“Su hatırlar. Unutan insandır.”
Tek bir su damlasıyla birbirine bağlanan kayıp bir şiirin, iki büyük nehrin ve üç olağanüstü hayatın hikâyesi.
Mezopotamya’nın antik şehri Ninova’da, Asur Kralı’nın kurduğu muhteşem kütüphanenin kalıntılarında, uzun zamandır unutulmuş bir şiirin, Gılgamış Destanı’nın parçaları saklıdır.
Viktorya dönemi Londra’sında, lağımlarla dolu Thames Nehri’nin kıyısında sıra dışı bir çocuk doğar. Arthur’un yoksulluktan kurtulmasının tek şansı parlak hafızasıdır. Yeteneği ona bir matbaada çırak olarak çalışma şansı verdiğinde, Arthur’un dünyası gecekondu mahallelerinin çok ötesine açılır. Onu denizlerin ötesine savuransa, bir kitap olacaktır: Ninova ve Kalıntıları.
2014 yılında Türkiye’de, Dicle Nehri kıyısında yaşayan Ezidi kızı Narin, Irak’taki kutsal Laleş’ten getirilen suyla vaftiz edilmeyi bekler. Tören yarıda kesilince, büyükannesi, rahatsızlığından dolayı yakında sağır kalacak olan Narin’i bir an önce Laleş Vadisi’ne götürmek ister ve bu uğurda, savaştan harap olmuş topraklara yolculuğa çıkarlar.
2018’de Londra’da, kalbi kırık bir hidrolog olan Züleyha, evliliğinin enkazından kaçmak için Thames Nehri üzerindeki bir yüzen eve taşınır. Yetim kalan ve zengin amcası tarafından büyütülen Züleyha varlığının ağırlığını taşıyamaz, ta ki memleketiyle beklenmedik bir bağ her şeyi değiştirene kadar.
Zamanımızın en büyük yazarlarından olan Elif Şafak’tan, yüzyılları ve kıtaları birleştiren
göz kamaştırıcı bir roman.
*
Kendisinden “kadınlar ve edebiyat” hakkında konuşması
istendiğinde bir nehir kıyısına oturup bu kelimelerin ne anlama
geldiğini düşünen çok sevgili bir yazara.
*
Taşı delen, suyun gücü değil, damlaların sürekliliğidir.
Ovidius
Çık gel, ey insan yavrusu!
Suya gel, yabana gel
Bir periyle el ele,
Çünkü aklının almayacağı kadar çok gözyaşıyla dolu dünya.
W. B. Yeats
İçimizde farklı kuyular vardır.
Bazıları her güzel yağmurla dolar,
Diğerleri ise çok, çok derindir
Bunun için.
Hafız
O günlerde, o uzak günlerde,
O gecelerde, o uzak gecelerde,
O yıllarda, o uzak yıllarda,
Eski zamanlarda…
Sümer ve Akad’ın oğullarını gördün mü?
Ben gördüm.
Ne haldeler?
Bir katliam yerinden su içiyorlar.
Tablet XII, Gılgamış Destanı
İÇİNDEKİLER
I. Yağmur Damlası ………………………………………………………….. 13
II. Suyun Gizemleri ……………………………………………………….. 181
III. Huzursuz Nehirler…………………………………………………… 287
IV. Suyun Anıları ………………………………………………………….. 379
V. Tufan ………………………………………………………………………… 445
Okuyucuya Notlar ………………………………………………………… 547
Teşekkür ……………………………………………………………………….. 557
I
Yağmur Damlası
Dicle Nehri Kıyısında, Eski Zamanlarda
Sonra, fırtına dindiğinde, herkes onun ardında bıraktığı yıkımdan bahsedecek ama hiç kimse, hatta kralın kendisi bile, her
şeyin tek bir yağmur damlasıyla başladığını hatırlamayacaktı.
