ne yapabilirdi ki? Gidip bir duvar dibinde köpek gibi gebersin miydi yani? Bununla birlikte, yine de bir kararsızlık, zifiri karanlık gecenin örttüğü dümdüz ovanın ortasında Voreux’nün verdiği bir korku vardı içinde. Ufuk gittikçe genişliyormuşçasına, rüzgâr, her esişte daha bir azgınlaşıyordu. Tanın izi bile yoktu ölü gökyüzünde, yalnız kok fırınlarıyla yüksek fırınların bacası tütüyor, karanlığın içindeki gizi ortaya çıkarmamakla birlikte, ufkun o parçasını kızıla boyuyordu. Ve Voreux, yırtıcı bir hayvan gibi, içinde bulunduğu çukura çökmüş, midesine indirdiği insanları sindirmeye uğraşıyor, gittikçe daha derin, daha uzun soluyordu.
II
Buğday ve pancar tarlalarıyla çevrili İki Yüz Kırklar adlı işçi mahallesi, zifiri karanlık gecede uyuyordu. Yan yana sıralanmış küçük evlerden oluşmuş, hastane ya da kışla yapılarını andıran, geometrik biçimli, birbirine koşut üç geniş caddeyle ayrılmış, eşit büyüklükteki bahçelerle bölünmüş, dört büyük blok karanlıkta şöyle böyle seçiliyordu. Issız ovada, çitlerin yerinden kopmuş tahtaları arasında dolaşan rüzgârın iniltisinden başka ses duyulmuyordu.
İkinci blokun 16 numaralı dairesinde oturan Maheulerde, hiçbir şey kıpırdamıyordu. Yoğun karanlık birinci kattaki tek odayı dört bir yandan kaplamış, yorgunluktan bitkin düşmüş, ağızları açık ve üst üste uyudukları hissedilen insanları eziyordu sanki. Dışarıdaki keskin soğuğa karşın buradaki ağırlaşmış havada canlı bir sıcaklık, insan denen hayvanın kokusuyla dolu, en iyi bakılan odalarda bile hissedilen o sıcak boğuculuk vardı.
Zemin kattaki guguklu saat dördü vurdu, ama hiç kimse kıpırdamadı, gürültülü iki horlamayla zayıf solukların ıslığı devam ediyordu. Birden Catherine doğruldu. Yorgunluğuna karşın, sırf alışkanlıkla, döşemeden sızan dört vuruşu duymuş, ama bütünüyle uyanacak gücü bulamamıştı henüz. Bacaklarını yorganın dışına çıkardı, sağı solu yokladı, sonunda bir kibrit çakıp mumu yaktı. Ama oturduğu yerden kalkamıyor, kurşun gibi ağır başı, karşı konmaz bir güçle kendini duyuran yastığa düşme gereksinmesine dayanamayarak arkaya devriliyordu.
Mum, üç yatağın doldurduğu iki pencereli, kare biçimindeki odayı aydınlatıyordu şimdi. Bir giysi dolabı, bir masa, iki eski ceviz iskemle vardı odada. İskemlelerin dumanlı gölgesi açık sarıya boyanmış duvarlara vuruyordu. Odada çivilere asılmış giysilerden, el yüz yıkamakta kullanılan bir toprak kapla toprak testiden başka bir şey yoktu. Soldaki yatakta çocukların en büyüğü olan yirmi bir yaşındaki Zacharie, on bir yaşını süren kardeşi Jeanlin’le birlikte yatıyor; sağdaki yatakta biri altı, öbürü dört yaşında iki yumurcak, Lénore
ile Henri koyun koyuna uyuyor; Catherine’se, kız kardeşi
Alzire’le üçüncü yatağı paylaşıyordu; Alzire dokuz yaşında olmasına karşın öylesine çelimsizdi ki, böğrüne giren kamburu olmasa, Catherine zavallının varlığını duymayacaktı bile. Camlı kapı açıktı, buradan daracık bir sıçanyoluna benzeyen koridor ve ana babanın yattığı dördüncü yatak görünüyordu; yatağın yanına da henüz üç ayını bile doldurmamış son konuğun, Estelle’in beşiğini yerleştirmek zorunda kalmışlardı.
Catherine en sonunda umutsuz bir çaba gösterdi. Geriniyor, alnına ve ensesine dökülen kızıl saçlarında gezdiriyordu ellerini. On beş yaşına göre pek inceydi, yalnızca kömürle dövmelenmişe benzeyen mosmor ayakları ve hep kara sabunla yıkamanın daha şimdiden bozduğu solgun yüzünden kesinlikle ayrılan incecik, süt beyaz kolları çıkıyordu dar geceliğinin dışına. Son bir esneme, hastalıklı diş etlerinin solgunluğu içinde pırıl pırıl parlayan beyaz dişli ağzını biraz daha açtı; çıplak vücudunu yorgunlukla dolduruyora benzeyen gri gözlerinde acılı ve bezgin bir hava vardı, yenmeye uğraştığı uyku yaşartıyordu onları.
Derken, sahanlıktan bir homurtu geldi, Maheu’nün pelte gibi yoğunlaşmış sesi bir şeyler geveliyordu:
— Hay lanet olsun! Vakit gelmiş be… Ocağı sen mi yakıyorsun Catherine?
— Evet, baba… Guguklu saat az önce dördü vurdu.
— Çabuk ol, tembel kız, çabuk ol! Pazar günü daha az dans etseydin, çoktan uyandırırdın bizi… İyice tembel olduk be!
Daha bir süre homurdandı, ama uyku sonunda onu da yendi, suçlayıcı lafları birbirine dolaştı, yeni bir horultu halinde eriyip gitti.
Genç kız, sırtında geceliği, yalınayak odada dolanıyordu. Henri’yle Lénore’un önünden geçerken, kaymış olan yorganı üstlerine çekti; yavrucaklar çocuklara özgü derin uyku içinde yitip gittiklerinden, kıllarını bile kıpırdatmıyorlardı. Alzire gözlerini açmış, olduğu yerde dönmüş, tek söz etmeden, ablasının sıcak yerine kaymıştı.
— Hey, Zacharie! Kalk bakayım! Sen de Jeanlin, hadi uyanın canım! diye yineleyip duruyordu Catherine iki oğlanın yatağı başında; berikilerse, burunlarını yastığa gömmüş, yattıkları yerde yuvarlanıp duruyorlardı.
Sonunda büyük oğlanı omzundan tutup sarsmak zorunda kaldı; baktı ki olacak gibi değil, ağabeyinin küfürlerine aldırmadan, tutup yorganı üstlerinden aldı. İki oğlanın çıplak bacaklarıyla debelendiklerini görünce, pek hoşlandı, gülmeye başladı.
— Hayvanlık bu, bırak da yatalım! diye homurdandı öfkeyle kalkıp oturan Zacharie. Hiç hoşlanmam böyle şakalardan… Bak sen! Kalkma vakti gelmiş be!
Zayıf, sarsak bir oğlandı, seyrek, bir iki tel sakalın lekelediği, bütün aile gibi kansız ve uzun bir yüzü, sarı saçları vardı. Geceliği karnına çıkmıştı, utancından değil, üşüdüğü için tutup aşağı çekti.
— Aşağıda saat dördü vurdu, diye yineliyordu Cathe-
rine. Hadi bakalım, kalkın! Yoksa babam kızacak.
Büzüşüp tortop olan Jeanlin, gözlerini yumdu:
— Çek git başımdan, uyuyorum! dedi.
Catherine yine kıkırdadı, incecik kol ve bacakları, sıraca yüzünden daha da dışarı fırlamış eklemleriyle öyle küçük bir oğlandı ki, kız tuttuğu gibi kucağına alıverdi onu. Zavallıcık çırpınıyor, kepçe kulaklarıyla daha da genişleyen, iki yeşil gözle oyulmuş, kıvırcık saçlarla süslü soluk yüzü, zayıf olmanın hırsıyla mum gibi sararıyordu. Hiçbir şey demedi, ablasının sağ memesini ısırdı hart diye.
— Pis yumurcak! diye mırıldandı kız dudaklarının ucuna dek gelen çığlığı tutarak ve oğlanı yere bıraktı.
Yorganı çenesine dek çekmiş, sesini çıkarmadan yatan Alzire bir daha uyuyamamıştı. Sakat çocukların
zekâ dolu gözleriyle ablasına, giyinmekte olan ağabeylerine bakıyordu. Toprak kabın başında yeni bir patırtı koptu, oğlanlar iteleyip kakaladılar genç kızı, çok uzun süre yıkanıyor diye. Gecelikler uçuşuyor, yüzü gözü uykudan hâlâ şiş üç çocuk, birlikte büyümüş köpek yavrularının rahatlığıyla, hiçbir utanç duymadan itişip kakışıyor, kurtlarını döküyorlardı. Bununla birlikte, ilk Catherine hazırlandı. Madenci pantolonunu çekti ayağına, deri ceketini giydi, mavi çatkısını topuzunun altından bağladı; pazartesi günü giyilen bu tertemiz giysiler içinde küçük bir erkek gibiydi, kalçaların hafif çalkantısı bir yana, kızlığından eser kalmamıştı.
— İhtiyar gelip de yatağı bozuk görünce pek sevinecektir herhalde, dedi Zacharie haince… Biliyor musun, bu işi senin yaptığını söyleyeceğim.
İhtiyar dediği, gece çalışıp gündüz uyuyan büyükbaba, yani Bonnemort’du; böylece yatak hiç soğumuyor, içinde horlayan biri bulunuyordu hep.
Catherine, karşılık vermeden yorganı çekip kenarlarını kıvırmaya koyulmuştu. Bir süreden beri duvarın öte yanından, komşu evden de gürültüler geliyordu. İşletmenin ucuza mal ettiği bu tuğla evler öylesine inceydi ki, soluk alsanız duyuluyordu. Blokların bir başından öbürüne, koyun koyuna yaşanıyordu ve özel yaşamın hiçbir şeyi gizli kalamıyordu, küçük çocuklar için bile. Lök gibi bir ayak sesi bir merdiveni sarstı, sonra hantal bir gövdenin düşüşüne benzeyen bir ses, ardından da bir oh çekiş duyuldu.
— Tamam! dedi Catherine, Levaque aşağı iniyor, Bouteloup da şimdi gelir, Levaque’ın karısının koynuna girer.
Jeanlin alaylı alaylı güldü, Alzire’in gözleri ışıldadı. Her sabah böyle, komşularının üçlü yaşamıyla eğlenirlerdi; kazmacı ev sahibi, bir tesviyeciyi evine kiracı almıştı, böylece kadının biri gecelik, biri gündüzlük, iki erkeği olmuştu.
Catherine, biraz kulak kabarttıktan sonra:
— Philomène öksürüyor, dedi.
Levaqueların, Zacharie’nin sevgilisi olan on dokuz yaşındaki büyük kızlarından söz ediyordu; kızın iki çocuğu vardı delikanlıdan, ciğerleri pek zayıf olduğundan, madende çalışamıyor, yukarıda ayıklayıcılık yapıyordu.
— Haa, eveet, Philomène! diye karşılık verdi Zacharie, ama kızın öksürüğe falan aldırdığı yok, horul horul uyuyor!.. Saat altıya kadar yatmak çok kıyak iş doğrusu!
