Gulliver’in Gezileri’ne “SEN de OKU” dokunuşu…
İrlandalı yazar ve hiciv erbabı Jonathan Swift’in ölümsüz klasiği Gulliver’in Gezileri, ödüllü edebiyatçı Mehmet Atilla’nın duru anlatımıyla, herkes okuyabilsin diye yeniden kitapseverlerle buluşuyor.
Uzun ve titiz bir çalışmanın meyvesi olarak, usta bir yazarın ellerinde tekrar hayat bulan bu eşsiz eser, orijinal metne sadık kalınarak; dört ayrı bölümde dört ayrı yolculuğu bir arada sunuyor ve bu önemli özelliğiyle hâlihazırda raflarda yer alan pek çok uyarlamadan farklılaşıyor.
Asla tükenmeyen, çok katmanlı anlatımıyla yüzyıllara meydan okuyan Gulliver’in Gezileri, geçmişle gelecek arasında edebiyat köprüleri kuran “SEN de OKU Klasikler” koleksiyonundaki yerini alarak günümüz çocuklarını benzersiz bir okuma macerasına çıkarıyor.
Lemuel Gulliver, deniz âşığı bir adamdır. Keşfetmek, yeni yerler gezip görmek, farklı insanlar ve kültürler tanımak, onun için hiç bitmeyen bir tutku, hatta vazgeçilmez bir yaşam felsefesidir. Yıllarca pek çok farklı işte çalışır, evlenip barklanır ama sonunda içindeki sese daha fazla dayanamayıp, gemi doktoru olarak denizlere açılmaya karar verir. Milyonlara esin kaynağı olan o müthiş macerası da işte o zaman başlar. Gulliver, önce cüceler ülkesi Lilliput’u ziyaret eder; sonra yolu devler ülkesine düşer. Ardından, tesadüf eseri, uçan bir ada olan Laputa’ya gider ve son olarak da Yahoo’larla tanışacağı Atlar Ülkesi’ni keşfeder… Çıktığı her gezi, hem kendi kimliğini hem de ait olduğu toplumu sorgulaması için yeni kapılar aralayacaktır.
Zamanının çok ötesinde bir edebiyat şaheseri yaratan Jonathan Swift’in yayımlanan tek romanı olarak bilinen Gulliver’in Gezileri, kaleme alındığı dönemin toplumsal ve siyasal anlayışı üzerinden, dünyamızın dünü, bugünü ve yarını üzerine düşünmeye çağırıyor.
Mehmet Atilla’nın, kendi üslubunu katarak muhteşem bir yorum getirdiği bu masalsı roman, okurlarını alışılmışın dışında bir fantezi evrenine buyur ederek, bambaşka insanlarla ve kültürlerle tanıştırıyor; farklılıkların zenginliğine ve hayatımıza kattığı güzelliklere vurgu yapıyor.
Okuma güçlüğü çeken ya da kitaplara mesafeli duran çocukların klasik yapıtlarla tanışmalarına önayak olacak “SEN de OKU Klasikler” koleksiyonu, sevilen klasiklere artı değer katmayı sürdürerek yayın serüvenine devam edecek…
Birinci Bölüm
Cüceler Ülkesine Yolculuk
1
Sevgili okur, benim adım Lemuel Gulliver. Babamın İngiltere’de küçük bir tarlası vardı. Dar gelirli bir ailenin beş erkek çocuğundan üçüncüsüydüm. Tam ortadaki yani. On dört yaşındayken lise eğitimi için evden ayrıldım. Önceleri her şey iyiydi. Fakat zamanla, okul masraflarım aileme fazla gelmeye başladı. Üç yıl sonra Londra’ya geçtim. Doktor Bates’in yanında çırak olarak çalışmaya başladım. Çok ünlü biriydi. Ondan pek çok şey öğrendim. Bu arada babam, az da olsa para göndermeye devam ediyordu.
Bu paraları denizcilik, matematik, fen kitaplarına ayırıyordum. Tam bir deniz âşığıydım. Günün birinde uzun seferlere çıkmayı hayal ediyordum. Bir süre sonra, Doktor Bates’in yanından ayrılıp ailemin yanına döndüm. Epeyce para biriktirmiştim. Akrabalarımın da katkısıyla tıp eğitimi aldım. Gemi doktoru olarak hayata atıldım. Üç buçuk yıl bir gemide çalıştım. Dünyanın birçok yerine deniz yolculukları yaptım. Dönüşümde, hocam Doktor Bates’in önerisiyle Londra’ya yerleştim. Kendisi mesleği bırakmayı düşünüyor, yerini benim doldurabileceğimi söylüyordu. Bu arada evlendim. Karım Mary ile mutlu bir hayatımız vardı. Ancak, bir süre sonra işlerim ters gitmeye başladı. Yeniden denize açılmaya karar verdim. Karımın da iznini alarak, iki farklı gemide doktorluk yaptım.
Hindistan taraflarına gittim geldim. Böylece altı yıl geçti. Epeyce para kazandım. Boş zamanlarımda ise sürekli kitap okuyordum. Kendimi geliştirdim. Son seferim verimli olmayınca moralim bozuldu. Ailemin yanına döndüm, ama umduğumu yine bulamadım. İki şehir değiştirdim, bir türlü dikiş tutturamadım. Bir baktım, üç yıl geçmiş, hem de boşu boşuna. Sonunda, kesin kararımı verdim: “Gulliver,” dedim kendi kendime, “senin bundan sonraki hayatın denizlerde.” Hayatımın ilk 37 yılı beni bu serüvenlere hazırlamıştı.