Ninova’da bir yaz başı öğleden sonrasıydı, gökyüzü yaklaşan yağmurla şişkindi. Şehre tuhaf, kasvetli bir sessizlik çökmüştü: Kuşlar şafaktan beri ötmüyordu; kelebekler ve yusufçuklar bir yerlere saklanmıştı; kurbağalar üreme alanlarını terk etmişti; tehlikeyi hisseden kazlar suskundu. Koyunların bile sesi çıkmıyordu; korkuya yenik düşmüş, sık sık idrarlarını yapıyorlardı. Hava bir değişik kokuyordu –keskin, tuzlu bir koku. Karanlık gölgeler, tıpkı kamp kurmuş, güç toplayan bir düşman ordusu gibi ufukta birikip durmuştu bütün gün. Uzaktan bakıldığında son derece hareketsiz ve sakin görünüyorlardı ama bu bir optik illüzyon, gözün bir oyunuydu: Dünyayı ıslatmaya ve yeniden şekillendirmeye kararlı güçlü bir rüzgârın itkisiyle giderek yaklaşıyordu bulutlar. Yazların uzun ve kavurucu, nehirlerin sağı solu belli olmaz ve acımasız olduğu ve son selin anısının henüz silinmediği bu bölgede hem yaşamın müjdecisiydi su, hem de ölümün habercisi. Ninova, eşi benzeri olmayan bir yerdi: dünyanın en büyük ve en zengin şehri. Dicle’nin doğu kıyısındaki geniş bir ovada inşa edilmişti ve nehre o kadar yakındı ki geceleri bebekler ninniyle değil, kıyı şeridini yalayan dalgaların sesiyle uyutulurdu. Güçlü bir imparatorluğun başkentiydi burası; sağlam kuleler, görkemli burçlar, savunma hendekleri, müstahkem tabyalar ve her biri otuz metre veya daha fazla yükselen devasa duvarlarla korunan bir kaleydi. Kuzeydeki müreffeh yaylalarla güneydeki verimli Keldani ve Babil ovalarının kesiştiği noktada bulunan, 175 000 nüfuslu kentsel bir mücevherdi. Yıl, MÖ 640’larda bir zamandı; şimdi hoş kokulu bahçeler, fokurdayan çeşmeler ve sulama kanallarıyla yemyeşil olan, ancak gelecek nesiller tarafından kupkuru bir çöl ve zavallı, işe yaramaz bir arazi olarak unutulup bir kenara atılacak bu kadim bölge ise Mezopotamya’ydı. O öğleden sonra şehre doğru ilerleyen bulutlardan biri diğerlerinden daha büyük, daha koyu ve daha sabırsızdı. Gökyüzünün engin kubbesinde hızla ilerliyordu hedefine doğru. Oraya vardığında yavaşlayıp durdu ve sedir ağacından kolonlar, sütunlu revaklar ve anıtsal heykellerle süslenmiş görkemli bir binanın yüzlerce metre yukarısında, havada asılı kaldı. Burası, kralın, tüm kudreti ve ihtişamıyla ikamet ettiği Kuzey Sarayı’ydı. Yoğunlaşmış buhar kütlesi imparatorluk ikametgâhının üzerine yerleşip gölgesini düşürdü. Çünkü su, insanlardan farklı olarak, sosyal statüye veya kraliyet unvanlarına önem vermez. Fırtına bulutunun kenarından tek bir yağmur damlası sallanmaktaydı –bir fasulye tanesinden daha büyük değildi ve nohuttan daha hafifti. Bir süre tedirgince titredi orada –küçük, yusyuvarlak ve ürkek. Aşağıdaki dünyanın yalnız bir nilüfer çiçeği gibi açılmasını gözlemlemek ne kadar da korkutucuydu. Bu ilk seferi değildi aslında: Daha önce de yapmıştı bu yolculuğu –göğe yükselmiş, kara toprağa inmiş ve tekrar göğe yükselmişti– ama yine de hâlâ korkutucu buluyordu düşüşü. Her ne kadar evrenin büyüklüğüyle karşılaştırıldığında hiç önemi olmasa da, siz o damlayı hatırlayın. Minyatür küresinin içinde sonsuzluğun sırrını, kendine ait, eşi benzeri olmayan bir hikâyeyi saklıyor o. Sonunda cesaretini topladığında bıraktı kendini boşluğa. Düşüyordu şimdi –hızlı, daha hızlı. Yerçekimi her zaman işe yarar. 940 metre yükseklikten aşağı doğru hızla iniyordu. Yalnızca üç dakika vardı yere ulaşmasına.