Ansızın kafasına takılan bir fikirle pencereyi açtığı zaman pantolonunu giymekteydi. Dışarıda karanlıklar içindeki işçi mahallesi yavaş yavaş uyanıyor, kepenklerin ardında ışıklar birer birer yanıyordu. Derken yeni bir ağız kavgası başladı aralarında: Tam karşıda oturan Pierron’un karısıyla seviştiği söylenen Voreux işçibaşısının evden çıkıp çıkmayacağını görmek için dışarı sarkmıştı; kız kardeşiyse, Pierron’un dünden beri, yükleme yerinde gündüz postasına geçtiğini, onun için de Dansaert’in bu geceyi burada geçirmiş olmasının mümkün olmadığını söylüyordu bağıra bağıra. Soğuk hava hışımla pencereden içeri doluyor, bizimkilerse kendi dediklerinde ısrar ediyor, gittikçe heyecanlanıyorlardı; tam bu sırada bir viyaklamadır yükseldi içeriden. Soğuktan rahatsız olan Estelle, yattığı yerden yaygarayı basmıştı.
Maheu hemen gözlerini açtı. Aman Tanrım! Ne olmuştu böyle kemiklerine? Aylak adamlar gibi, uyandıktan sonra yeniden uyumaya başlamıştı artık. Öyle bir küfretmeye başladı ki, öbür odadaki çocukların sesi soluğu kesildi. Zacharie’yle Jeanlin, daha şimdiden yorgunluk kokan bir ağırkanlılıkla ellerini yüzlerini yıkadılar. Alzire, fal taşı gibi açık gözleriyle çevresine bakmaya devam ediyordu. Lénore’la Henri, sımsıkı birbirlerine sarılmış, onca patırtıya karşın hiç istiflerini bozmadan yatıyor, aynı anda hafif hafif soluyorlardı.
— Catherine, getir şu mumu bana! diye bağırdı Maheu.
Ceketinin son düğmesini iliklemekte olan Catherine, mumu alıp sahanlığa götürdü ve kardeşleri kapıdan vuran hafif ışıkta, el yordamıyla giyinmek zorunda kaldı. Babası yataktan çıkıyordu. Ama kız durmadı, kalın yün çoraplı ayaklarının ucuna basa basa, tutunarak aşağı indi, kahve pişirmek üzere başka bir mum yaktı. Evdekilerin giydiği bütün tahta ayakkabılar, yemek dolabının altına sıralanmıştı.
Hâlâ ağlayan Estelle’in zırıltısına kızan Maheu:
— Sussana be piç kurusu! diye bağırdı.
O da Bonnemort gibi ufak tefekti, kısacık kesilmiş sarı saçlarının altındaki yassı ve soluk yüzü, taş gibi sağlam kafasıyla tıpkı babasıydı. Çocuk, tepesinde dolaşan o boğum boğum, upuzun kollardan korkmuş, daha çok bağırıyordu.
— Rahat bırak şunu, sen de biliyorsun ki, canı istemedikçe susmaz, dedi Maheude yatağın ortasına doğru kayarak.
O da uyanmış, mızıldanıyordu, şöyle doya doya uyumamak rezaletti canım! Gürültüsüz çıkıp gidemezler miydi acaba! Yorganın altına gömülmüş, yalnız yüzü, yoksulluk içinde geçen yıllardan ve doğurduğu yedi çocuktan sonra daha otuz dokuz yaşında bozulmuş, kırışıklıklarla dolu, ama yine de ağır bir güzelliğe sahip yüzü dışarıda kalmıştı. Erkeği giyinirken, gözlerini tavana dikip ağır ağır konuşmaya başladı. İkisi de ağlayan çocuğun farkında değildi artık.
— Şey, beş param kalmadı, biliyor musun? Üstelik bugün daha pazartesi: İki haftalığı almamıza altı gün var daha yani. O kadar adam, topu topu dokuz frank getiriyorsunuz eve. Oysa on kişiyiz, nasıl kalkarım ben bu işin altından?
— Dokuz frank mı? diye bağırdı Maheu. Zacharie’yle ben üçer frank alıyoruz: Eder altı frank… Catherine’le babam ikişer: Etti mi dört dört, altı daha, eder on… Bir frank da Jeanlin getiriyor, eder on bir.
— On bir olmasına on bir, ama bayramları, çalışmadığınız günleri saymıyorsun hiç… Dokuzdan öteye geçmiyor, anlıyor musun?
Adam yere eğilmiş, kayışını arıyordu, onun için karşılık veremedi. Sonra doğrulurken:
— Yakınmayı bırak hanım, dedi, dua et ki sağlamım. Kırk iki yaşında ıskartaya çıkan nice adam var.
— Doğrusun efendi, doğrusun, ama bu karnımızı doyurmuyor ki… Peki ne halt edeyim şimdi ben, ha? Sende birkaç kuruş yok mu?
— İki meteliğim var.
— Kalsın, kalsın, bir bira içersin onunla… Hey ulu Tanrım, ne halt edeyim ben şimdi? Altı gün bu, kolay kolay geçmez ki. Maigrat’ya altmış frank borcumuz var zaten, iki gün önce gittiğimde kapı dışarı etti beni. Bir kere daha denerim elbet. Ama herif vermem de vermem diye diretiyor…
Maheude mumun hüzünlü ışığında, zaman zaman gözlerini yumarak, başını oynatmadan, tasalı bir sesle konuşmaya devam etti. Yemek dolabının boşaldığını, küçüklerin reçel istediğini, oysa kahvelerinin bile kalmadığını, fazla su içmenin karın ağrısı yaptığını, açlığını bastırmak için günlerdir haşlanmış lahana yediğini anlatıyordu. Sesi gittikçe yükseliyordu, çünkü Estelle’in uluması hepsini bastırmaya başlamıştı. Dayanılmaz hale gelmişti çocuğun çığlıkları. Maheu birden bunun farkına vardı, deli gibi koşup beşikteki kızı kaptı, hırsından sözcükleri birbirine karıştırarak yatağa, anasının yanına fırlattı.
— Al şunu, yoksa ayağımın altına alıp ezeceğim… Hey Tanrının cezası velet, hey! Hiçbir derdi yok, canı çektiği zaman sütünü emiyor, yine de herkesten fazla bağırıyor be!
Dediği doğruydu, Estelle anasının memesine yapışmıştı bile. Yorganın altında, yatağın sıcaklığıyla rahata ermişti, hafif bir ağız şapırtısından başka bir ses duyulmuyordu artık.
Baba bir süre sustuktan sonra devam etti:
— Piolaine Çiftliği’ndeki hanımlar sana gidip kendilerini görmeni söylememişler miydi?
Anne, yüzünde düş kırıklığıyla kuşku karışımı bir hava, dudağını ısırdı.
— Evet, bir kere yolda rastladılar bana, yoksul çocuklara öteberi götürüyorlardı… Başka çare kalmadı zaten, bu sabah Lénore’la Henri’yi alıp onlara götüreceğim. Şöyle yüz metelik verseler, yeter.
Yeniden sustular. Maheu hazırdı. Bir an kıpırdamadan durdu, sonra o boğuk sesiyle devam etti:
— Ne yapalım? Akşama bir şeyler uydur işte… Konuşmanın yararı yok, gidip işe başlamalı.
Mumu söndürdü. Zacharie’yle Jeanlin aşağı inmekteydiler, o da artlarına düştü; keçe kaplı ahşap merdiven ağırlıklarından inliyordu. Küçük sahanlık ve oda yeniden karanlığa gömülmüştü. Küçükler mışıl mışıl uyuyordu, Alzire’in bile gözkapakları ağırlaşmıştı. Ama Estelle, içi geçmiş kadınlarınki gibi sarkan memesine yapışmış kedi yavrusu gibi mırıldanırken, annesi gözlerini karanlığa dikmiş, kıpırdamadan yatıyordu.
Aşağı inen Catherine, önce ateşe bir göz atmıştı; iki yanında birer fırın, ortasında da bir ızgara olan dökme sobada sürekli olarak kömür yanmaktaydı. İşletme her ay aile başına sekiz yüz kilo kömür veriyordu. Damarların üst ve yan duvarlarındaki kalıntılardan meydana gelen bu kömür çok zor yanıyordu, genç kız her akşam ateşin üstünü külle örtüyor, sabahleyin altını eşeliyor, üzerine elle ayıklanmış iri ve yumuşak parçalardan birkaç kürek atıyordu. Izgaranın üstüne çaydanlığı sürdükten sonra, yemek dolabının başına çöktü.
Zemin kattaki bu geniş oda, elma yeşili badanayla boyanmış Flamanlara özgü bir titizlikle temizlenmişti; taş kaplı döşeme kova kova suyla yıkanmış, sonra üstüne ince kum dökülmüştü. Çam ağacından yapılmış cilalı yemek dolabının dışında, mobilya olarak yine çam ağacından bir masa ve birkaç iskemle göze çarpıyordu. Duvarlara süslü püslü bir şeyler, işletmenin verdiği, imparatorla imparatoriçenin, bazı ünlü askerlerin ve ermişlerin resimleri yapıştırılmıştı; yalnız bu resimler, odanın o yeşil çıplaklığında iyice göze batıyordu; yemek dolabının üstünde süs olarak pembe karton bir kutu ile tiktakları bütün odayı kaplayan, kadranı resimli çalar saat vardı yalnız. Merdiven kapısının hemen yanındaki ikinci kapı bodruma açılıyordu.
Odanın temizliğine karşın, bir gün önceden kalmış yanık soğan kokusuyla hiç eksilmeyen keskin kömür kokusu, ağır ve boğucu havayı zehirlemekteydi.
Catherine, yemek dolabını açmış, kara kara düşünüyordu. Biraz ekmek, biraz beyaz peynir vardı dolapta, ama tereyağı çok azdı; oysa dördüne de öğlen için yağlı ekmek hazırlamak gerekiyordu. Sonunda karar verdi, ekmeği dilimledi, dilimlerden birine yağ sürüp, öbürüne de azıcık peynir koyup üst üste kapatmaya başladı: Böylece, her sabah madene giderken götürdükleri azık sağlanmış oluyordu. Az sonra, babanın kocaman azığından Jeanlin’in minik azığına doğru gittikçe küçülen, keskin adalet kılıcıyla kesilmiş, dört çift ekmek dilimi masaya sıralanmıştı.
Kendini bütünüyle bu işe vermiş gibi görünen Catherine, aslında Zacharie’nin anlattığı öyküyü, işçibaşıyla Pierronne arasındaki gizli sevdayı düşünüyor olmalıydı ki, bir ara kapıya gitti, aralayıp dışarı baktı. Rüzgâr yine aynı hızla esiyor, uykudan uyanan insanların pıtırtılarının geldiği işçi evlerinin pencereleri birbiri ardından aydınlanıyordu. Daha şimdiden birtakım kapılar açılıp kapanıyor, koyu işçi karaltıları gecenin karanlığına karışıp gidiyordu. Kömür vagonlarının kafesli asansöre yüklenmesine göz kulak olan Pierron ancak saat altıda işbaşı yapacağına ve bu saatte mışıl mışıl uyuduğuna göre, kapıda dikilip kıkırdamanın âlemi var mıydı? Catherine bunu bildiği halde kapıdan ayrılamıyor, bahçelerin öte yanında kalan karşıki eve bakıyordu. Birden kapı açıldı, bizimkinin merakı iyiden iyiye alevlendi. Ama çıkan, madene giden Lydie’den, Pierronların küçük kızından başkası değildi.
Çaydanlığın ıslığıyla geri döndü. Kapıyı örtüp koştu: Su kaynamış taşıyor, ateşi söndürüyordu. Kahve bittiğinden, dünden artakalan tortunun üstüne sıcak su dökmekle yetindi; sonra kahvedenliğin içine ham şeker atıp karıştırdı. Tam bu sırada babasıyla kardeşleri de aşağı gelmişti.
— Hay lanet olsun! diye bağırdı Zacharie burnunu kahve fincanına uzatır uzatmaz, bu kahve baş ağrısı falan yapmaz işte!