O güne kadar yaşadıklarımın tümü, bu karara varmak içindi sanki. ∾ Çok geçmeden şans yüzüme güldü. Antelope adlı geminin kaptanı, bol kazançlı bir öneride bulundu. Hemen kabul ettim. 4 Mayıs 1699’da İngiltere’den ayrıldık. Ver elini Doğu Hindistan! Başlangıçta keyfimiz yerindeydi. Ancak deniz bu; sağı solu belli olmuyor. Bir gün, şiddetli bir fırtına bizi sürüklemeye başladı. Kocaman bir kayaya çarptık. Gemimiz paramparça oldu. Kurtulan altı kişiden biri bendim. Küçük bir sandala binmeyi başardık. On beş kilometre kadar kürek çektikten sonra gücümüz tükendi. Kendimizi dalgaların insafına bıraktık. Çok geçmeden sandalımız alabora oldu, arkadaşlarımın nereye gittiğini göremedim. Yapabileceğim tek şey, suyun üstünde kalmaktı. Akıntı nereye götürürse o tarafa yüzüyordum. İyice bitkin düştüğüm bir anda ayaklarımın kuma değdiğini fark ettim. Evet evet, basabiliyordum! Oh, çok şükür!
Boğulmaktan son anda kurtulmuştum. Fakat kıyı çok uzaktı. Sığ suda, neredeyse iki kilometre yürümek zorunda kaldım. Sonunda karaya çıktım.
Gün batmak üzereydi. Kıyı boyunca ilerledim, ancak ne bir eve ne de insan izine rastlayabildim. Yorgunluktan adım atamaz hâle gelince çimenlerin üzerine kendimi bıraktım.
2
Uyandığımda günün ilk ışıkları yüzüme vuruyordu. Sırtüstü yatıyordum. Kollarım ve bacaklarım yanlara doğru açılmıştı. Doğrulayım dedim, olmadı. Bir daha denedim; doğrulmak şöyle dursun, kımıldayamadım bile. “Allah Allah! Ne oldu bana böyle?” Biraz daha zorlayınca durumu anladım. Kollarım, bacaklarım, dizlerim, hatta saçlarım, incecik iplerle sarılıydı! Çevremdeki küçük kazıklara da sıkıca bağlanmıştım. Yalnızca gökyüzünü görebiliyordum.
“Bak şu başıma gelenlere…” Bu sırada birtakım bağrış çağrışlar duydum. Ama kafamı çevirip de bakamıyordum ki. Derken, küçük bir canlının sol bacağımdan yukarı doğru tırmandığını hissettim. Bekledim. Minik adımlarla ilerliyordu. Göğsümden geçerek çeneme yaklaştı. Elimden geldiğince aşağı doğru baktım… O da ne! On beş santimetre boylarında, insana benzer bir yaratıkla burun burunaydım. Cücenin de cücesi bir şey! Üstelik elinde ok ve yay vardı. Hem, yalnız olsa gene iyi. Hemen arkasında, aynı türden kırk yaratık daha. Öyle bir çığlık attım ki hepsi kaçıştı. Sonradan öğrendiğime göre, içlerinde yere düşüp yaralananlar bile olmuş… Az sonra toparlanıp geri geldiler. İçlerinden birisi haykırdı:
“Hekinah Degul!” Diğerleri de aynı sözcükleri defalarca tekrarladı. Ne demek istiyorlardı acaba? Bir yandan bunu düşünürken, bir yandan da sol kolumdaki ipleri koparmayı başardım. Küçük kazıkları söktüm. Saçımı bağlayan ipleri de gevşetebildim. Kafamı az da olsa çevirebiliyordum artık. Bunu gören küçük yaratıklar bir daha kaçıştılar, ciyak ciyak bağrıştılar. Sonunda biri gürledi: “Tolgo Phonak!” Hemen ardından da üzerime ok yağdırmaya başladılar. Boşta kalan sol elimle yüzümü korumaktan başka bir şey yapamıyordum. Hepsi çığlık çığlığaydı. İyi ki üzerimde sağlam bir yelek vardı da saldırıyı küçük sızılarla atlattım.
Kendimi çözmeye çabaladığım anda ok yağmuru yeniden başlıyordu. Kimileri de mızraklarını batırmaya çalışıyordu. En iyisi hiç kımıldamamak, diye düşündüm. Gece yarısını bekleyeyim. Karanlıkta kaçar kurtulurum. Hesabım tuttu. Hareketsiz yattığımı görünce ok atmayı bıraktılar. Fakat bu kez de sağ tarafımdan sesler gelmeye başladı. Bu da neyin nesiydi? Göz ucuyla baktım. Yaklaşık yarım metrelik bir iskele çakıyorlardı. Boyacıların kullandıkları ahşap basamakları bilirsiniz, onun küçüğü işte. Yanına birkaç merdiven dayadılar. Az sonra, yetkili olduğunu düşündüğüm biri iskeleye çıktı. Tek sözcüğünü anlamadığım, uzunca bir konuşma yaptı. Bu arada, başımın sol tarafını kazıklara bağlayan ipleri kestiler.
…