**
Aşağıda, Ninova’da, kral çift kanatlı bir kapıdan geçti ve terasa adım attı. Başını süslü korkuluğun üzerinden uzatarak, önünde göz alabildiğine uzanan şehrin ihtişamına baktı. Bakımlı araziler, muhteşem sukemerleri, görkemli tapınaklar, verimli meyve bahçeleri, halka açık hoş parklar, yemyeşil tarlalar ve içinde ceylanların, geyiklerin, devekuşlarının, leoparların, vaşakların ve aslanların tutulduğu bir kraliyet hayvanat bahçesi. Manzara içini gururla doldurdu. Çiçek açan ağaçlar ve aromatik bitkilerle –badem, hurma, abanoz, köknar, incir, muşmula, dut, zeytin, armut, erik, nar, kavak, ayva, gül ağacı, ılgın, çitlembik, ceviz, söğüt ağaçlarıyla– dolu bahçeler özellikle hoşuna gidiyordu. Sadece topraklara ve insanlara değil, aynı zamanda akarsular ve kollarına da hükmediyordu kral. O ve ataları, kanallar, bentler ve setlerden oluşan karmaşık bir şebekeyle Dicle Nehri’ni yönlendirip suyu sarnıçlarda ve havuzlarda depolayarak bu bölgeyi bir cennete dönüştürmüşlerdi. Kralın adı Asurbanipal’di. Kıvırcık sakalı biçimlice kesilmişti; kalın kaşlarının üzerinde geniş bir alnı vardı ve siyah sürme çekilmiş, koyu gözleri yuvarlak kavisliydi. Her ışık vurduğunda uzak yıldızlar gibi parlayan mücevherlerle süslenmiş sivri bir başlık takmıştı. En iyi ketenden dokunmuş koyu mavi kaftanı altın ve gümüş ipliklerle işlenmişti ve yüzlerce parlak boncuk, değerli taş ve muska ile bezeliydi. Sol bileğine iyi şans ve koruma için çiçek motifli bir bilezik takmıştı. O kadar büyük bir imparatorluğun başındaydı ki “Dünyanın İmparatoru” diyordu insanlar ona. Gün gelecek, “Kütüphaneci Kral”, “Eğitimli Hükümdar”, “Mezopotamya’nın Bilgili Yöneticisi” olarak da hatırlanacak ve bilinecekti –ne kadar bilgili ve kültürlü olsa da seleflerinden daha az zalim olmadığını insanlara unutturacak unvanlarla yani. Şehir manzarasına göz gezdirmek için başını eğen Asurbanipal bir nefes aldı. Uzaklarda hazırlanmakta olan fırtınayı hemen fark etmedi. Avlulardan ve meyve bahçelerinden yayılan hoş koku alıp götürdü onu. Yavaşça, gözlerini kurşuni gökyüzüne doğru kaldırdı. Sağlam yapılı vücudundan bir ürperti geçti, birtakım vahim uyarılar ve karamsar alametler çullandı zihnine. Bazı kâhinler, Ninova’nın kaderinde saldırıya uğramak, yağmalanmak ve yakılıp yok edilmek olduğunu, hatta taşlarının bile sökülüp götürüleceğini öngörmüşlerdi. Bu muhteşem şehir yeryüzünden silinecek demişler, herkes şehirden ayrılsın diye yalvarmışlardı. Kral, bu felaket tellallarının dudaklarının sımsıkı mühürlenip kirişle dikilmesini emrederek susturulmalarını sağlamıştı. Oysa şimdi, kötü bir şeyler olacağı hissiyle, sanki bir nehrin dip akıntısına kapılmış gibi çekildi içi. Ya kehanetler gerçek olursa? Asurbanipal uğursuz hissi üzerinden attı. Kendi özbeöz kardeşi de dahil olmak üzere bolca düşmanı olmasına rağmen endişelenmesi için bir neden yoktu. Tanrılar onların yanında olduğu sürece hiçbir şey bu görkemli başkenti yok edemezdi ve ölümlülerle ilişkilerinde ne kadar kaprisli ve tutarsız olsalar da tanrıların her zaman Ninova’nın savunmasına geleceklerinden hiç şüphesi yoktu. Bu arada, yağmur damlası yeryüzüne inmek üzereydi. Yere yaklaşırken, bir an sanki nereye isterse oraya konabilirmiş gibi özgür ve ağırlıksız