Maheu her şeyi olduğu gibi kabul eden insanların tavrıyla omuz silkti.
— Boş ver! Hiç olmazsa sıcak ya, sen ona bak.
Jeanlin, azıklardan artakalan ekmek kırıntılarını toplamış, tasına doldurup papara yapmıştı. Kahvesini içip bitiren Catherine, kahvedenlikte kalan kahveyi mataralarına boşalttı. Dördü de ayaktaydı, is çıkararak yanan mumun zayıf ışığında son lokmalarını atıştırıyorlardı.
— Daha bitmedi mi be! dedi baba. Bizi gören de bayağı bir şey yiyoruz sanacak.
Açık bıraktıkları merdiven kapısından bir ses geldi o sırada. Maheude yukarıdan sesleniyordu:
— Ekmeğin hepsini alın, çocuklar için azıcık şehriyem var.
— Tamam, tamam! diye karşılık verdi Catherine. Ateşin üstünü küllemiş, büyükbaba saat altıda gelince sıcak bulsun diye, akşamdan kalan çorbayı ızgaranın bir köşesine sürmüştü. Yemek dolabının altından tahta ayakkabılarını aldılar, mataralarını omuzlarına astılar, azıklarını sırtlarına, ceketle gömlek arasına sıkıştırdılar. Mumu söndürdüler, kapıyı çekip, erkekler önde, kız arkada, dışarı çıktılar. Ev yeniden karanlığa gömüldü.
— Bak hele! Aynı anda çıktık be, dedi komşu evin kapısını çeken biri.
Levaque’tı bu, yanında Jeanlin’in yakın arkadaşı, on iki yaşındaki oğlu Bébert vardı. Birden pek keyiflenen Cathe-
rine makaraları koyuverdi, Zacharie’nin kulağına eğilip fısıldadı: Amma da kıyak iş ha! Bouteloup, artık adamın evden çıkmasını bile beklemiyor demek?
İşçi mahallesindeki ışıklar teker teker sönmekteydi. Derken son bir kapı sesi duyuldu, şimdi artık her şey derin bir sessizliğe gömülmüş, kadınlarla küçük çocuklar genişleyen yataklarda yeniden uykuya dalmıştı. Ve rüzgârın uğultusu içinde, karanlığa bürünen işçi mahallesinden homurtuyla soluyan Voreux’ye doğru bir karaltı akını, kollarını göğüslerinde kavuşturup omuzlarını kıvıra kıvıra bayırdan aşağı inen, madene koşan kömür işçilerinin akını başlamıştı; azıkları hepsinin sırtını kamburlaştırıyordu. Uzayıp giden yola yayılmış bir koyun sürüsü gibi pıtır pıtır yürüyor, incecik giysileri içinde çivi kesmelerine karşın, pek de acele etmiyorlardı.
III
Etienne sonunda yamacı inmiş, Voreux’ye girmişti; iş olup olmadığını sormak üzere yanlarına yaklaştığı insanlar hep başlarını sallıyor, işçibaşını beklemesi gerektiğini söylüyorlardı. Sonra onu yarı aydınlatılmış, kara deliklerle dolu, bir sürü salon ve katlarıyla insanı ürperten binaların ortasında bırakıp gidiyorlardı. Yarı yıkık, karanlık bir merdivenden çıkmış, sallantılı bir asma köprüde bulmuştu kendini; sonra ayıklama hangarından geçmiş, kopkoyu bir karanlığa dalmıştı, bir yere çarpmamak için kollarını uzatmış, yoklaya yoklaya ilerliyordu. Birden önünde beliren iki kocaman sarı göz karanlığı deldi. Gözetleme kulesinin dibinde, maden kuyusunun tam ağzında, çıkan kömürün toplandığı odadaydı.
Temiz yürekli bir jandarmaya benzeyen, kırçıl bıyıklı, iriyarı maden çavuşu Richomme Baba, tam bu sırada kayıt kabul odasına doğru gidiyordu.
— Ne iş için olursa olsun, adama gereksinme yok mu burada? diye sordu yine Etienne.
Richomme az kalsın hayır diyecekti, ama kendini tuttu ve daha öncekiler gibi uzaklaşırken:
— İşçibaşı Bay Dansaert’i bekleyin, dedi.
Dört fener asılmıştı kulenin dibine, bütün ışıklarını kuyuya boşaltan ışıldaklar, güçlü bir ışıkla demir tırabzanları, işaret lambasını, sürgü kollarını, iki kafesli asansörün aralarında gidip geldiği kalın kılavuz direklerini aydınlatıyordu. Bunun dışında kalan ve bir kilise koridoruna benzeyen geniş hangar loştu, oradan oraya dolaşan iri gölgelerle doluydu. Yalnız dipte, lamba odasından zayıf bir ışık sızıyordu; kömürün boşaltıldığı odadaysa, küçük bir fener sönmek üzere olan bir yıldız gibi göz kırpıyordu. Kömür çıkarma işi yeniden başlamıştı; demir levhalarla kaplı döşemede sürekli bir gök gürültüsü vardı, kömür vagonları hiç durmadan yürüyor, kömür kırıcıların başındaki yalnız öne eğik sırtları görünen işçiler durmadan hareket eden bu kara ve gürültülü şeyler arasında gidip geliyorlardı.
Kulakları sağırlaşan, gözleri körleşen Etienne bir an olduğu yerde çakılıp kaldı. Her yanı buz kesmişti, müthiş bir hava akımı vardı hangarda. Derken, pırıl pırıl parlayan makinenin çelik ve bakır kısımları gözüne ilişti, çekimine kapıldı, birkaç adım attı. Makine kuyunun arkasında, yirmi beş metre ötede daha yüksekçe bir odadaydı, tuğladan örülmüş tabanı üstüne öylesine çöreklenmişti ki, dört yüz beygirlik gücüyle homurdanarak çalışmasına karşın, yağlı bir yumuşaklıkla girip çıkan kocaman hareket kolu en küçük bir titreşim yapmıyordu duvarlarda. Makinist, makinenin karşısındaki demire yaslanmış, ayakta zil seslerini dinliyor, gösterge levhasından gözünü ayırmıyordu; levhadaki dikey lamba bütün katlarıyla maden kuyusunu canlandırıyor, birer ipin ucunda sallanan kurşunlar, kafesli kömür asansörlerini gösteriyordu. Makine çalıştırıldığı an, çelik tellerin sarıldığı ya da boşaldığı beş metre çapındaki iki kocaman makara öyle bir hızla dönmeye başlıyordu ki, kül rengi bir toz bulutu haline geliveriyorlardı.
— Dikkat etsene be! diye bağırdı dev gibi bir merdiveni sürükleyen üç işçi.
Etienne az kalsın eziliyordu. Gözleri karanlığa alışmıştı, havada akıp giden çelik tellere bakıyordu; otuz metreyi aşkın çelik tel önce dosdoğru gözetleme kulesine çıkıyor, orada dişli tekerleklere sarılıyor, sonra dimdik kuyuya iniyor, kafesli kömür asansörlerine bağlanıyordu. Çan kulelerindekini andıran bir demir çatma taşıyordu dişli tekerlekleri. Kuş gibi gürültüsüz, gergin uçuyordu çelik tel; saniyede on metrelik bir hızla on iki ton yükü kaldırabilecek, son derece ağır bir halatın sürekli gidiş gelişi, hızlı kaçışıydı bu.
— Hey Tanrım, hey Tanrım, dikkat etsene be adam! diye bağırdı işçiler yeniden; soldaki dişliye bakmak üzere çatmanın öbür ayağına doğru itiyorlardı merdiveni.
Etienne, ağır ağır, çıkarılan kömürün toplandığı hangara döndü. Tepesindeki çelik telin uçuşu başını döndürüyordu. Soğuk hava akımından tir tir titreyerek, kömür vagonlarının kulakları sağır eden gürültüsü içinde, kafesli kömür asansörlerinin inip çıkışını seyre koyuldu. Kuyunun yanında, dipten gelen bir halatın havaya kaldırdığı, sonra bir kütüğün üstüne düşürdüğü kaldıraçlı, ağır bir tokmak hiç durmadan işaret veriyordu. Tek vuruş dur, iki vuruş indir, üç vuruş çek demekti: Bu işaret çekicinin sesi, kocaman tokmağın gürültüsü ve incecik zil sesleri hiç kesilmiyordu; kömür kırıcının başındaki işçi, elindeki ses borusuyla makiniste birtakım buyruklar verirken, bir yandan da önündeki kola asılıp tokmak sesini artırıyordu. Kafesli kömür asansörleri bütün bu hayhuy içinde inip çıkıyor, dolup boşalıyor, Etienne bu karışık işe bir türlü akıl erdiremiyordu.
Bildiği tek bir şey vardı: Kuyu insanları yirmişer otuzar yutuyordu ve gırtlağı öylesine genişti ki, galiba geçişlerini duymuyordu bile. Saat dört dedi mi, işçiler kuyuya inmeye başlıyordu. Barakadan çıkıyor, elde fener, yalınayak kuyunun başına geliyor, yeterince kalabalık olana dek küçük kümeler halinde bekleşiyorlardı. Çelik kafes, geceleyin dolaşan bir hayvan gibi usulca, sessizce karanlıktan çıkıyor, her birinde içi kömür dolu iki vagon bulunan dört katıyla sürmeler üstüne mayna ediyordu. Ayrı ayrı sahanlıklarda bekleyen işçiler vagonları çekip çıkarıyor, onların yerine ya boş ya da maden kazığı doldurulmuş yeni vagonlar sürüyorlardı. İşçiler de beşer beşer, işte bu boş vagonlara doluşuyor, böylece asansörün dört katında kırk kişi oluyordu. Nefeslikten boğuk, ne olduğu anlaşılamayan bir böğürtü çıkıyor, aşağıya da asansör insan yüklü olarak geliyor diye “et geliyor” işareti veriliyor, yani ip dört kez çekiliyordu. Bundan sonra, küçük bir sarsıntının ardından kafesli asansör sessizce kuyuya dalıyor, arkasında yalnızca çelik telin titrek akışını bırakarak bir taş gibi aşağı iniyordu.
— Derin mi? diye sordu Etienne uykulu gözlerle yanı başında dikilen madenciye.
— Beş yüz elli dört metre, diye karşılık verdi adam. Ama yukarı doğru dört kademe var, birincisi üç yüz yirmi metrede.
İkisi de gözlerini yukarı çıkmakta olan çelik tele dikip sustular. Etienne konuşmaya devam etti:
— Peki ya tel koparsa?
— Haa! İşte o zaman…
Madenci sözünü bir el hareketiyle tamamladı. Sıra kendisine gelmişti, kafesli asansör yorgunluk izi taşımayan bir rahatlıkla geri dönmüştü. İşçi, arkadaşlarıyla birlikte asansörün içine büzüştü, kafes kuyuya daldı, aşağı yukarı dört dakika sonra bir başka kümeyi yutmak üzere yine dışarı fırladı. Kuyu, yarım saat boyunca, işçilerin indikleri kademeye göre az ya da çok sayıda, ama hiç durmadan, bitmez tükenmez bir
açlıkla insan yutuyor, her geleni koca bir kent halkını alacak genişlikteki midesine indiriyordu. Geleni yutuyor, geleni yutuyor, ama karanlık kuyudan çıt çıkmıyor, kafes aynı obur sessizlikle geri dönüyordu.
Etienne en sonunda daha önce çukurun kıyısında duyduğu iç sıkıntısını duydu yine. Neye yarardı direnmek? İşçibaşı da ötekiler gibi atlatacaktı işte onu. Gizli bir korku ansızın yeni bir karar almasına yol açtı: Hızla hangardan çıktı ve ancak jeneratörlerin bulunduğu yapının önüne gelince durdu. Ardına dek açık kapıdan iki ocağın ısıttığı yedi kazan görünüyordu. İşçinin biri beyaz dumanlar içinde, kazanlardan kaçan buharın çıkardığı ıslıklar arasında, ocaklardan birine kömür atıyor, kapağı açık ocağın sıcaklığı ta dışarı vuruyordu; delikanlı yeniden sıcağa kavuşmanın sevinciyle kapıya yaklaşırken, madene gelen yeni bir işçi kümesiyle karşılaştı. Maheulerle Levaquelardı gelenler. En önde yürüyen ve parlak bir oğlana benzeyen Catherine’i görünce, son bir kez talihini denemek geldi içinden.
— Hey arkadaş, adama ihtiyaç yok mu acaba burada? Ne iş olursa yaparım.
Kız karanlığın içinden yükselen bu ses karşısında azıcık ürktü, şaşkın şaşkın delikanlının yüzüne baktı. Catherine’in ardında yürüyen babası da soruyu duymuştu, kızının yerine o karşılık verdi, bir iki laf etti delikanlıyla. Hayır, adama ihtiyaç yoktu. Ne edeceğini, nereye gideceğini bilemeyen bu zavallı işçiye acımıştı. Etienne’den ayrılınca, yanındakilere döndü:
— Yaa! dedi, işte bu duruma düşmek de var işin içinde… Bir yiyip bin şükredelim arkadaş, elin oğlu anamızı belleyen şu işi bile bulamıyor.
İşçiler madene girdi, asma kilitli giysi dolaplarının çevrelediği, duvarları üstünkörü sıvanmış, geniş soyunma odasına yollandı. Odanın tam ortasına yerleştirilmiş, kapaksız dökme soba kıpkırmızıydı, öylesine tıka basa doldurulmuştu ki, kömürler çatırdayarak, dövülmüş toprak zemine kıvılcımlar saçarak yanıyordu. Baraka yalnız sobadaki korlarla aydınlanıyor, kızıl alevlerin şavkı tozdan kapkara kesilmiş tavana, leş gibi pis tahta duvarlara vurup oynaşıyordu.
Maheuler içeri girdiği sırada, barakanın yakıcı sıcaklığında kahkahalar yükselmekteydi. Otuza yakın işçi sobanın başında dikilmiş, sırtlarını ateşe vermiş, gülüşe oynaşa ısınıyorlardı. Kuyudaki neme dayanabilmek için, aşağı inmezden önce, işte böyle sobanın başında toplanıyor, derilerinde sıcaklık biriktiriyorlardı. Ama o sabah daha bir keyifliydiler, iri memeleriyle kalçaları giysilerinden dışarı fırlayacakmış gibi duran, on sekiz yaşındaki tumbacı kızla, Mouquette’le dalga geçiyorlardı. Kız, at bakıcılığı yapan babası Mouque ve kömür kırıcının başında çalışan erkek kardeşi Mouquet ile birlikte Réquillart’da yaşıyordu; çalışma saatleri ayrı olduğundan, işe yalnız geliyordu ve yazın buğday tarlalarında, kışın bir duvar dibinde, o haftaki sevgilisiyle yaşamın tadını çıkarıyordu. Bütün maden sıradan geçiyordu böylece, yani tam bir nöbetleşmeydi bu, hem de arkadaşça. Bir gün kıza, seni Marchiennesli bir çiviciyle gördük demişlerdi de, hırsından çılgına dönmüş, avaz avaz bağırarak, kendisine saygısı olduğunu, onu kömür işçilerinden başkasının kollarında gördüğünü kanıtlayana kolunun birini vereceğini söylemişti.
— Sırık Chaval’i bıraktın demek? diyordu bir madenci alaylı alaylı. Bu sefer de o bızdığı buldun galiba? Ama oğlanın sana yetişebilmesi için merdiven gerek be!.. Réquillart’ın ardında gördüm ikinizi. Oğlan yol kıyısındaki işaret taşlarından birine çıkmıştı.
— Ee, ne olmuş yani? diye karşılık veriyordu Mouquette, gülerek. Sana ne bundan? Kim dedi gel bizi gözetle diye?
Ve bu temiz yürekli çıkışma hepsini kahkahalara boğuyor, işçiler sobanın başında yarı yarıya ısınmış omuzlarını hoplata hoplata gülerken, kız da aşırı çıkıntılarıyla, insanın içini burkan gülünç bir kırıtmayla edepsizce aralarında dolaşıyordu.
Birden gülüşmeler kesildi, Mouquette Maheu’ye sırık boylu Fleurance’ın artık işe gelemeyeceğini söylüyordu: Bir gün önce yatağında ölü bulunmuştu; kimisi bir inme sonucu kalbinin durduğunu, kimisi de çok hızlı içtiği bir şişe ardıç rakısının ölümüne yol açtığını söylüyordu. Bu arada en çok üzülen Maheu’ydü: Al sana bir talihsizlik daha, tumbacılardan birini yitiriyordu böylece, yerine başkasını da bulamazdı hemen! Götürü çalışıyordu. İşlediği damarda kendisi, Zacharie, Levaque ve Chaval dört ortaktılar. Vagon sürme işinde bir tek Catherine’e kaldılar mı, işler aksayacaktı. Birden sevinçle haykırdı:
— Tamam! Az önce iş arayan oğlan var be!
Tam o sırada Dansaert de barakanın önünden geçmekteydi. Maheu gidip durumu anlattı ona, delikanlıyı işe alabilmek için izin istedi; ayrıca tıpkı Anzin ocağındaki gibi, kadın tumbacıların yerine erkekleri geçirmek isteyen işletmenin niyetini anımsattı. İşçibaşı ilkin bıyık altından güldü buna, kadınları madenden çıkarma tasarısı, aslında kızlarına iş arayan ve ahlak, sağlık falan gibi şeylere hiç mi hiç aldırmayan maden işçilerinin pek hoşuna gitmiyordu çünkü. Buna karşın, biraz düşündükten sonra izin verdi, ama yine de işletme mühendisi Bay Négrel’e soracaktı.
— Güzeel! dedi Zacharie, yalnız işin kötü yanı şu ki, eğer hâlâ öyle koşuyorsa, şimdi epey uzaklardadır bizim delikanlı!
— Yok, dedi Catherine, kazanların başında gördüm onu.
— Ne duruyorsun, tembel kız, koş hadi! diye bağırdı Maheu.
Genç kız ok gibi fırladı; bu sırada bir grup işçi soba başındaki yerlerini başkalarına bırakıp kuyuya yollanıyordu. Jeanlin babasını beklememiş, tombul Bébert’le çelimsiz Lydie’yi alarak lamba odasına gitmişti. Onlardan önce karanlık merdivene dalmış olan Mouquette, sizi gidi pis yumurcaklar sizi, oramı buramı çimdiklemeyin, tokadı yersiniz ha! diye bağırıyordu.
Etienne gerçekten de kazanların başında, ocaklara kömür atan işçiyle konuşmaktaydı. Yine o ıssız, karanlık yollara döneceğini düşündükçe iliklerine dek ürperiyordu. Her şeye karşın yola çıkmaya karar verdiği sırada bir elin omzuna dokunduğunu hissetti.
— Gelin, dedi Catherine, iş bulundu size.
Etienne önce hiçbir şey anlayamadı. Sonra müthiş sevindi, genç kızın ellerine sarılıp heyecanla sıktı.
— Sağ ol kardeşim, sağ ol… Yaman adamsın doğrusu!
Catherine, ikisini de aydınlatan ocağın kızıllığında delikanlının yüzüne bakıp gülmeye başladı. Dal gibi
bir kız olduğu, saçını da yazmasının içine topladığı için kendisini erkek sanması pek hoşuna gitmişti. Etienne’se sevincinden gülüyordu; böylece yüzleri alev alev yanarak, bir süre karşılıklı gülüştüler.
Maheu barakada sandığının başına çökmüş, tahta ayakkabılarını yerleştirmiş, uzun konçlu yün çoraplarını çıkarmaya çalışıyordu. Etienne gelince, bir iki cümleyle anlaştılar: Gündeliği otuz metelikti, iş ağırdı, ama kısa zamanda öğrenirdi. Delikanlıya ayakkabılarını çıkarmamasını söyledi, ayrıca kendilerinin kullanmadığı küçük, deri takkeyi, başını yarmasın diye ona ödünç verdi. Aygıtlar sandıktan çıkarıldı, Fleurance’ın küreği de bunlar arasındaydı. Maheu hepsinin tahta ayakkabılarını, çoraplarını ve Etienne’in çıkınını sandığa yerleştirdikten sonra birden telaşlandı.
— Nerde bu hayırsız Chaval be? Yine kim bilir hangi kızı devirmiştir kömür yığınları üstüne!.. Baksana, tam yarım saat geç kaldık işe.
Zacharie’yle Levaque, hiç istiflerini bozmadan sobada omuzlarını ısıtmaktaydılar. Derken, Zacharie ağzını açtı lütfen:
— Chaval’i mi bekliyorsun sen?.. Oğlan geldi de aşağı indi bile.
— Ee? Biliyorsun da neden söylemiyorsun be adam!.. Hadi öyleyse, yürüyün bakalım! Çabuk, çabuk!
Ellerini ısıtmakta olan Catherine, istemeye istemeye artlarına düştü. Etienne kıza yol verdi, merdivenleri ondan sonra çıktı. Çıplak ayakların eski aba terlikler gibi yumuşacık sesler çıkardığı karışık birtakım merdivenlerden, karanlık koridorlardan geçiyorlardı. Derken, camlı lamba odasının parlak ışığı göründü, raflarda bir gün önceden bakılıp temizlenmiş, müşterisi bol bir kilisenin sunağındaki mumlar gibi teker teker yakılmış yüzlerce Davy lambası vardı. Her işçi küçük pencereden üstüne numarası kazılmış lambasını alıyor, şöyle bir gözden geçiriyor, sonra kendi eliyle kapatıyordu; bu sırada masa başındaki kayıt memuru önündeki deftere işçinin madene iniş saatini yazıyordu.
Yeni tumbacının lambasını alabilmek için Maheu’nün araya girmesi gerekti. Yalnız işler burada bitmiyor, işçiler bütün lambaların sıkıca kapatılıp kapatılmadığına bakan bir denetçinin önünden teker teker geçiyorlardı.
— Vay canına, hiç de sıcak sayılmaz burası! dedi soğuktan dişleri takırdayan Catherine.
Etienne başını sallamakla yetindi. Her yanından rüzgâr giren geniş hangarın ortasındaki kuyunun başına gelmişlerdi. Yiğit olmasına yiğitti, ama kulakları sağır eden vagon gürültüsü, nefesliğin boğuk böğürtüsü içinde, büyük bir hızla makaralara sarılıp boşalan çelik tellerin sürekli akışı karşısında heyecandan soluğu kesiliyordu. Kafesler, geceleri dolaşan hayvanlar gibi sessizce inip çıkıyor, gelen insanı lıkır lıkır içip bitiren kuyuya ha bire yem taşıyorlardı. Sıra kendisindeydi, iliği kemiği donmuş, buz kesmişti, sinirli bir suskunluk içindeydi; Zacharie’yle Levaque, hele görüşü sorulmayan Levaque, tanımadıkları birinin işe alınmasına bozulmuş, delikanlının bu haliyle dalga geçiyorlardı. Bu yüzden, babası Etienne’e açıklamalarda bulunmaya başlayınca Catherine epey sevindi:
— Bakın, kafesin tepesinde bir tertibat var, tel koparsa, demir kancalar kılavuz direklerine gömülüveriyor. Bu düzen kendiliğinden çalışıyor, ama her zaman değil elbet… Evet, ne diyordum, ta aşağı kadar tahtayla kaplı kuyu, üç bölmeye ayrılmıştır: En ortada kafeslerin gidip geldiği boşluk, solda merdivenli bölme, yani nefeslik…
Ama lafını yarım bıraktı, sesini pek fazla yükseltmemeye çalışarak söylendi:
— Daha ne duruyoruz be! Hay dinine yandığımın, bizi böyle dondurmaya ne hakları var yahu!