hissetti kendini. Solunda, geniş yaprakları güzel bir iniş yeri olabilecek uzun, dalsız bir ağaç –bir hurma ağacı– vardı. Sağındaysa, bir çiftçinin tarlasından geçen bir sulama kanalı; orada hoş karşılanırdı damla, bu yılki hasadın büyümesine yardımcı olurdu. Öte yandan, yakınlarda, aşk, seks, güzellik, tutku ve savaşın yanı sıra fırtınaların da tanrısı olan İştar’a adanmış bir ziggurat vardı, onun basamaklarında da durabilirdi. Münasip bir varış noktası olurdu bu. Mütereddit damla, nereye düşeceğine hâlâ karar verememişti, ancak bunun bir önemi yoktu, çünkü onun yerine rüzgâr verecekti o kararı. Ani bir esinti o minik kütlesini kaldırıp doğruca yakınlardaki bir terasta duran adama doğru taşıdı. Bir an sonra, kral kafa derisine ıslak bir şeyin düştüğünü ve saçlarının arasına yerleştiğini hissetti. Sinirlenerek, tek eliyle silmeye çalıştı, ancak süslü başlığı buna engel oldu. Kaşlarını belli belirsiz çatarak, bir kez daha gökyüzüne baktı. Tam yağmur iyiden iyiye bastırırken, manzaraya sırtını döndü ve sarayının güvenliğine sığındı. Asurbanipal, kendi ayak seslerinin yankısını dinleyerek uzun galeriler boyunca ilerledi. Gözlerinin içine bakmaya asla cesaret edemeyen hizmetçileri diz çöküyorlardı önünde. Her iki yanda, yukarıdaki dökme demir apliklerinde titreyen meşaleler vardı. Yaydıkları ürkütücü ışık, duvarlardaki alçıdan oyulup en parlak renklerle boyanmış rölyeflerin üzerine düşüyordu. Bazı sahnelerde, kral bir yay tutuyor ve kanatlı oklar atarak vahşi hayvanları avlıyor veya düşmanlarını katlediyordu. Diğerlerinde, koşumları üçer püskülle süslenmiş atları kırbaçlayarak iki tekerlekli tören arabalarını kullanıyordu. Ve bazı başkalarında da, sağladıkları destek ve korumaya karşılık olarak tanrılara sunulan ölü aslanların üzerine içki döküyordu. Tüm resimler Asur İmparatorluğu’nun ihtişamını, erkeklerin üstünlüğünü ve imparatorun azametini tasvir ediyordu. Neredeyse hiç kadın yoktu görünürde. Bunun tek istisnası olan resimde, Asurbanipal ile karısı güzel bir bahçede şarap içip piknik yaparlarken, yakınlarındaki bir ağacın dallarında, olgun meyvelerin arasında, düşmanları Elam Kralı Teumman’ın kesik başı sallanmaktaydı. Hâlâ saçında duran yağmur damlasına aldırmadan yürümeye devam etti kral. Şaşaalı bir şekilde döşenmiş odalardan hızlıca geçti ve ince oymalarla süslenmiş bir kapıya vardı. Burası, sarayın en sevdiği bölümüydü: kütüphane. Rastgele bir yazı koleksiyonu değildi bu, onun en büyük ve en gurur verici eseri, tüm yaşamının tutkusuydu, kapsam ve büyüklük açısından rakipsiz bir başarıydı. Kralın yaptığı her şeyi, hatta askeri fetihlerini ve siyasi zaferlerini bile gölgede bırakacak; gelecek nesillere mirası bu olacaktı –daha önce eşi benzeri görülmemiş bir entelektüel anıt. Kütüphanenin girişinin iki yanında iki devasa heykel vardı: melez yaratıklar –yarı insan, yarı hayvan. Lamassular koruyucu ruhlardı. Tek bir kireçtaşı tabakasından oyulan bu tür heykeller bir insanın başına, bir kartalın kanatlarına ve bir boğa veya aslanın iri gövdesine sahipti. Üç türün de en iyi nitelikleriyle donatılmış olan bu heykeller, insanın zekâsı ve kuşun içgörüsü ile boğa veya aslanın gücünü temsil ederdi. Başka âlemlere açılan geçitlerin bekçileriydi onlar.
….