Şişesiz lambasını bir çiviyle madenci şapkasının şeridine tutturmuş olan maden çavuşu Richomme da asansördeydi, onun bu yakınmasını işitti.
— Aman yavaş ol, dedi hâlâ arkadaşlarını tutan eski bir işçinin babacan tavrıyla, yerin kulağı vardır derler! Biliyorsun, yola çıkmadan birtakım manevralar yapılacak… Hah! Geldi işte, al arkadaşlarını da bin bakalım.
Dediği doğruydu, çelik levhalardan yapılmış, bakla biçimindeki demir bir kafesle çevrili asansör gelmiş, sürgüler üstüne yerleşmiş, kendilerini bekliyordu. Maheu, Zacharie, Levaque ve Catherine en alt bölmenin dibindeki vagonlardan birine doluştular; beşinin bir arada bulunması gerektiğinden, Etienne de aralarına sıkıştı; ancak iyi yerler kapıldığından, genç kızın yanına büzüştü, kızın dirseği böğründeydi. Baktılar ki lambasını nereye koyacağını bilemiyor, ceketinin iliklerinden birine tutturmasını salık verdiler. O bunu duymadı, beceriksizce elinde tutmaya devam etti. Altlarında ve üstlerinde yükleme daha bitmemişti, bir davar sürüsü bir yerlere tıkılıyordu sanki. Bu iş bir türlü biteceğe benzemiyordu, bir terslik mi olmuştu acaba? Dakikalardır bekliyormuş gibi bir duygu vardı içinde. Derken bir sarsıntı oldu ve her şey karanlığa büründü, çevresindeki nesneler uçup gitti; aynı zamanda karın kaslarını çektiren, bunaltıcı bir baş dönmesi duyuyordu. Bu duygu aydınlıkta döne döne uzaklaşan gözetleme kulesinin ayakları arasında, iki indirme bindirme yerini geçene dek sürdü. Sonra kuyunun karanlığına dalınca duyuları işlemez oldu, sersemledi.
— Yola çıktık sonunda, dedi Maheu bağırmadan.
Hepsi çok rahattı. Etienne’se ara sıra, iniyor muyuz, yoksa çıkıyor muyuz diye düşünüyordu. Asansör, kılavuz direkleri arasında hiçbir yere sürtünmeden yağ gibi kayarken durduklarını sanıyor, ama sonra direkler yerinden oynamışçasına ansızın sarsılıyorlar ve Etienne yaklaşan bir felaket varmış gibi korkuyordu. Yüzünü asansörün kafeslerine yapıştırdığı halde, kuyunun iç kaplamalarını da göremiyordu. Madenci lambaları ayaklarının altındaki üst üste yığılmış vücutları bile güçlükle aydınlatıyordu. Yalnız işçibaşının şişesiz lambası yandaki vagonda deniz feneri gibi ışıldıyordu.
— Kuyunun çapı dört metredir, diye devam ediyordu Maheu delikanlıyı aydınlatmak için. Kaplamaların yenilenmesi gerekir aslında, her yandan su sızıyor çünkü… Bak! Sızıntı bölgesine geliyoruz, işitiyor musun?
Nitekim Etienne de şıpırtının nerden geldiğini düşünüyordu tam bu sırada. İlkin birkaç kocaman damla düşmüştü kafesin üstüne, tıpkı bir sağanağın başlarındaki gibi; yağmur gittikçe artıyor, tam bir sel, tufan biçimini alıyordu. Asansörün tepesi de delinmişti herhalde, çünkü ince bir akıntı, omzundan başlayıp içine işleyip ıslatıyordu delikanlıyı. Soğuk gittikçe artıyor, karanlık bir ıslaklığın göbeğine iniyorlardı
tam bu sırada kısa bir süre gözleri kamaştı, birtakım insanlar bir şimşek parıltısı içinde bir kışlada gidip geliyorlardı. Ne olduğunu kavrayamadan geçtiler bu görünümün yanından.
Maheu anlatıyordu:
— Birinci kademe burası. Üç yüz yirmi metredeyiz şimdi… Şu hıza bak!
Lambasını kaldırdı, kılavuz direklerden birini aydınlattı, direk son hızla giden bir trenin altındaki ray gibi kayıyordu ve direğin ötesinde yine hiçbir şey görünmüyordu. Öbür üç kademe de aynı göz kamaştıran aydınlık içinde geçip gitti. Kulakları sağır eden sağanak karanlıkta devam ediyordu.
— Amma da derin ha! diye mırıldandı Etienne.
Düşüşleri saatlerden beri sürüyordu sanki. Aldığı ters konumun sıkıntısı içinde, özellikle Catherine’in dirseğinden rahatsız oluyor, ama kıpırdamaya cesaret edemiyordu. Kız da hiç sesini çıkarmıyordu; Etienne yalnızca her yanını ısıtan sıcaklığını hissediyordu onun. Asansör en sonunda dipte, beş yüz kırk metrede durunca, inişin topu topu bir dakika sürdüğünü öğrendi ve şaşırdı. Ama kilitlenen sürgülerin sesi, ayağının sağlam yere basması ansızın neşesini yerine getirdi ve dalga geçerek, senli benli konuşmaya başladı Cathe-
rine’le.
— Derinin altında ne var ki bu kadar sıcaksın yahu?.. Ayrıca dirseğin de hâlâ karnımda ha!
Bunun üzerine kız da kahkahayı bastı. Kendisini hâlâ erkek sanacak kadar aptal mıydı acaba? Kördü herhalde!
— Yok canım, karnında değil, gözünde dirseğim, diye karşılık verdi; hepsi kahkahalarla gülüyor, delikanlı bunun nedenini bulamıyordu bir türlü.
Asansör boşalıyordu. İşçiler yükleme salonunu geçtiler; bu, kayalar içinde oyulmuş, tavanı kubbe biçiminde, bol ışıklı, şişesiz üç lambanın aydınlattığı bir yerdi. Yükleyiciler, demir levhalarla kaplı döşemede hızla kömür vagonlarını koşuşturuyorlardı. Duvarlardan bir bodrum kokusu, zaman zaman, komşu ahırdan gelen sıcak hava dalgasıyla karışan güherçile kokulu bir serinlik dökülüyordu. Kocaman dört dehliz ağzı açılıyordu yükleme odasına.
— Bu yandan, dedi Maheu Etienne’e. Daha gelmedik. Rahat rahat iki kilometrelik yolumuz var.
İşçiler birbirlerinden ayrılıyor, küçük kümeler halinde o kara ağızların içinde gözden yitip gidiyorlardı. Sol dehlize on beşe yakın işçi dalmıştı; Etienne, Catherine, Zacharie ve Levaque’ın ardından yürüyen Maheu’yü izliyordu. Güzel bir dehlizdi bu, çok sağlam bir kaya içinde, taş katmanları arasında oyulmuştu, öyle ki, ancak yer yer duvar yapmak gerekmişti. Birerli kolda, ağızlarını açıp tek söz etmeden, lambaların zayıf ışığında ha bire yürüyorlardı. Delikanlı adım başı tökezliyor, ayaklarını raylar arasına kaptırıyordu. Bir süreden beri, gittikçe şiddetlenen ve adeta toprağın derinliklerinden geliyormuşa benzeyen boğuk gürültü, uzak bir fırtınanın gürültüsü yüreğine kaygılar salıyordu. Başları üzerine çökecek ve kendilerini gün ışığından kopup ayıracak bir toprak kaymasının korkunç gürültüsü müydü acaba bu? Derken bir ışık belirdi karanlık dehlizde, çevresindeki kayaların titrediğini hissetti; arkadaşları gibi duvara yapıştı ve bir dizi kömür vagonunu çekmekte olan beyaz bir kadananın önünden geçtiğini gördü. Birinci vagonda, elinde dizginler Bébert oturuyordu; Jeanlin’se, son vagonun kenarlarına yapışmış, yalınayak koşuyordu.
Yeniden yola koyuldular. Daha ileride bir kavşak çıktı önlerine, iki yeni dehliz vardı burada, işçiler yine bölündüler, her biri madenin bir başka köşesine yöneldi. Buradan sonra vagonların geçeceği dehliz destekliydi artık, meşe ağacından kesilmiş payandalar tavanı tutuyor, yıkıldı yıkılacak gibi duran kayalara destek oluyordu; bunların ötesinde, şist damarları, parlak mika damarları ve donuk, kırmızı renkli, kalın kil tabakası göze çarpıyordu.
Karanlıkta pek seçilemeyen, hayalet gibi sessiz yürüyüşlü hayvanlar tarafından çekilen dolu ya da boş vagonlar, gök gürültüsünü andıran bir zangırtıyla hiç durmadan gidip geliyor, birbirleriyle karşılaşıyorlardı. Mola yerindeki iki hattan birinde uzun, kara bir yılan, bir dizi kömür vagonu uyuyordu; dizinin başında duran, sağrısı tavandan düşmüş bir kaya parçasını andıracak kadar karanlığa gömülmüş at hırıltılı bir ses çıkardı. Havalandırma kapıları çarpıyor, ağır ağır kapanıyordu, ilerledikçe dehliz daralıyor, basıklaşıyor, tavan düzeyi değişiyor, yürüyenleri iki büklüm olmaya zorluyordu.
Etienne, küt diye çarptı başını. Deri takke olmasaydı, kafası yarılacaktı. Bununla birlikte, gözünü ayırmadan, lambaların ışığında ancak karaltısı seçilen Maheu’nün hareketlerini izliyordu. İşçilerin hiçbiri başını çarpmıyor, her çıkıntıyı, payanda düğümünü ya da kaya kabartısını ezbere biliyorlardı herhalde. Delikanlı, ayrıca gittikçe ıslanan yerin kayganlığından da yakınmaktaydı. Zaman zaman ancak ayaklarına bulaşan balçıktan hissettiği bataklıklara rastlıyorlardı. Ama asıl şaştığı şey, apansız ısı değişimleriydi. Kuyunun dibi çok soğuktu, madendeki bütün havayı çeken ana dehlizde, duvarların daraldığı yerlerde kasırga halini alan buz gibi bir rüzgâr esiyordu. Ama sonra havalandırmadan koparabildikleri kadar bir pay alabilen yan dehlizlere girilince rüzgâr kesiliyor, kurşun gibi ağır, boğucu bir sıcaklık başlıyordu.
Maheu, nicedir ağzını açmamıştı. Sağdaki yeni bir dehlize saptı, başını çevirmeden:
— Guillaume damarı, dedi Etienne’e.
Onların kömür çıkardığı yer de işte bu damardaydı. Daha adımını atar atmaz, Etienne başını ve dirseklerini çarptı küt diye. Eğilimli tavan öylesine alçalıyordu ki, zaman zaman, şöyle otuz kırk metre, iki büklüm yürümek zorunda kalıyordu. Yerdeki su ayak bileklerine çıkıyordu. Bu durumda iki yüz metre gittiler, birden Levaque’ın, Zacharie’nin ve Catherine’in yok olduğunu fark etti, önünde açılan daracık bir delikten uçup gitmişlerdi sanki.
— Yukarı çıkacağız, dedi Maheu. Lambayı iliklerinden birine tuttur, sonra direklere yapış.
O da görünmez oldu. Etienne ardından gitmek zorunda kaldı. Damardaki bu baca yalnız kömür çıkaran işçilere ayrılmıştı ve ikinci derecedeki dehlizlere açılıyordu. Bacanın çapı, kömür tabakasının kalınlığı kadar, yani aşağı yukarı altmış santimdi. Bereket versin ince yapılıydı, yoksa acemiliğinden, omuzlarını ve kalçalarını alabildiğine yayarak, direklere yapışıp bilek gücüyle tırmanıyor, boşu boşuna gücünü tüketiyordu. On beş metre sonra ikinci derecedeki dehlizlerden ilkine çıktılar; ama durmadan yollarına
devam ettiler, çünkü Maheu’yle ortaklarının kömür çıkardığı yer, altıncı dehlizde, onların deyimiyle cehennemin dibindeydi; dehlizler on beşer metre arayla üst üste sıralanıyor, insanın sırtını ve göğsünü raspalayan bu daracık bacadaki tırmanma bitmek bilmiyordu. Etienne, kayalar olanca ağırlıklarıyla kollarına bacaklarına çökmüş gibi hırıldıyordu, bilekleri kopmuş, bacaklarında derman kalmamıştı, hele havasızlıktan bunalıyor, damarları çatlayacak gibi oluyordu. Dehlizlerden birinde iki karaltı ilişti gözüne, biri küçük ve çelimsiz, öbürü tombul iki yük hayvanı, iki büklüm olmuş, kömür vagonlarını itiyordu: çoktan işe koyulmuş olan Lydie’yle Mouquette’ti bunlar. Daha iki dehliz vardı tırmanılacak! Alnından akan terler gözlerini kör ediyor, kıvrak hareketlerle kayalar arasında kaydıklarını duyduğu arkadaşlarına yetişme umudunu yitiriyordu yavaş yavaş.
— Az kaldı, dayan! dedi Catherine’in sesi.
Yukarı çıktığı an başka bir ses yükseldi damarın dibinden:
— Oho, nerdesiniz be? Kimseye aldırdığınız yok galiba?.. Montsou’dan buraya iki kilometrelik yolum var, yine de hepinizden önce geldim!
Chaval’di bağıran, yirmi beş yaşında, uzun boylu, kemikleri belli olan, yüz çizgileri derin bir delikanlıydı, bekletildiği için kızmıştı. Etienne’i görünce küçümsemeyle karışık bir şaşkınlık içinde sordu:
— Bu da nesi?
Maheu durumu anlatınca, dişlerinin arasından çıkan bir sesle ekledi:
— Erkekler kızların ekmeğine de el uzattı demek!
İki erkek ansızın uyanan o içgüdüsel nefretle yanan gözlerini birbirlerine diktiler. Etienne nedenini anlamamakla birlikte, kendisine sataşıldığını hissetmişti. Sonra derin bir sessizlik çöktü damara, herkes kendi işine başlamak üzereydi. Madenin bütün katlarındaki dehlizlerin sonundaki bütün damarlar doluydu şimdi. Açgözlü kuyu, o günkü payını, yani aşağı yukarı yedi yüz işçiyi yutmuştu; işçiler şu anda o kocaman karınca yuvasında koşuşuyor, toprağı dört bir yanından kazıyor, kurtların yiyip bitirdiği tahtalar gibi delik deşik ediyorlardı. O derin sessizlikte, yoğun toprak tabakalarının altında kulağınızı yere yapıştırırsanız, asansörü aralıksız indirip çıkaran çelik telin çıkardığı sesten tutun da, maden kömürünü ufalayan kırıcıların gürültüsüne dek, türlü işlerde çalışan bu insan-karıncaların bütün hareketlerini işitirdiniz.
Etienne ansızın geri döndü, yine Catherine’e tosladı. Ve bu kez, yavaş yavaş belirmekte olan yuvarlaklıkları mı fark etti, birden ta içine işleyen o sıcaklığın nedenini buldu.
— Aa, demek kızsın sen! diye mırıldandı şaşkın şaşkın.
Kız, en küçük bir utanç duymadan, yine öyle kıkırdayarak karşılık verdi:
— Kızım elbet!.. Eh! Sen de anlayabildin çok şükür!
IV
Dört kazmacı, damar boyunca üst üste uzanmıştı. Kancalarla yan duvarlara tutturulan ve çıkan kömürün birikmesine yarayan tahta bölmelerle birbirlerinden ayrılan kazmacılar, aşağı yukarı dört metrelik bir yerde çalışıyorlardı; damar pek inceydi, kalınlığı elli santimi zor bulduğundan, hepsi tavanla duvar arasında yamyassı uzanıyor, dizleriyle dirsekleri üzerinde ilerliyor, dönmeye kalkınca omuzlarını yaralıyorlardı. Kömür çıkarabilmek için yan yatıp boyunlarını kırmak, kollarını kıvırmak ve kısa saplı kazmayı bu durumda sallamak zorunda kalıyorlardı.
En alt bölmede Zacharie vardı, Levaque’la Chaval onun üstündeydiler, Maheu’yse en yukarıda. Kazmayla önce üstteki şist tabakasını kaldırıyor, sonra diklemesine iki çizgi çekiyor, kazmanın sivri ucunu kömür tabakasının üst yanına sokup kalıp halinde koparıyorlardı. Damar yağlı olduğundan, kalıp dağılıyor, işçinin karnına ve kalçalarına dökülüyordu. Tahta bölmede biriken kömürler sonunda işçiyi örtüyor, kazmacılar o daracık yerde görünmez oluyordu.
En çok sıkıntı çeken Maheu’ydü. Yukarıda sıcaklık otuz beş dereceye çıkıyor, hava akımı kesiliyor, soluk alıp vermek öldürücü bir hâl alıyordu. Daha iyi görebilmek için, lambasını başının yanındaki çiviye tutturmuştu: Lamba kafasını ısıtıyor, kanını beynine çıkarıyordu. Ama başlıca sıkıntısı nemdi. Burnunun dibindeki kayadan su sızıyor, iri ve sürekli damlalar, inatla hep aynı noktaya düşüyordu. Yarım saat içinde tepeden tırnağa ıslanmış, ayrıca terden sırılsıklam olmuştu, her yanından ıslak kumaş kokusu çıkıyordu. Bu sabah tam gözünü nişanlayan damla, doğduğuna doğacağına pişman ediyordu zavallıyı. İşi bırakmak istemiyor, hırsla kazma sallamaya devam ediyordu; böylece iki duvar arasında bir kitabın yaprakları arasına girmiş, yamyassı olmak üzere olan bir çiçek biti gibi bir o yana, bir bu yana savruluyordu.
Hiçbiri konuşmuyordu. Ha bire kazma sallıyorlar, ta derinlerden gelen o boğuk, birbirini tutmaz kazma vuruşlarından başka bir ses duyulmuyordu. Sesler gittikçe boğuklaşıyor, madenin kıpırtısız havasında yankı yapmaz oluyordu. Havaya kalkan kömür tozlarıyla ağırlaşan, hepsinin gözlerini yakan gazla zehirlenen karanlık gittikçe koyulaşıyordu sanki. Madeni şapkalarına tutturdukları lambalar bu karanlığın içinde kırmızı birer nokta gibi duruyordu. Göz gözü görmüyor, damar gittikçe açılıyor, içinde on kışlık kurum birikmiş, geniş, yassı ve eğimli bir baca gibi yükseliyordu. Korkunç karaltılar dolaşıyordu içinde, lambaların zayıf ışığı yuvarlak bir kalçayı, kasları boğum boğum olmuş bir kolu, köşeli bir başı, suça yatkın insanlarınkini andıran sakallı bir yüzü ortaya çıkarıyordu zaman zaman. Ara sıra da bir billur tabakasından yansıyan ışıkla aydınlanan kömür damarı, bir duvar, sivri bir köşe karanlıktan sıyrılıyor, bir an parlıyordu. Sonra her şey yeniden karanlığa gömülüyor, kısa saplı kazmalar inip kalkıyor, kayalardan dökülen suların şıpırtısı arasında, yalnız körük gibi işleyen ciğerlerin çıkardığı sesle, sıkıntı ve yorgunluğu açığa vuran homurtular duyuluyordu.
Pazardan kalma yorgunluğuyla kolları hamlayan Za-
charie, çok geçmeden, payanda vurma bahanesiyle işi bıraktı; kendinden geçmiş, dalgın bakışlarını karanlığa dikmiş, hafif hafif ıslık çalıyordu. Kazmacıların ardında üç metreye yakın bir boşluk kalmış, tehlikeye aldırmadıkları, boşuna vakit geçirmek istemedikleri için, kayalara destek vurmayı ihmal etmişlerdi.
— Hey, muhallebi çocuğu! diye bağırdı Etienne’e, birkaç direk uzatsana bana.
Catherine’den küreğin nasıl kullanılacağını öğrenmekte olan Etienne, birkaç direk alıp uzatmak zorunda kaldı. Dünden birkaç direk kalmıştı. Aslında her sabah damarın genişliğine göre kesilmiş direkler indirmeleri gerekiyordu.
— Çabuk olsana be tembel herif! diye bağırdı Zacharie, yeni tumbacının salkım saçak kucağına aldığı dört direkle kömür yığını içinde düşe kalka geldiğini görünce.
Kazmasıyla önce tavanda, sonra yan duvarda birer yer açıyor, direği buralara yerleştiriyor, böylece kaya desteklenmiş oluyordu. Öğleden sonra, tesviyeciler geliyor, kazmacıların yollarda bıraktığı toprakları kaldırıyor, kömür vagonlarının gidip gelebilmesi için en üstteki dehlizle en alttakini temizliyorlardı.
Maheu’nün hıhlaması kesildi. Kömür kalıbını koparmıştı sonunda. Ter içinde kalan yüzünü yenine sildi, Zacha-
rie’nin aşağıda neler çevirdiğini öğrenmek için mola verdi.
— Bırak şimdi o işi, dedi. Yemekten sonra bakarız çaresine… Her günkü vagon sayısını tutturmak üzere, kömür çıkarsak daha iyi ederiz.
— İyi ama, tavan çökecek nerdeyse, dedi delikanlı. Bak, şurası çatlamış bile. Korkarım tepemize göçecek.
Ama baba omuz silkti. Pöh! Yıkılsa ne olurdu yani? Hem sonra şimdiye dek çok görmüşlerdi böyle şeyleri, nasıl olsa paçayı kurtarırlardı. Ve sonunda kızdı, oğlunu damarın en ucuna yolladı.
O arada hepsi işi sermişti. Levaque sırtüstü yatmış, düşen bir kumtaşının kanattığı sol başparmağını inceliyor, bir yandan da küfrediyordu. Chaval, daha az terlemek için gömleğini çıkarmıştı. Şimdiden kapkara kesilmiş, vücutlarından fışkıran tere karışıp çamur halinde aşağı süzülen ince bir kömür tabakasıyla örtülmüşlerdi. Önce Maheu başladı kazma sallamaya, bu kez en aşağıda çalışıyor, başı nerdeyse yere değiyordu. Kayadan sızan su, şimdi tam alnının ortasına düşüyor, hem de öyle ısrarla damlıyordu ki, kafatasının delinmek üzere olduğunu sanıyordu.
— Aldırma, dedi Catherine, Etienne’i yatıştırmak için. Hep böyle bağırır bunlar.
Ve iyiliksever bir kız gibi derse devam etti.
Vagonlar dolduruldukları gibi yukarı çıkıyor, üstünde kayıt kabul memurunun görüp tanıyabileceği ve sahibinin adına işleyeceği özel bir işaret bulunuyordu. Onun için vagonları temiz kömürle, tıka basa doldurmak gerekiyordu: Yoksa geri çevrilirdi.
Gözleri karanlığa alışan delikanlı, genç kızın henüz kömüre bulanmamış, kansız cansız, bembeyaz yüzüne bakıyordu; kız öylesine çelimsizdi ki, yaşını sorsalar kestiremez, çok çok on iki derdi. Bununla
birlikte daha büyük olduğunu seziyor, hatta o erkeksi rahatlığından, çocuksu dik başlılığından tedirgin oluyordu: Aslında pek hoşlanmıyordu kızdan alnını sıkan yazmasıyla, küçük soytarılarınkini andıran uçuk tenli yüzüyle epey çocuksu buluyordu onu. Ama bu küçük kızın, çoğu da ustalıktan gelen sinirli gücüne şaşıyordu. Vagonu kısa, kesik ve hızlı kürek darbeleriyle kendisinden önce dolduruyordu; sonra dehlizin alçak kesimlerinden kolayca geçerek, hiçbir engele takılmadan, yavaş, ama kesintisiz bir hareketle vagonu eğilimli dehlizin başına dek sürüyordu. Etienne’se kendini paralıyor, vagonu raydan çıkarıyor, üzgün bir yüzle olduğu yerde kalıveriyordu.
Doğrusu yol da hiç rahat değildi. Kömür çıkarılan noktadan eğimli dehlizin başına dek, şöyle altmış metre vardı; tesviyecilerin henüz düzeltmediği dehliz bir sürü çıkıntıyla doluydu, tam bir sıçanyolu gibi bir daralıp bir genişliyordu: Kimi yerde vagon bile zor geçiyor, tumbacının iki büklüm olması, başını yarmamak için dizüstü yürümesi gerekiyordu. Ayrıca ağaç direkler de yer yer çatlamış, bel vermişti. Boydan boya uzanan yarıklarla, tam ortalarındaki bu çatlaklarla karaya vurmuş gemilere vurulan zayıf payandalara benziyorlardı. Bu çatlaklara takılıp ötesini berisini yırtmaması için epey dikkatli olması gerekiyordu insanın ve bel kalınlığındaki meşe direkleri ezen o korkunç ağırlığın altında, sırtınızda her an bir çatırtının kopmasını bekleyerek yüzüstü ilerliyordunuz.
— Yine mi çıktı! dedi Catherine gülerek.
Etienne’in vagonu en zor geçitte raydan çıkmıştı. Kaygan zeminde ha bire yer değiştiren raylar üzerinde dosdoğru gidemiyordu bir türlü; sonra da kızıp köpürüyor, küfrediyor, harcadığı bütün çabaya karşın yerine oturtamadığı tekerleklerle çılgınca boğuşup duruyordu.
— Dur canım, acele etme, dedi genç kız. Böyle kızıp köpürürsen, hiç olmaz bu iş.
Yılan gibi kaymış, kalçasını vagonun altına sokmuştu; bir bel hareketiyle kaldırdı, tekerlekleri rayın üstüne oturtuverdi. Vagon tam yedi yüz kiloydu. Etienne’in ağzı açık kalmıştı, utana sıkıla özür dilemeye çalışıyordu.
Kız ona sağlam bir dayanak elde edebilmek için bacaklarını nasıl açacağını, ayaklarını dehlizin iki yanındaki direklere nasıl tutturacağını göstermek zorunda kaldı. Kasların, omuz ve kalçaların bütün gücünden yararlanabilmek için, vücut ileri verilmeli, kollar gergin tutulmalıydı. Bir keresinde kızın ardına düştü, elleri sirklerdeki maymunlar gibi dört ayak üstünde yürüyormuş duygusunu verecek kadar aşağıda, karnı gergin, yağ gibi kayıp gidişini seyretti. Boncuk boncuk terliyor, körük gibi soluyor, eklemleri çatırdıyor, ama böyle iki büklüm yaşamak alnına yazılmışçasına, ağzını açıp yakınmıyordu. Etienne’se bir türlü onun gibi yapamıyor, pabuçları kendisine engel oluyor, böyle iki kat yürümek iflahını kesiyordu. Birkaç dakika sonra durumu işkence halini alıyor, bu korkunç eziyete dayanamıyor, diz çöküyor, belini doğrultup derin bir soluk alıyordu.
Sonra eğilimli dehlize gelince, yeni bir angarya başlıyordu. Kız ona vagonu nasıl kaptırıp aşağı göndereceğini göstermişti. Bütün damarlarla bağlantısı olan bu dehlizin iki başında birer vargelci vardı, yukarıdaki vagonları karşılıyordu. On iki on üç yaşlarındaki bu veletler korkunç küfürlerle sesleniyorlardı birbirlerine; vagon göndereceğiniz zaman işittirebilmek için, onlardan daha hızlı bağırmanız gerekiyordu. Vagonlardan biri boşaltılıp hazır edilince, aşağıdaki oğlan sesleniyor, tumbacı kız yüklü vagonu hızla kaptırıyor, yukarıdaki oğlan freni açtı mı, dolu vagonun ağırlığı boş olanı yukarı çıkarıyordu. Vagonlar en alttaki dehlizde birikiyor, beygirler de bunları alıp kuyu başına götürüyorlardı.
— Hey, Tanrının cezası keratalar! diye bağırıyordu Ca-
therine eğimli dehlizin içine doğru; baştan aşağı payandalanmış aşağı yukarı yüz metrelik bir dehlizdi bu, bağırdığınız zaman, kocaman bir boru gibi çın çın ötüyordu.
Oğlanlar yan gelip yatmışlardı herhalde, ikisinden de ses çıkmıyordu. Madenin bütün dehlizlerinde vagonlar durmuştu. Derken incecik bir kız sesi duyuldu:
— Oğlanlardan biri yine Mouquette’in üstüne çıktı galiba!
Dört bir yandan kahkahalar yükseldi, madendeki bütün tumbacı kızlar kasıklarını tuta tuta gülüyorlardı.
— Kim bu bağıran? diye sordu Etienne.
— Lydie, diye karşılık verdi Catherine; bazı konularda yetişkin kadınlar kadar çok şey bilen ve bir taşbebeğinkileri andıran incecik kollarıyla vagonları onlar kadar rahat iten küçük bir arsızdı bu. Mouquette’e gelince, o da şu anda vargelin başındaki oğlanların ikisini birden idare ediyor olabilirdi.
Derken, aşağıdan, gönderin hadi diye bağıran karşılayıcı oğlanın sesi yükseldi. Maden çavuşlarından biri oralarda dolaşıyordu herhalde. Dokuz katta da vagonlar yeniden gidip gelmeye başladı, bir anda vargelci oğlanların karşılıklı bağrışlarıyla, gereğinden çok yük vurulmuş kısraklar gibi kan ter içinde kalmış tumbacı kızların solumasından başka bir ses işitilmez oldu. Kömür işçilerinden biri, kıçı havada kalçaları pantolonundan fırlayacakmış gibi duran bu kızlardan birine rastladı mı, hayvanca bir şehvet rüzgârı, ansızın arzuları kabaran erkeğin ateşli soluğu dolaşıyordu madende.
Etienne, her seferden sonra aynı boğucu havayı, aynı boğuk ve yorgun kazma sesini, çalışmakta direnen kazmacıların acı iniltisini buluyordu damarda. Dördü de soyunmuş olan kazmacılar toz duman içinde yitip gitmiş, başlarındaki takkeye varana dek kapkara kesilmişlerdi. Bir ara havasızlıktan boğulacak duruma gelen Maheu’yü bacaklarından tutup çekmek, bölmede biriken kömürü almak için tahtaları sökmek gerekti. Zacharie’yle Levaque küfredip duruyorlardı, dediklerine bakılırsa damar gittikçe sertleşiyor, bu da çalışmayı güçleştiriyordu tabii. Chaval da döndü, sırtüstü yattı, varlığından epey tedirgin olduğu açıkça hissedilen Etienne’e küfretti:
— Hay yılan soyu hay! Karı kadar gücü yok herifin be!.. Hey, tumbacı, durma doldur, doldur! Böylece kollarını da çalıştırmış olursun hem… Ah, dinine yandığımın, ah! Hele bir meteliğimizi kessinler, ben de senin on meteliğini kesmezsem adam değilim!
Delikanlı, aslında kürek mahkûmlarına yaraşan bu işi bulduğuna bin şükrederek, acemi işçiyle usta arasındaki ayrımı kabul ediyor, karşılık vermekten kaçınıyordu. Ama adım atacak hali de kalmamıştı hani, ayakları kan içinde kalmış, kolları bacakları tutulmuş, boynu cendere içindeymişçesine dönmez olmuştu. Neyse ki saat ona gelmişti, işi bırakıp yemeğe oturdular.
Maheu’nün kolunda bir kerecik olsun bakmadığı bir saat vardı. Şu yıldızsız kara kubbe altında şimdiye
dek beş dakika bile yanılmamıştı. Hepsi gömlekleriyle ceketlerini giydiler. Sonra aşağı indiler, sırtlarını duvara dayayıp topuklarının üstüne oturdular: Madencilerin geleneksel oturuşuydu bu, yukarıda bile taş ya da direk aramaz, topuklarının üstüne çöküverirlerdi. Azıklarını çıkarmış, sabahki çalışma konusunda ara sıra bir iki laf ederek, kalın ekmek dilimlerine yumuluyorlardı. Önce ayakta dikilen Catherine, sonunda Etienne’in yanına gitti; delikanlı az ötede, sırtını direklerden birine vermiş, raylara uzanmıştı. Yalnız orası kuruydu çünkü.
— Sen yemiyor musun? diye sordu kız, ekmeği elinde, ağzı dolu.
Sonra sabahleyin gördüğü, gecenin karanlığında yollarda dolaşan meteliksiz, belki aç delikanlı geldi gözünün önüne.
— Benimkinin yarısını ister misin?
Delikanlı, kazınan midesinden ötürü çatal çatal çıkan sesiyle acıkmadığını söyleyince, neşeyle devam etti:
— Haa! İğreniyorsun galiba!.. Al canım, ben şu taraftan ısırdım, sana buradan vereyim.
Ekmeği ikiye bölmüştü bile. Delikanlı payına düşeni aldı, bir lokmada yutmamak için kendini zor tuttu; kız titreyişlerini görmesin diye, elleriyle dizlerini bastırıyordu. Ca-therine, kırk yıllık arkadaş gibi gelmiş, yüzükoyun yanına uzanmıştı, bir eliyle çenesini tutuyor, öbürüyle ağır ağır ekmeğini yiyordu. Aralarına koydukları lambalar ikisini de aydınlatıyordu.
Catherine bir an sessizce delikanlıyı süzdü, ince yüzü, kara bıyıklarıyla herhalde epey yakışıklı buluyordu Etienne’i. Sevincinden hafifçe gülümsedi.
— Makinecisin demek ve demiryollarından kovuldun… İyi ama neden?
— Ustabaşını tokatladım.
Kızın ağzı bir karış açık kaldı, insanın bir üstüne kayıtsız şartsız boyun eğmesi, her isteneni ses çıkarmadan yerine getirmesi gerektiği düşüncesiyle doldurulmuş zihni allak bullak olmuştu.
— Ama şunu da belirteyim, içkiliydim o gün, diye devam etti delikanlı; içtim mi çılgına dönerim, kendimi de, karşıma çıkanı da harcarım… Evet, böyle işte, iki kadeh attım mı, birilerini boğazlamak gelir içimden… Sonra iki üç gün hasta yatarım.
— Öyleyse hiç içmemelisin, dedi kız ciddi ciddi.
— Yoo, korkma canım kendimi bilirim!
Bunu derken başını sallıyordu, aslında nefret ediyordu içkiden, bir ayyaşlar zincirinin son halkasının içkiye duyduğu içgüdüsel tiksintiydi bu; vücudunun her hücresi gırtlağına dek içkiye gömülmüş, akıl ve beden sağlıklarını yitirmiş atalarından kalma acısıyla sızlıyordu. İçkinin bir damlası bile zehirdi artık onun için.
— Bir tek anam için üzülüyorum işten atıldığıma, diye ekledi ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra. Pek hali vakti yerinde değildir anamın, ara sıra birkaç metelik yollarım ona.
— Nerde şimdi?
— Paris’te?.. Goutte-d’Or sokağında çamaşırcılık yapıyor.
Bir an sustular. Bunlar aklına geldi mi, kara gözleri, buğulanır, bakışları donuklaşır, delikanlı sağlamlığının altında yatan gizli bozukluğun üzüntüsü kaplardı yüreğini. Gözlerini madenin karanlıklarına dikip bir süre öylece kaldı; yerin yedi kat dibinde, binlerce ton ağırlığındaki toprak altında, madenin o bunaltıcı havasında çocukluğu geliyordu gözünün önüne: Daha pek genç ve güzelken babası tarafından yüzüstü bırakılan, başka biriyle evlendikten sonra yine eski kocasına dönen, bu iki erkek arasında eriyip biten, onların şarap ve pislik dolu dünyasında yuvarlanıp giden annesi. Oturdukları sokağı anımsıyor, bir sürü küçük şey geliyordu aklına, dükkânın ortasında bekleyen dağ gibi çamaşırlar, evi leş gibi kokutan içki âlemleri, suratlarda patlayan tokatlar.
— Buradan alacağım otuz meteliğin neresini yollayabilirim ona… Açlıktan ölüp gidecek herhalde.
Umutsuzca omuz silkti, bir lokma kopardı elindeki ekmekten.
— İçmez misin? diye sordu matarasının kapağını açan Catherine. Korkma canım, içki değil, kahve bu… Susuz yiyince lokmalar insanın boğazına diziliyor da…
Ama Etienne içmek istemedi: Ekmeğinin yarısını almıştı zaten, bu kadarı fazlaydı. Kız, büyük bir açıkyüreklilikle ısrar ediyordu.
— Peki, peki, madem bunca naziksin, ben içeyim önce… Ondan sonra hayır diyemezsin artık, ayıp olur.
Ve matarayı uzattı. Doğrulmuş, dizlerinin üstünde oturuyordu ve Etienne iki lambanın ışığında iyice yakından görüyordu onu. Neden önce pek çirkin bulmuştu acaba kızı? Şimdiyse, ince bir kömür tabakasının kapladığı kapkara yüzüyle epey çekici görünüyordu gözüne. Bu gölgeli yüzde geniş ağzın içindeki bembeyaz dişler ışıldıyor, bir dişi kedininkini andıran gözler büyüyor, yeşil yeşil yanıyordu. Yazmasının altından fırlayan bir tutam saç kulağına düşüyor, gıdıklayıp güldürüyordu kızı. Şimdi eskisi kadar küçük durmuyordu, yaşı rahat rahat on dörttü herhalde.
— Seni kırmamak için içiyorum ha, dedi Etienne mataradan iki yudum alıp geri uzatırken.
Kız bir yudum daha içti, hadi paylaşalım diyerek, delikanlıya uzattı yeniden; ağızdan ağza gidip gelen incecik matara eğlendiriyordu onları. Delikanlı birden, kollarıma alıp öpsem mi diye düşündü. Kızın uçuk pembe, etli dudakları, yüzündeki kömür tozundan ötürü daha da canlı görünüyor ve oğlanın içine gittikçe büyüyen bir ateş düşürüyordu. Ama şimdiye dek topu topu iki kızla, hem de Lille’deki en aşağılık yosmalardan ikisiyle yattığı ve ailesinin dizinin dibinden ayrılmamış bir işçi kıza nasıl davranmak gerektiğini bilemediği için utanıp sıkılıyor, düşüncesini eyleme dökmeye cesaret edemiyordu.
— On dört yaşında falansın galiba? diye sordu elindeki ekmeği dişlerken.
Kız şaşırdı, hatta biraz da öfkelendi.
— On dört mü! Ne on dördü be, tam on beş yaşındayım!.. Gerçi haklısın, pek gelişemedim. Bizim burada kızlar kolay kolay büyüyemiyor.
Delikanlı soruyor, kız da utanıp sıkılmadan, bilgiçlik taslamadan karşılık veriyordu. Kadın erkek konusunda bilmediği yoktu, ama Etienne, madenin zehirli havası ve aşırı yorgunluk yüzünden erginleşememiş, çocuk kalmış, temiz yürekli bir kız olduğunu hissediyordu. Delikanlı bir ara konuyu Mouquette’e getirince, genç kız onu yüreklendirebilmek için, dingin ama neşeli bir sesle müthiş şeyler anlatmaya başladı. Ohoo! Ne cevizler kırardı bu kış, ne cevizler! Etienne, senin de sevgilin var mı diye sorunca, biraz da dalga geçerek, annesini üzmek istemediğini, ancak günün birinde elbet bir sevgili bulacağını söyledi. Omuzlarını kısmış, terden sırılsıklam olmuş giysilerinin içinde tir tir titriyor, yüzünde insanların ve nesnelerin etkisini kabule hazır, yazgısına boyun eğmiş kişilerin yumuşaklığı dolaşıyordu.
— Kız erkek bir arada yaşayınca, ister istemez bir sevgilisi olur insanın, öyle değil mi?
— Elbette.
— Hem sonra kimseye zararı yoktur ki bunun… Papaza da söylemezsin, olur biter.
— Papaz mı? Ona aldıran kim canım!.. Ama Kara Adam’dan korkarım işte.
— Kara Adam mı?
— Evet, ara sıra madende boy gösteren ve kötü kızların boynunu koparan eski madenci.
Etienne, kendisiyle dalga geçip geçmediğini anlamak için, kuşkuyla kızın yüzüne bakıyordu.
— Bütün bu martavallara inanıyorsan, hiçbir şey bilmiyorsun demektir.
— Hiç de değil, okuma yazma bile biliyorum… Epey de işime yarıyor, anamla babamın zamanında bu da yoktu çünkü.
Temiz yürekli bir kız olduğuna kuşku yoktu. Ekmeğini bitirir bitirmez kollarına alıp o etli dudaklarından öpecekti. Tam bir utangaç davranışıydı bu, düşüncesinin etkisiyle sesi titriyordu. Şu erkek giysileri, yumuşacık teni üzerindeki şu ceketle pantolon hem canını sıkıyor, hem de kışkırtıyordu onu. Kendisi son lokmayı da yutmuştu. Mataradan bir yudum daha aldı, geri kalanı, bitirsin diye, kıza uzattı. Harekete geçmenin sırasıydı, kaygılı bir bakışla ötekilerin bulunduğu yana bir göz attı ve tam o anda bir gölge belirdi dehlizde.
Chaval, bir süreden beri az ötede durmuş, onları seyrediyordu. Biraz daha geldi, geri dönüp Maheu’nün kendisini görüp görmediğini araştırdı; sonra eğildi, kıçüstü oturan Catherine’in omuzlarına yapıştı, başını yatırdı, Etienne’i görmezlikten gelerek hiç telaşsız, sert bir öpücük kondurdu dudaklarına. Bir sahiplenme, bir çeşit kıskançlık vardı bu öpüşte.
Ama genç kız debelenmeye başlamıştı bile.
— Bırak beni, bırak diyorum sana!
Chaval kızın başını tutmuş, dimdik gözlerinin içine bakıyordu. Kartal gagasına benzeyen kocaman bir burnun kapladığı yüzünde kızıl sakalıyla bıyığı ışıl ışıl yanıyordu. En sonunda kızı bıraktı, tek söz etmeden çekip gitti.
Etienne’in eli ayağı buz kesilmişti. Ne büyük salaklıktı böyle eli kolu bağlı beklemiş olmak. Şimdi artık ölse öpemezdi kızı, çünkü öbür oğlan gibi fırsattan yararlandığını sanabilirdi. Özsaygısı yaralanmış, müthiş bir umutsuzluğa kapılmıştı.
— Neden bana yalan attın? dedi alçak sesle. Bu oğlan sevgilin işte.
— Hayır, yemin ederim ki değil! diye bağırdı kız. Hiçbir ilişki yok aramızda. Ara sıra sırf dalga geçmek için böyle densizlikler eder… Hem buralı da değil, Pas-de-Calais’den geldi altı ay önce.
Ayağa kalkmışlardı, az sonra işbaşı yapacaklardı. Kız onu böyle soğuk görünce, kederlenir gibi oldu. Chaval’den daha yakışıklı buluyordu Etienne’i, sorsalar onu yeğlerdi. Bir şeyler yapmak delikanlıyı yatıştırmak arzusuyla yanıp tutuşuyordu; delikanlının şaşkın bakışlarla, mavi mavi yanan, yaygın ve solgun alevli lambasına baktığını görünce, hiç değilse eğlendirmek istedi.
— Gel bak, ne göstereceğim sana, diye fısıldadı candan bir dostlukla.
Elinden tutup dehlizin dibine götürdü, kömür tabakasındaki bir oyuğu gösterdi. Kuş cıvıltısı gibi ince bir ses, hafif bir hışırtı duyuluyordu.
— Uzat elini de bak, esintiyi hissediyor musun?.. Grizu bu işte.
Delikanlının ağzı açık kaldı. Yerin altını üstüne getiren şey buydu demek? Kız yine gülümsüyor, bugün lambaların alevi mavileştiğine göre, grizunun her zamankinden çok olması gerektiğini söylüyordu.
— Hey, tembeller, doymadınız mı gevezeliğe? diye bağırdı Maheu’nün korkunç sesi.
Catherine ile Etienne hemen koşup küreklere yapıştılar, vagonları doldurup, dehlizin çıkıntılı tavanı altında iki büklüm olarak, bellerine sancılar gire gire, vargelin başına götürmeye başladılar. Daha ikinci seferde sırılsıklam terlediler, iterken kemikleri çatırdıyordu.
Kazmacılar çoktan işe koyulmuştu. Terleri fazla soğumasın diye, çoğu kez pek kısa tutuyorlardı yemek molasını ve gün ışığından uzakta, sessiz bir açgözlülükle yenen bu ekmek kurşun gibi çöküyordu midelerine. Yine yan yatıyor, gittikçe artan bir hırsla kazma sallıyorlardı, birkaç vagon daha doldurmaktan başka bir şey düşünmüyorlardı. Bu amansız yarışta insanlıkla ilgili her şey ortadan siliniyordu. Tavandan sızan ve her yanlarını şişiren suyu, iki büklüm çalışmanın doğurduğu damar sertleşmelerini, içinde bodruma atılmış bitkiler gibi sararıp soldukları boğucu karanlığı, kısacası her şeyi unutuyor, ha bire kazma sallıyorlardı. Oysa saatler ilerledikçe madendeki hava, lambaların dumanı, ciğerlerden çıkan vebalı soluklarla ve grizuyla hem ısınıyor, hem zehirleniyor, örümcek ağına benzer bir perde çekiyordu gözlerinin önüne; ancak bütün bir gece süren havalandırma çekip götürebiliyordu bu zehri. Ve onlar bu köstebek yuvasında, toprağın yüzlerce metre altında, ciğerleri havasızlıktan yanıp tutuşa tutuşa, durmadan kazma sallıyorlardı.